Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Ilgaz’

Bugün 2012 yılının 24 Haziran Pazar günü. Yeni yılda 175 gün geçmiş, sadece 190 gün kalmış, kısacası bu yıl da bitmiş gitmiş, tarihe karışmış! İşte öylesine hızlıdır zaman…

Bu hafta sonu Gökhan önderliğindeki “Ilgaz Kırkpınar Gölü Doğa Yürüyüşü” etkinliğine katıldım; o bölgede daha önce gitmediğim bir rotaydı burası. Birazdan ayrıntılı bir bilgi vereceğim. Öncesinde 24 Haziranın künyesine bir bakacağım.

Sene 1542’ydi, 16. Yüzyıldı; yine bir 24 Haziran günüydü, o gün de bugünkü gibi rüzgârlı mıydı bilmiyorum; İspanyol kâşif Francisco de Orellana bir nehir kıyısında yerlilerin saldırısına uğrar. Bu saldırıyı imparator V. Karl’a iletirken kadın savaşçılardan bahseder. Bunlara Amazon denmiştir; Yunan mitolojisinde Amazonlar kadın savaşçılardır. Bunların sol göğüsleri kesilmiştir ki daha rahat ok atabilsinler, tabii bu bilgiler de tartışmalı, yani kesin değil! 24 Haziranın künyesinde daha pek çok şeyler olmuş ama biz şimdi tarihçiliği bırakıp yeniden etkinliğimize dönelim.

Ilgaz, Pazar günü 33 derece ve az bulutlu görünüyordu; Ankara’ya göre daha yüksek irtifaya gideceğimizden dolayı sıcak pek sorun olmayacaktı ve hatta yükseklerde softshell-rüzgârlık giyilebilecek kadar serinlik vardı. Sağlam bir rüzgâr esiyordu, özellikle Emirgazi tepesinde insanı sallayacak kadar iyi esiyordu.  Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Yürüyüşe başlayacağımız yer 1875 rakımlı Karayolları Ilgaz Bakımevi’ne yakın sayılırdı. Öncelikle Çankırı ve Kalecik üzerinden Ilgaz Milli Parkı’na gittik. Meşhur Ilgazdağı Geçidi’nden geçerek sola dönüp Doruk otelin orada indik.  Geçidin olduğu yer aynı zamanda Kastamonu il sınırıdır da. Öncelikli hedef, güney batıya doğru ilerleyerek 2400 metrelik Emirgazi tepesine çıkmaktı ve daha sonra da Kırkpınar yaylasına ve bu yayladaki göl yakınlarına inmekti.

Yayladaki göl 1800 rakımlıdır. Eğer doğruysa bu gölü 40 pınar besliyormuş, ama ben bu 40 sayısını görünce genelde bu işin içinde bir atmasyon var diye düşünürüm hemen! Bence 40 rakamı da insan yaşamında 40 yaşın öneminden geliyor ve o yüzden sıkça kullanılıyor. Dinde de bu sayı çok kullanılır. Sayının kutsal olduğuna inanılır ki tam bir uydurma tabii ki! Sayı kutsal olur mu hiç? Sayı işte! Hıristiyanlıkta İsa 40 gün çölde kalmıştır, 39 değil, 41 değil, tam 40 gün! Nuh tufanında 40 gün 40 gece yağmur yağmış, Musa 10 Emri aldığı çölde 40 gün dolaşmış! Konumuza dönecek olursak, o gölü besleyen 40 tane pınar olmadığından az çok emin olabiliriz, yine de bilimsel yaklaşım bağlamında ya da günümüz hekimlerinin tıbbi tetkikler isterken hastaları korkutma çerçevesinde söyledikleri “bir şeyleri atlamamak için”tek tek saymak lazımdı pınarları! Bolpınar yaylası denirse sanırım daha pratik olur ve teknik açıdan hata yapılmamış olunur!

Kırkpınar yaylası ve bizim yürüdüğümüz bütün rota flora bakımından çok zengindi. Yabani Lale, Unutma Beni, Sarı Orkide, Çuha, Orman Gelincikleri ve daha onlarca çiçek vardı.

Batı Karadeniz’de 50 km uzunluğunda bir sıra dağ vardır ki ona Ilgaz dağları denir. En yüksek zirvesi 2587 rakımla Büyükhacat tepesidir. Ondan 41 metre daha küçük olanı Küçükhacat tepesidir; Doruk otelden bakınca kuzey doğudaki Küçükhacat zirvesi bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriliyordu. Büyükhacat ise hemen arkasında sanki bir suç işlemiş gibi gizlenmişti. Bu kardeş dağlara tırmanmak özellikle kışın pek güzeldir; dondurucu rüzgârları insana balaklava (Soyguncu/Kar maskesi) giydirir!

Yürüyüşe başladığımız otelin rakımı 1900’dü. İnişli çıkışlı bir yürüyüşümüz oldu. İrtifa kazanıp sonra yeniden kaybedip sonra yeniden irtifa kazanıyorduk. Bölgeye sanki bahar daha yeni yeni gelmişti; müthiş bir yeşillik vardı, her şey taptazeydi, kıştan önce bütün yaşam bütün canlılığını sergileyecekti, çünkü zaman kısaydı, zaman yoktu! Uzun zamandır gelmeyenlerden Esat hoca da yürüyüşteydi. Pınarları bol bir bölgeydi; elektrik hatlarının altındaki ağaçlar hat boyunca kesilmişlerdi ve bu hatlar oldukça uzun mesafelerdi. Bir ağaçta şöyle bir yazı gördük: “Kontrolsüz bölgeye çıktınız, arama kurtarmayı arayın!” Aşağıya da telefon numaraları verilmişti! Hani şu “Bel Fıtığı” telefonları bile memlekette böyle arama-kurtarma telefonlarından çok daha sık işaretlenmiştir!

Yolumuz üzerinde sıkça ODTÜ ormanında da gördüğüm Feromon Tuzakları’na rastladık.  Feromon dediğimiz şey özellikle böceklerin cep telefonu gibi kullandıkları kimyasal kokulardır. Akıllı insanoğlu bu feromonları kullanır ve böcekleri tuzağa düşürür! Bunlar türe özgü olduğu için hangi böceği tuzağa düşürmek istiyorsan onun feromonunu tuzağa yerleştirirsin. Bu tuzaklar ilaçlar gibi çevreyi kirletmezler bildiğim kadarıyla ama bu meseleyi çok da incelemedim.

Yolumuz üzerinde sık sık geriye bakıyor ve Küçükhacat zirvesini izliyorduk. Nazım hoca her zamanki gibi güzel şiirlerle yürüyüşe  “sanat boyutu” ekledi. Nazım Hikmet’ten Tahirle Zühre Meselesi ve Kadın isimli şiirleri okudu ve birkaç tane daha…

Uzaklarda ormanın yeşil bütünlüğü içinde küçük açık alanlar görülüyordu; bu minik orman yaylacıkları sanki ormanın nefes alan ağızları ya da yeşil gözleri gibi duruyorlardı. Yolumuz üstünde çoban köpeklerinin korudukları ufak işletmelere, tahta yalaklara rastlıyorduk. Etkinlikte çokça yiyecek ikramı oldu; Jak’ın Migros üzümleri ve Çiğköftesi epeyce ilgi gördü. Sanırım dağda 1 tane çiğköfte yemek de güzel bir tat katıyor yemek işine. Esat hocada ve Nazım hocada altimetreli saat vardı. Bodrum’da deniz seviyesinde sıfırı gösterdiğine göre Nazım hocadaki doğru ölçüm yapıyor olmalıydı.

Bir hayvan ağılına geldik. 1990 rakımlardaydık. İlerideki tepeyi sordum, ismi nedir diye; Eksik Çalı tepesi derlermiş oraya. Civarlarda Eksik köyü de olduğuna göre herhalde yerel halkın kullandığı isim buydu. Doruk otelden itibaren genellikle toprak yolu takip ediyorduk. Bir irtifa kaybından sonra 2000’lerin üzerine çıktık. Buralarda Botaş doğalgaz boru hattı döşenmişti ve her yerde Botaş demir direkleri vardı. Bu bölgeden itibaren Doğa Yürüyüşü Dağcılık tadında bir etkinliğe dönüştü. Rotanın bu bölümünü Esat hocanın deyimiyle “Tembel Yürüyüşü”yle tamamladık; yani “Belirli yavaş bir tempodur” bu; kalp ritmini bozmadan, nefes nefese kalmadan, sabırlı bir şekilde aynı kararlı tempoda çıkmaktır bu! Bir de burundan derin nefes alıp ağızdan sakince vermek de belirli bir ritim yakalamak için çok yararlıdır.

Yer yer Aladağları andıran görüntüler vardı; beyaz kalker (Kireçtaşı) kayaçlar heybetli duruyorlardı. Gökhan’ın Sarıçiçek pınarı olarak adlandırdığı bölgeye gidiyorduk, ana yemek molası orada verilecekti. Yer yer sık ardıçların aralarından, kayalara zorla tutunmuş salyangozların yanlarından, tezek ya da mayısların kıyılarından köşelerinden geçiyorduk.

Nihayet ana yemek molası yerine ulaştık. Büyük ve küçük sarıçiçeklerden oluşan hoş bir pınar yeriydi burası. Serin rüzgâr knot (nat) denilen hızını artırmıştı biraz. Burası 2174 rakımlı bir yerdi; kışın yaman rüzgârların estiği bir boğazdı besbelli. Ben, köfte, misket domates ve kalburabastı tatlısı getirmiştim. Tarçınlı ve ıspanaklı kekler ikram edildi ki çayla birlikte kek olayı yürüyüşlere gayet iyi gidiyor! Kek getirilmesi şiddetle tavsiye olunur! Erikler, kirazlar, tuzlu kekler derken ikramlar pek zengin, pek doyurucu oldu.

Yeniden yola koyulduk ve artık Emirgazi hedefine kilitlendik. İnişli çıkışlı bir sırt rotasıydı bu. Rüzgâr epeyce artmıştı; şapka uçurma aşamasındaydı. Sahte zirveleri geçip 2400’lük tepeye ulaştık. Biraz daha kuvvetli esse insanı yere devirebilecek kadar güçlenebilirdi rüzgâr! Rotada yer yer “ağaçsız ama yeşil” İrlanda dağları görünümü vardı; uzaklara bakınca otlar ülke bayrakları gibi dalgalanıyorlardı. Karın son kalıntıları da artık iyice siyahlaşmış bir şekilde erimeye devam ediyorlardı. Emirgazi’den Ilgaz ilçesi rahatlıkla görülebiliyordu. Aşağılarda 1450 rakımdaki Eksik köyü de seçilebiliyordu. Eksik köyünde neler eksikti bilmiyorum ama güzel bir ülke olmakla birlikte Türkiye de “Eksik” bir ülkeydi. Memlekette neler eksik derseniz, ne buraya ne de başka bir yere sığar sayarsak eğer eksikliklerimizi! Mesele eksikliklere sahip olmak değildir, çünkü her ülkede eksiklikler vardır; asıl mesele eksiklikleri akıl-bilim çerçevesinde hızla telafi etmek ve “tamlaşmaktır!”

Toplu fotoğraflardan sonra Kırkpınar gölüne doğru önce yatay geçişle ve sonra da yavaşça irtifa kaybederek (yavaşça düşerek) inişe geçtik. Yürüyüşün en maceralı kısmı da buradaydı; burası biraz dikçeydi; dikkat istiyordu. Zemin sertti; ot öbeklerine basmayınca dizleri yorabiliyordu; düşmesi kolayca bir yerdi. Böyle inişlerde batonları iyi kullanıp sadece inişe konsantre olmak faydalıdır!

Minibüs kaptanı bizi uzaktan görmüştü ama tam da nereye ineceğimizi kestiremediğinden bizim yönümüz saptıkça o da göle doğru yer değiştiriyordu. 2260 rakımlardan 1800’e inmek epeyce bir zaman aldı ve yürüyüşümüz burada sonlandı. Bu kısım biraz zorlayıcı olmakla beraber çok da faydalıydı. Dağ inişleri böyledir; böyle inişler insana tecrübe katar, kafasındaki çıtaları yükseltir. Zorluk yaşanmadan çıtalar yükselmez, aynı kalırlar. Hamuki (Hakan Murat Kibar) 2400’lere ilk kez çıktım dedi. Bu bir çıtadır; 3000’e çıkmak bir çıtadır; 4000’e çıkmak bir çıtadır. Bu çıtalar yükseldikçe değişik tecrübeler insanı zenginleştirirler ve insan her zorlukta bir şeyler öğrenir; kolayda bir şey öğrenemez, kolay, insana bir şey öğretmez!

Dönüşte araçta fotoğraflara bakıldı. Harun’un Samsung Galaxy S II cihazı gayet iyi fotoğraflar çekmişti. Ben bunu sürekli iphone olarak yazıyordum ama şimdi o yanlışı da düzeltmiş oldum! Bu pahalı oyuncaklara yüklenmiş Google Sky Map de güzel bir şey; Google Sky Map, hiçbir astronomi bilgisine sahip olmayanların da hangi yıldızın nerede bulunduğunu öğrenmesini sağlayan bir uygulama. Tabii koskoca Ay’ı gözle görürken ya da yerini ışığından tahmin ederken aletin Ay’ı bir süre bulamaması da gülüşmelere sebep oldu!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Alimallah!

http://www.youtube.com/watch?v=OrnvPx1OW2g

Ayrıca yarın yani 25 Haziran da Kazım Koyuncu’nun ölüm yıldönümü. Ondan da bir şarkıyı aşağıya aktarıyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=C-sw3ecIDfY

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Bugün Martın 13’ü; yıllardan 2011 yılı; yüzyıllardan 21’incisi. Bu Pazar gününü Gökhan önderliğindeki Doğa Araştırmaları Derneği DASK’la birlikte Ilgaz Küçükhacet’in 2546’lık zirvesine yapılan bir dağ yürüyüşüyle geçirdim. Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarını değerli okuyucuyla paylaşacağım. Öncesinde, bu yılın 72. Günü olan 13 Martta yıllar önce ne olmuşa geleneksel olarak ya da mekanik bir alışkanlıkla bir baktım…

Tam 101 yıl önce Fransa’da çocuk ve kadınların çalışma saatleri 11 saatle sınırlandırılmış! Yani daha düne kadar sayılabilecek yakın bir geçmişte Fransa gibi gelişmiş bir ülkede çocuk ve kadınların 11 saate kadar çalıştırılmaları yasalmış. İnsanoğlunun gelişim hızı her alanda çok yavaş ilerliyor. Zeka ve mantık; ilericilik ve ileri görüşler pek çok ülkede marjinal konumda… İnsanlar bazı haklara 500 yıl önce de kavuşabilirlerdi ya da 1000 yıl önce de… Çünkü 1000 yıl önce de bu hakları düşünen bazı zeki insanlar vardı; tabii onları dinleyen yoktu; bütün dünyada iktidarlar çoğu kez kaplumbağaların ve beceriksizlerin elindedir!..

Yeniden dağlara dönecek olursam, bizim bugün gittiğimiz yer Ankara’yla Kastamonu arasındaki Ilgaz Dağı Milli Parkı bölgesiydi. Burası Ankara’ya yaklaşık 225 km uzaklıktadır. Bu uzaklık sebebiyle biz bugünkü günübirlik etkinlik için sabah 04.15’te yola çıktık; bu da her zamanki 6.01 alarmımı 3.01’e kurmama neden oldu ve sabahın böylesine erken bir vaktinde uyanmak hiç de sevimli bir şey değildi, hele bir de geç yatmışsanız!

Dünden beri Japonya’daki korkunç depremi yabancı ajanslardan izlediğim için uykumu alamamıştım. Türk medyasındaki bazı manşetler beni yabancı ajanslardan haberleri dinlemeye itmişti! Bizdeki bir manşet şöyleydi: “Teknoloji devi doğanın karşısında diz çöktü!” Çok berbat bir manşet; Japonya’da doğaya karşı verilen üstün mücadeleyi bilmeden, onların çalışkanlıklarını, mühendislik zekalarını ve doğanın gücüne karşın ilerleme azimlerini bilmeden, ancak cahil bir insanın atacağı küçümseyici bir manşetti bu!.. Elbette her ülkenin yaptığı yanlışlar da oluyor; mesela Nükleer santraller böyledir; bunları asla kurmamak gerek; yerine daha güvenli bir şey bulmak zorundasınız ya da nükleer gücün güvenlik düzeyini kimsenin itiraz edemeyeceği seviyelere çıkarmak gerek!.. Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki Japonlar zeki, bilimci ve çalışkan bir millet; bu durumu atlatacaklar ve yollarına geçmişten de ders çıkararak başarıyla devam edeceklerdir.

Şimdi etkinlikten biraz daha ayrıntılı olarak bahsedeceğim. Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Etkinliğe 12 kişi katıldı; saat 04.15’te arabayı park ettiğim duraktan beni aldılar. Esasen onlar 04.12’de gelmişler; bense 04.17’den önce gelemezler diye hesaplamıştım ve oraya 04.15’te gelmiştim! Sabahın köründe herkes yarı uykuluydu; neyse ki kaptan şoför Yusuf bey uyanıktı; Barış Manço’nun güzel şarkısı “Aynalı kemer…” çalıyordu radyoda. Yusuf bey bir demiryolcu emeklisi; bir hemzemin geçitten geçerken “sağa sola bakalım kaptan” dediğimde, Gökhan da “Merak etme o demiryollarını iyi bilir,” demişti. Yollar dublemsiydi ve tabii duble rezaletti.

Ilgaz dağları kilometrelerce uzunluğundaki bir bloktur; sıra sıra dağlardır bunlar. 2587’lik Büyükhacet zirvesiyle ondan 41 metre daha küçük olan 2546’lık Küçükhacet zirvesi vardır. Biz, bu ikinciyle muhatap olduk; orayı hedef olarak seçtik; Büyükhacet kuzey doğumuzda kaldı; onu sadece uzaklardan izledik! Ekstrem performans isteyenler hem küçük olana ve hem de büyüğüne çıkabilirler ama böyle bir etkinlik gece yarısında bile bitmez.

Ankara-Akyurt-Çankırı üzerinden Ilgaz-Samsun-Kastamonu sapağına geldik. Çankırı, gördüğüm kadarıyla korkunç bir hava kirliliğine sahipti; insanlar alenen zehirleniyorlar ama bilinç kesinlikle yok; orada insanların normalde ayaklanıp buna çözüm bulun, böyle yaşayamayız demeleri beklenirdi! Az önceki sapak yakınlarında Ilgaz Akbak tesisleri vardır; orada kahvaltı yaptık.  Sapaktan Kastamonu yönünde 25 km daha ilerledik ve Karayolları Ilgaz Bakımevi’ne ulaştık. Burası karayolunun zirvesidir; 1875 metrelik bir rakımı vardır; yollar sık sık kardan kapanır. Daha önce bu dağa geldiğimde bir tipiye yakalandığım için Adrenalin mağazasından bir kayak gözlüğü de alıp çantama attım; tipide bu tür gözlükler olmazsa önü görmek çok zorlaşıyor; yanlış bir adım insanı bir uçuruma uçurabilir!  Esat hocanın da bir çığ uyarısı vardı; bugün hava ısınırsa tabaka çığı olabilir diye Gökhan’a mesaj atmıştı. Karlar bazen yüzeyde erir, sonra da donar ve bazen aniden taze kar yağıp ikinci bir tabaka onu kaplar; işte bu tabaka kayıp çığ yaratabilir. Fakat google araştırmamda Küçükhacet ve çığ ikilisine dair hiçbir şey göremedim; herhalde kuzeydeki dik rotayı kastetmişti ki zaten oradan çıkmak pek akıllı işi değildir.

İnsan her şeye karşı hazırlıklı olamaz elbette; bizim kaotik evrenimizde bu mümkün değildir ama belirli ölçekteki şeylere karşı önlem alabilir ve alınmalıdır. Ben de artık bazı şeyleri çantamda sabit olarak taşıyorum: Panço; kafa lambası; yedek tozluk; kibrit ve çıra, pusula vs. 4 çeşit şapka! Aynı günde aynı saat içinde ormanda kuytu yerden geçerken yazlık şapka; sırtta soğuk rüzgâr yerken kulaklıklı içi polar şapka; yağmur başlarsa su geçirmez şapka… Bu tür değişkenlikler dağlarda çok normaldir. Bunların çantada olması bile her zaman işe yaramaz; yolu önceden okuyup malzemeyi olaydan önce değiştirmek de bir o kadar önemlidir.

Yolun sağında, bakım evinde indik. Gökhan, Ayşegüller buraya gelip iz açmışlar, işimiz kolaylaştı dedi. Ayşegüller kim bilmiyorum ama değişik gruplar değişik zamanlarda gelip ince bir koridor açmışlar ve bu da bize 1-2 saat zaman kazandırdı. Hava oldukça serindi ama güneşli ve açıktı; gece ayaza vuracağı belliydi. İlk hedefimiz önce Ilgaz ovası sonra da Küçükçal tepesiydi. Ben önce tek kat içlikle başladım ama sert esen soğuk rüzgârla birlikte artistliğin gereği yok diyip windstopper’imi giydim, ki o da çok ince bir şey zaten. İyi bir tempoda, tavşan izleri eşliğinde gidiyorduk; çamların iğne yapraklarının uçlarındaki su damlacıklarında gökkuşaklarını görebiliyorduk! Bunlara yüzünüzü değdirirseniz, size harika sulu ve iğneleyici masaj yapmış olurlar.

Herkesin yüzü beyazımsıydı çünkü “Arap Kadri” olmamak için bolca güneş kremi sürülmüştü. Ilgaz ormanı muhteşemdi; devasa uzunluktaki ağaçlar bize bizi küçümsemeden tepeden bakıyorlardı. Güneş sanki bizimle saklambaç oynuyor, göknar dallarının ardında bir görünüp bir kayboluyordu. Güneşle rüzgârın oyuncaklarıydık adeta; güneş bizi ısıtıyor, sonra rüzgâr cildimizi soğukla kamçılıyordu, ikisi birlikte kardeşçe oynuyorlardı! Zaman zaman uzaklardan Küçükhacet zirvesini görüyorduk; çok dik görünüyordu ama bu bir göz yanılsamasıydı. Köknar ormanlarının en güzellerinden olan Ilgaz ormanı kendisini ziyaret edenlere Walt Disney’in hayal dünyasını sunmakta hiç zorlanmıyordu.

Yürüyüşe sabah 8.17’de başlamıştık. Tam 9 saat sonra, 17.15’te de bitirdik. Herhalde 17 km civarında yürümüşüzdür. Ilgaz ovasına inmeden önce toplu fotoğraflar çekildi. Ovaya inip yavaş yavaş Küçükçal tepesine tırmanmaya başladık ve sonunda sırtın başladığı yere ulaştık. Sırtla birlikte sağdan soğuk bir rüzgâr da başladı. Gökhan, daha önceden bu sırtta sağ kulağına dikkat et demişti! Ben bu bölümde biraz fazla kendi tempomda yürüdüğümden fazla ileri tarafa gittim; 500 metre kadar yukarı çıkmışım; sonra yeniden grubun yanına döndüm. Gruptan açılmak doğru bir şey değildir elbette. Birincisi, dağcılık etkinliği bireysel başlamadığı için, topluca başladığından topluca devam etmelidir elbette. İkincisi, Gökhan’ın da dediği gibi gruptan biri yardıma ihtiyaç duyabilir ve biz o zaman orada olmalıyızdır. Nitekim bugün zirveye 50 metre kala Yaşar’ın ayağına kramp girdi; belki de dönmek zorunda kalabilirdik. O yüzden grupla hareket etmek daha doğrudur; ben de zaten asıl zirve çıkışı öncesi orta sıralara geçtim. Bir de şöyle bir şey olur: En öndeki kişinin uzakta olduğunu görürsünüz; arkada olan için bu olumsuz bir psikoloji yaratır; hatta kişi bazen panikler; en arkadaki özellikle ileridekilere yetişmek için daha fazla hızlı yürümek ister ve kalp ritmi bozulur. Bu bağlamda “Anca beraber kanca beraber” felsefesi bilimsel açıdan da doğru olandır.

Yolda dağcılık felsefesi üzerine de konuştuk. Çakma dağcılıkta ihtiras vardır ama gerçek dağcılıkta ihtiras yoktur; zirve zorunlu değildir; ekip güvenliği kişisel arzuların üzerindedir ve gerçek dağcı kendisini kontrol eden, sadece kendi risklerini değil ekiptekilerin risklerini de kendi riskleriymiş gibi algılayan kişidir. Bir yerden geçildiğinde “ben geçtim” olarak hissetmez; ancak herkes güvenle oradan geçtiğinde “ben geçtim” diye hisseder…

Bu sırt oldukça uzundu ve epeyce rüzgâr yedik ama su geçirmez Marmot pantolon ve Millet windstopper baya fayda sağladı, rüzgarı çok fazla hissetmedim; ama yüzüme “soyguncu maskesini” daha doğrusu balaklavayı da (kar maskesi) geçirdim. Bugün şanslıydık; tipi yoktu, sis yoktu. Gerçi ben sisleri çok severim ama dağcılık etkinliklerinde pek sevmem. İnce kar koridorunda ilerlerken karların ağaçlardaki olağanüstü sanatsal çalışmalarını hayranlıkla izliyorduk; bazen gerçekle gerçek olmayan karışıyordu; sürrealist bir imparatorluktu burası. Nihayet Geyik Gediği yani geyik geçidi denen boğaza geldik ve aşağı indik. Burada rüzgâr bir ara sıfırlandı. Herhalde geyikler bu geçidi zaman zaman kullanıyorlardı. Küçükhacet asıl tırmanışa başladık. Karlar rüzgârdan dolayı taş gibi sertleşmişlerdi; bazen baton bile zor batıyordu. Bu etkinlikte yine birinin, Doruk’un batonu tamamen yamuldu. 2-3 tane yalancı zirveye çıktık; asıl zirveye 13.15 gibi varmıştık. Yaşar 50 metre aşağıda kaldı; kramp giren ayağını dinlendirmeye çalıştı; biz de fotoğraf çekip aşağıya indik, zirvede oyalanmadık; fotoğraf çekimlerinde Yaşar’ı temsilen batonlara bir şapka ve eldiven asıldı; o da gıyaben zirvede yer aldı. Geyik geçidine geri dönüp karnımızı doyurduk; Filiz’in dağıttığı el-yapımı, daha doğrusu ev-yapımı yaprak sarmasından yedik. Burada Gökhan, Yaşar’ın çantasını bir süre aldı ama Yaşar da kimseye yük olmamak için ısrarla çantasını geri istedi; belki de çantasında külçe altın vardı!..

Hiçbir çiçek fotoğrafı çekemedim çünkü neredeyse hiç kara göremedik, sadece 1 kez, 2 metrekarelik bir alanda karaya ayak basabildik; insan yalnızca denizde karadan uzakta olur düşüncesinin yanlışlığını gördük! Hep beyaz düşlerin üzerlerinde yürüdük. Yol boyunca onlarca şey konuşuldu. Zirveye çıkma hırsının “çakma dağcılara” ait olduğunu konuştuk; tüketim toplumu mantığıyla hemen zirve yapıp eve dönme telaşının karşıtı olan bir felsefeden bahsettik. Gökhan, rehberlik serüvenini, bu işe ilk nasıl başladığını anlattı. Yaşar’ın, Küçükhacet isminin kökeniyle ilgili anlattığı köylü kızı Hacer hikâyesini de hatırlamaktayım. Doruk’un yazdığı son yazıdan da bahsettik. Funda’da da her zaman doğaya dair bilgiler mevcuttu; çok fazla etkinlik yaptığı için bir bilgi birikimi oluşmuştu.

Güzel bir etkinlik oldu; dönüş yolu hepimize uzun geldi; çünkü az uyku ve 9 saatlik bir etkinlik doğal olarak yormuştu. Ama bugünün yorulmaları, yarının yorulmamalarının yolunu açar. Sabahın sersemliği akşama yerini tatlı bir yorgunluğa bırakır. Bugün Küçükhacet tırmanışı yapan başka da bir grup yoktu ve ekstra bir insansızlık yaşadık. Dönüşte farklı bir yoldan döndük; Ilgaz’dan Çerkeş’e ve oradan da Kızılcahamam’a gelip Ankara’nın yolunu tuttuk. Bu yol daha düzgündü.

Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum; yine Cielito Lindo; her zaman her yerde Cielito Lindo! Benim zihnimde her daim çalan ölümsüz bir melodi… Ve sonra da Zeki Müren’den Gülnihal:

http://www.youtube.com/watch?v=zDGzRtXg7b0&feature=related

http://www.youtube.com/watch?v=dNop3cjxAvg

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »