Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Doğa Yürüyüşü’

Bugün 10 Nisan Pazar günü; 2022 yılının 100. günü. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi yine Ergün Erdem hocanın Yeni Rota’sıyla yapacağım. Yeni Rota bir mukavemet grubu, uzun mesafe yürüyen, her tür araziye çekinmeden giren, çıta yükselten, mobilitesi yüksek atak bir grup!

Ergün Erdem

Yürüyüş yazımdan önce geçmişe kısaca bakacağım. 10 Nisan 1919 Emiliano Zapata’nın ölüm günüdür. Meksika Devrim lideri Zapata’dan birkaç söz alıntılayarak bugünkü etkinliğimizin bir tasvirini yapacağım.” Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur. Evet, oldukça güçlü bir söz! Ve bir söz daha: “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır.”

Çeşme Başı Sohbet

 Bu haftaki yürüyüşün oldukça uzun bir isim serisi var, çünkü uzun bir rota! Öncelikle Sarı’nın yerinde kemik çorbasıyla huzur bulduktan sonra Kızılcahamam Kırköy yakınlarındaki Bayırköy’e gideceğiz. 1350 rakımdaki küçük bir köydür burası. Sonraki hedef Bayırköy’ün güneydoğusunda bulunan 1250 rakımdaki Balcılar köyü. Bu mesafe kuş uçuşu 7,5 km’dir.  Daha sonra yine güneydoğuya devam ederek Otacı Mavi göle ulaşacağız, 1645 rakımdadır bu göl. Bu da kuş uçuşu 3,5 km’dir. Bu kez yönümüz değişecek ve kuzeydoğuda kuş uçuşu 4,5 km’de Yıldırım Evci göletine ulaşacağız. Sırada kuş uçuşu 2,5 km güneydoğuda bulunan 1516 rakımlı Çubuk Karagöl! Ardından yine kuş uçuşu 3,5 km güneybatıda yer alan 1722 rakımlı Yaylak Göleti ve nihayetindegüney doğuda bulunan 7 km kuş uçuşu uzaklıktaki Durhasan köyüne ulaşacağız! Durhasan köyü Kavşakkaya barajının hemen yakınındadır. Toplamda 28,5 km kuş uçuşu var, yani rahatlıkla 35 km üzerinde, inişli çıkışlı, ciddi bir efor gerektiren, Yeni Rota klasiğine uygun bir mesafedir bu.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPUpzvqt4HMISIW0ePwYjx4wg4l5JLCOxybDGb-QEMcHGcFzwJR1PcWHap6H6vkkg?key=OVM0T2ZOLVBvYlVEZFFFeUNTRWtNN2t4T3FkQ0NR

Bugün Sarı’nın yerindeki yemek-çay molamızdan sonra doğruca araziye intikal ettik ve tabii arazi de bize intikal etti doğal olarak! Sabah 7.39 gibi oldukça erken bir saatte 1390 rakımdan Bayırköy’ün hemen kuzeyinden uzun yürüyüşümüze başladık. Hava gayet güzeldi; hafif bulutlu ve serinceydi. Hemen hemen bütün yol boyunca güney doğu istikametinde yol aldık.

Ertan Doğmuş

Yükseklerde karlar görülebiliyordu, yama şeklinde. Her yer domuzlar tarafından deşilmişti; mübarek domuzlar sanki domuz değil tarla süren traktörler gibiydiler! Tarla fareleri de güzel ve yüzlerce tünel açmışlardı, düşmanlarına karşı iyi bir savunma sistemidir bu. Güneye bakınca karlı ve heybetli Köroğlu dağlarını görebiliyorduk. Mükemmel konik biçimli bir dağ da bize sanki insan yapımı havası vermişti. Eski zamanlarda krallar için böyle devasa dağ biçimli mezarlar yapılırmış, içlerinde de mutlaka hazineler olurmuş. Işık dağı, çiğdemler derken uzaklardan güneydeki Kurtboğazı barajını da gördük.

Sabah 8.53 olduğunda 3,5 km yol almış 1769 rakımlara çıkmıştık, 1 saatten az bir sürede hemen hemen 400 rakımlık sağlam bir yükseliş gerçekleştirdik, helikopterlerin hızlı irtifa kazanımları tarzı tempolu bir çıkış oldu! Bu rakımlarda karda çamurlu ayakkabılarımız temizlendi. Yeni açmaya başlayan Arap Sümbüllerine rastlıyor, onlara Arapça merhaba deyip yola devam ediyorduk; zaman zaman esen serin rüzgârda polar giyiyorduk sonra çabucak çıkarıyorduk. Bugün vadi ve kuytuluklarda yandık, piştik, güneş etkiliydi.

Ökse otlarıyla sarılı ağaçların yanlarından geçiyor, sulak zeminlere batıp çıkıyorduk. Etraf her yer volkanik taşlarla doluydu ve bazen yere bakmaktan etrafa bakamıyorduk! Kayalar lav demir ne varsa birbiriyle eriyip kaynaşmış müthiş sert ve sağlam hale gelmişlerdi, bazen kalem inceliğindeki bir taşı bile koparamıyorduk! Civar, kanyonlarla doluydu. Sırt yerine vadilerden de rota çizilebilirdi ama vadiler, kanyonlar hep sürprizlerle doludur, yol bir anda bitebilir ve bir şelale yüksekliğiyle önünüzü kesebilirdi.

Uzaklardan Balcılar köyünü gördük, zaten oraya doğru yönelmiştik. Ökselerle kaplı ağaçlar, çalılara takılmış tiftik keçisi yünleri derken iyice kayalık bir yere geldik. Biraz labirentimsi yanı vardı buranın. Bazen bir anda yol bitiyor, alternatif yol arıyorduk, güzel bir oyun gibi. Geyik dışkılarına rastlıyor, sık meşelikler içinde ilerlemeye çalışıyorduk; bazen ince dallar gözümüze tokat atıyorlardı. Böyle mücadele içindeki yürüyüşü seviyorduk. Bütün kaslar çalışıyordu. Vücudu elma, muz, su takviyesiyle diri tutuyorduk ve bazen de Ayhan hocanın yemiş torbasıyla enerji alıyorduk. Ben, bitter çikolatayla canlanıyordum.

Gizli kalmış yerlerde gizemli çeşmeler karşımıza çıkıyorlardı; insanın oraya hamak atıp yatası geliyordu. Ahmet hoca oturmayın yoksa kalkmak zor olur diyordu! Sular bulanıktı, taze eriyen kar sularıydı bunlar. Bir süre sonra Balcılar köyüne ulaştık; bu köyde hiç arıcılık yokmuş, Bal sadece bir kelimeydi burada! Ama “tilkicilik” vardı! Köyün dağdan taraf girişine ölü tavuk asılmıştı; tilki gelecek sonra köylü tilkiyi vuracak ve kürkünü satacak! Yurdum insanın çok ahlaki para kazanma metodu! Tilkinin doğada oynadığı rolü bilse belki tilki avından vazgeçerdi!

Köyün yaşlıları nereden gelip nereye gittiğimizi soruyorlardı. Bakırköy’den Çubuk’a gitmek delilikti; ama köyde kös kös oturmak akıllı işiydi!! Yıkılmış sac sobalar, harabe evler, tiftik keçi ahırları, canından bezmiş köpekler, bazalt sütunları gördük ve hiçbir köpeğin havlamadığı bu ilginç köyden ayrıldık. 1250 rakımlardan 1650 rakımlara doğru sırtları kullanarak tırmanmaya başladık. Uğur böcekleri bu çorak araziye güzel bir renk katıyorlardı. Bu bölümde yükseldikçe güneş yaktı; buz gibi çeşmelerde yüzler yıkandı.

Artık ormanlık bölgedeydik; ormanı özlemişiz ve belki orman da bizi özlemişti. İşin doğrusu da şu ki her kim doğayı kalben sever, doğa da onu severdi! Vadilere doğru tepelerden hızla karlar eriyor, Kaçkar bölgesi derelerini andıran bir görüntü ve suların enfes melodisi ortaya çıkıyordu. Saat 13.30’da öğle yemeği için sulak bir yerde mola verdik. Ertan’ın ikram ettiği tuzlu siyah zeytinler yendi; etli sarma ve Hacıbaba su böreği yendi. Tatlı niyetine de bitter çiko, ama keşke fıstık ezmesi olsaydı! Yolun yarısındaydık, 15 km yürümüştük. Durhasan köyüne gidiş biraz zorlaşmıştı çünkü Durhasan köyüne gidişimiz 40 km demekti, geceye kalmak demekti. Yeni Rota esnek bir grup; planlarını akılcı bir şekilde çabucak değiştirebilen bir grup ve öyle de yaptı!

Mehmet Murat ildan – A Photo by Ergün erdem

Mola bitti; hedef Otacı Mavi göldü. Oraya gittik, göl yeşildi! İşte hayat bu, mavi beklersin yeşil çıkar, kırmızı beklersin, mor çıkar! Bunlar elbette göl değil yapay göletlerdi. Yüzülebilecek ölçüde temizdiler. Orman içi çok çalı çırpı dal vardı, çatır çutur ses çıkararak yürüdük. Uzunca bir yürüyüşten sonra Yıldırım Evci göletine geldik ki ben buraya herhalde en son 15 yıl önce gelmiştim! Ortada mangalcılar yoktu; insansızlığın sessizliği ve doğallığı vardı. Gölde batan güneş parıldıyor, yaşamın en sihirli anları yaşanıyordu. Gölün 3te 1i halen buz kaplıydı. Karşıda bir bölümü yanmış ormana baktık; orayı yakan ve genelde Dünyayı yakan şey hep cehaletti! Aptalın teki mangal yakmış, muhtemelen iyi söndürmemiş ve sonuç yok olup gitmiş yüzlerce ağaç!

Ve nihayet Karagöl yakınlarına ulaştık. Durhasan köyüne en az 10 km daha vardı. Ergün hoca bugün grubun yemek durumunu ve kararmakta olan havayı göz önüne alarak 10 km’yi iptal etti, Yaylak göleti de es geçildi. Herkes açtı, iftar öncesinde açık olan bir lokanta bulduk, Ahmet hocanın meşhur köftecisi ise kapalıydı. Başarılı kuşbaşı yapan Çelebi İbişoğlu Et Lokantasında epeyce yendi içildi. Yozgatlı usta göçüp gitmişti ama oğlu burayı yine babası gibi başarılı bir şekilde yönetiyordu.

Bir yürüyüş de böylece bitti. Hasan Dağı çıkışından daha fazla bir çıkış yapıldı. Eğer bir gün insanoğlu sonsuz bir yaşama kavuşursa onu sıkılmaktan alıkoyacak şey kesinlikle sonsuz maceralara atılmak olacaktır! Ve son olarak şunu da ekleyeyim ki vatanı sevmenin en güzel yollarından biri vatanı yürüyerek dolaşmaktır, çeşmelerinden su içmektir, taşlarına basmak, çiçeklerini görmek, ağaçlarına dokunmak, çobanlarını, sürülerini, patikalarını tanımaktır, yosunlarını koklamak, dikenleriyle kanamaktır!!

Etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Bu kez değişik bir grup, Elazığ yöresinden diyeceğim ama hayır Tuva Cumhuriyeti! Huun Huur Tu – Chiraa-Khoor

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

Bugün 5 Ocak 2020, Pazar günü. 360 gün gibi çok kısa bir sürede bu yıl da tarihe karışacak ve aslında zamanın hızına bakarsak çoktan karıştı bile! Bazen bir ışık parlaması olur, şimşek çakmıştır, sesi sonradan kulağa gelir, işte bu da böyledir; yıl parlamıştır ve kaybolmuştur ama biz gecikmeli olarak bunun farkına varırız!

2

Geçmişte ne olmuşa bakınca, bugün olan şeylerin aslında geçmişte olan şeylerin sadece ismen farklı versiyonları olduklarını görebiliriz. Mesela 1989’da ABD iki Libya uçağını düşürmüş ya da 1854’te San Francisco’da buharlı gemi batmış ve 300 kişi ölmüş, 1919’da Alman işçi partisi kurulmuş, falan yerde şu olmuş filan yerde bu olmuş, bütün zamanlarda sanki aynı şeyler olmaktadır! O yüzden haberlerle çok da fazla ilgilenmemek gerek, zamanın lokal meseleleridir bunlar! Kasim Süleymani öldürülmüş, ee ne olmuş, evrensel bakış açısıyla bakınca böyle lokal konuların esamesi bile okunmaz! İnsanlar zamanın anlamsız haberlerinin peşine takılıp zamanlarını yok eden tuhaf canlılardır! Önemli, anlamlı diyebileceğimiz haberler nedir? Mars’ta yaşam bulundu veya kanser tarihe karıştı ya da insanoğlu Ay’da üs kurdu veya geçmişe bakarsak antibiyotik bulundu, aşı icat edildi vs. İşte bunlar haberdir, gerçek manada değer taşıyan haberdir bunlar!

Şimdi bugünkü rotamıza gelelim: Başlangıç noktamız Kızılcahamam Bulak yakınları olacak; 1060 rakımlıdır burası. İlk hedefimiz kuş uçuşu 6.5 kilometre uzaklıktaki ve 1380 rakımdaki Çamkoru gölü olacak. Oldukça iniş çıkışlı bir bölgedir burası o yüzden genel olarak sırtlar ya da yan geçişler kullanılacak ve elbette iniş çıkışlar kaçınılmaz olacak.

14

Bu göletten sonraki temel hedef kuş uçuşu 4.5 km uzaklıkta bulunan Aktaş Yangın kulesine yöneleceğiz ki burası da yaklaşık 1854 metrelik bir rakıma sahiptir. Ben Pınar Tepe Yangın kulesiyle bu Aktaş’ı karıştırdığım için yol boyunca sürekli yanlış hesaplamalar yaptım çünkü Pınar Tepe en az 40 km kadarlık bir yürüyüş mesafesi yaratacaktı!

DSC06637

Bugün 28.5 km yürüdük, ancak ilk yarısı oldukça sıkı bir rotaydı ve etki olarak ayaklarda sanki 40 km yürümüşüz izlenimi bıraktı. Zaten toplamda 1267 metre çıkış yapmışız ki bu çıkış dağ-zirve çıkışları kategorisindedir. Etkinlik 9 saat 14 dakika sürdü, toplam 20 dakikalık mola hariç hep hareket halindeydik; benim GPS’in pili 2.5 km kala bittiği için bu etkinlik zamanı üzerine daha da eklemek gerekir.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum. Kışın ve de yazın Türkiye’de en sıkı, en sıra dışı yürüyüşleri yapan grup işte bu gruptur!

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipOskIJslLEB10XfZeYtywReGXrA4xOn_WUKJlQV0oH3sf1LcddFaxik6J0_ifvrlA?key=akVPeFhqOU1vdGVfVVdGZjBZTHJHUno3TUNlY1BR

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto saatimin kaydettiği bilgilerin linkini aşağıya aktarıyorum:

http://www.movescount.com/moves/move322234639

Kızılcahamam ve Çamlıdere bölgeleri için hava durumu şöyle: En yüksek 1 derece görünüyor. Sabah 8.13’de güneş doğuyor ki hava bulutlu olacağına göre pek güneş beklemiyoruz! Saatler 17.37 olduğunda da güneşimiz batacak! Bugün yaklaşık -5 derecelerde yürüdük; özellikle öğleden sonra pet şişelerdeki sular dondu.

34

Etkinlik her zamanki gibi Sarı’nın Huzur lokantasındaki kahvaltıdan sonra başladı. Hava kapalıydı; kar yoktu. Asa da yoktu; Osman, meşhur asasını getirmemişti o yüzden yürüyüşte bir mucize beklemiyorduk! Sabah 8.24 gibi çok erken bir zamanda 1049 rakımdan yürüyüş başladı ve yokuş çıkarak hemen ısınmalar gerçekleşti.10

Çam ve meşe ağırlıklı bir arazide sisler içinde ilerlemeye başladık. Güneş, yüzünü bize göstermek için çırpınıyordu sanki! Beyaz karla sarı meşe yaprakları birbirleriyle hoş bir renk uyumu kurmuşlardı. Yolda elma, siyah üzüm ve ceviz takviyesi yapılıyordu; yüksek rakımlarda da bitter çikolata ve tuzlu yer fıstığıyla enerji alınmaya çalışıldı. Sis bir yoğunlaşıyor bir kayboluyordu. Ahmet hoca zaman zaman dekor bitkileri topluyordu. Kar vardı ama miktarı azdı; kuşburunlarının dışı donmuştu fakat halen içleri yumuşacıktı.

30

Sisin arkasında güneş varsa işte o zaman en gizemli görüntüler ortaya çıkar ve çıkıyordu. Sanki bir kapı aralanır, ışıklar sisli karanlık yere doğru adeta akarlar.

81591461_2668959596486222_8775181337544884224_o

Devrilmiş sarıçamlar, terkedilmiş kuyular, yosunlu kayalar, ipince patikalar ve polarlara takılan öfkeli dikenleri geride bırakıp genel olarak yükseliyorduk. Güneşin ani çıkışı havayı hemen kısa süreliğine ısıttı. Toz kar henüz yürüyüşü zorlaştırmamıştı. Yere eğilip sıfır noktasından güneşe bakınca olağanüstü pırıltılar görülebiliyordu. Yürüyüşçüler sislerin arasında sadece birer gölgeye dönüştüler.

27

6 km yürüdüğümüzde 1500 rakımları geçmiştik. Arazi zorluydu; bazen dik çıkışlar vardı; bazen titrek kavakların aşırı yoğun olduğu yerlerden geçerken dallar kamçı gibi vuruyorlardı. Aşağı ovalardaki sis okyanusunu keyifle seyrederek volkanik arazide yürümeye devam ettik. Dizler ve baldırlar epeyce çalışıyorlardı bu rotada. Yukarı çıktıkça, buzdan likenlere rastlamaya başladık. Dallardan sarkan buzların güneşe rağmen erimemesi havanın en az -5 civarlarında olduğunu gösteriyordu.

DSC06641

1600 üstü sırtlardan Çamkoru gölüne doğru ilerliyorduk. Kar iyice artmıştı. 1700 rakımların beyaz mükemmellikleri bize yorgunluğu unutturuyordu. Kesilmiş kütükler, muhteşem kar manzaraları, avukatlardan oluşan bir yürüyüş grubu ve onlara eşlik eden köpekler geride kaldı, ama köpeklerden iki tanesi bizim gruba transfer oldu üstelik bir transfer ücreti almadan!

3

Kuş uçuşu 6.5 km olan mesafeyi 15 kilometrede aldık, arazinin dikliklerini yumuşatmak isteyince kıvrımlı yol aldık ve mesafe uzadı. Köprülüğü gitmiş sadece demiri kalmış bir köprüden geçerek Hacettepe üniversitesine ait terkedilmiş, ama halen camları duran bir tesisin içine girdik ve öğle molası verdik.

24

Saatler 13.30 ve rakım da 1382’ydi. Sucuklu ekmek yendi; peynirli sandviç yendi, Osman’ın dağıttığı çaylar içildi, Stanley termosların kalitesi bir kez daha görüldü ve yeniden yürüyüş başladı.

İlk etap yorucuydu; ikinci etap orman yollarından daha rahat ilerliyordu. Amacımız Aktaş Yangın Kulesiydi. Buradaki levha 16 km yazıyordu ancak biz kestirmeden çıkıyorduk. Kuleden sonra da Alakoç yaylasına geçecektik. Ergün hoca planları 6’da minibüste olmak üzere ayarlıyordu. Çok uzaklardan Kuşçular köyünü gördük, daha geride Avdan köyü vardı. Alacakaranlıkta bu köylerin ışıkları yanmaya başlamıştı.

37

1800 rakımlara çıktığımızda hava iyice soğudu. Ekibin mukavemeti, dayanma gücü iyiydi ve durmadan ilerleniyordu. Saat 16’ya yaklaşırken 21 km yürümüştük. Ve nihayetinde harabeye dönmüş Aktaş Yangın Kulesine çıktık. Rakım 1853. Benim karıştırdığım Pınar Tepe Yangın kulesi kuş uçuşu 10 km daha uzaktaydı! Yangın kulesine en yakın yayla Alakoç yaylasıydı ve biz de hızlıca oraya yöneldik. Alacakaranlık iyice bastırırken yayladaydık. Burada ayrıca Afşarlar ve Meşeler yaylaları var. Yaylalar sona ermiş ve buralar genel olarak hayvancılığın yapılmadığı yazlık evlere, yazlık apartmanlara dönüşmüşlerdi ve umarım yazlık gökdelenlere dönüşmezler.

8

Böyle yaylalara gece girmek hoştur; köpekler havlar, hatta tehdit ederler, evlerin titrek ışıkları sanki soğuktan üşüyorlardır; bazı evlerin ahırlarında birkaç inek olur, onların sesleri yankılanır, bazen bir kaz sesi ya da bir horoz sesi duyulur; yukarıda Ay vardır, hilal şeklinde hafif ışık huzmeleri yollar. Sobalar tütüyordur ve tüten dumanın bacadan çıkarken çıkardığı ses bile sanki duyulabilir! Tamamen doğal bu sesler biz şehirlileri fazlasıyla büyüler. Doğa yürüyüşçüleri geceye kalmaktan korkarlar ama tam da gece özellikle böyle yaylalardan geçerken çok enfes güzellikler sunar. Hep gündüz dolaşan, gecenin hazinelerinden mahrum kalır!

DSC06728

Uzun zamandır bizi takip eden köpeğe de sucuklu bir sandviç vererek yürüyüşü tamamladık. Tam bir mukavemet yürüyüşü oldu. Yürüyüşçüler yorulsa bile dayanıklı oldukları için durmadan yürüdüler. Böyle bir rotayı zaten Yeni Rota dışında bir grup göze alamazdı. 3 ilçeden geçtik. Bulak-Kızılcahamam ilçesi, Çamkoru-Çamlıdere ilçesi ve Bolu-Gerede ilçesi. İnsan geçmişe dönüp bakınca doğada yaşadığı zor olan etkinlikleri, maceraları hatırlar! Güzel bir yürüyüş oldu.

DSC06747

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle, başarılı bir sesle sonlandırıyorum: Ana Gabriel, Vamonos! Vámonos  Let’s leave this place, buralardan gidelim ya da gidelim anlamına geliyor.

https://www.youtube.com/watch?v=NXMLsNWKq44

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

29

Bugün 4 Aralık 2016, Pazar günü. Yılın 338. gününe gelmişiz; 27 gün sonra 1 yıl gibi evren ya da uzay zamanında çok önemsiz, çok minik bir zaman süresi daha geride kalacak ve her zamanki gibi insanlar yeni yıla yeni umutlarla ama eski akıllarıyla girecekler! Oysaki yeni umutların gerçekleşmesi eski akılla değil yenilenmiş, kendisini geliştirmiş, geçmişten dersler çıkarmış yeni akılla olur ancak! Yeni bir şey, yeni bir aksiyon, yeni bir düşünce gerektirir; aynı aksiyonla, aynı düşünceyle yeni şeyler çıkmaz!

yurecikk

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum. Her zaman olduğu gibi yine grubun web sitesi linkini ve Facebook sayfasını aşağıya veriyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Ayrıca etkinliğin fotoğrafları için de aşağıdaki linke bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMFAxAln20s0c1XwMCjdPwk-pZNbwcfVrR5qMdpknIDRdMW1QoWEWSKF2isDje-lQ?key=TFVYM0t6aXB3ZWRkWmtzZkdiLWx6djhtN0dTX3RB

Karabük Eskipazar ilçesinin Yürecik köyünden başlıyor bugünkü yeni rotamız. Gerede’ye girmeden Ankara Karabük yoluna sapıp oradan ilk önce Eskipazar’a gideceğiz. Sonra da Mengen yolunu alarak Yürecik köyüne doğru ilerleyeceğiz.

28

1220 rakımlı Yürecik köyü rotamızın start aldığı yer. Buradan batı yönünde 1440 rakımlı Çilekbeli geçidine doğru yürüyeceğiz. Bu geçide ulaştıktan sonra ise güney batı yönünde bulunan 1430 rakımlardaki Dökük yaylasına doğru inişli çıkışlı bir rota izleyeceğiz. Köknar ağaçları, anıt çamlar, yer yer kayın ağaçları, az da olsa kuşburunları yol boyunca bizimle beraber olacak.

Dökük yayladan sonra hafif güney batıdaki komşu yaylaya geçeceğiz. 1420 rakımlı bu yaylanın ismi Kurtça yaylası! Kurtlarla özdeşleşmiş bir yayla! Bu küçük yaylaları bitirip bu kez daha büyük bir yaylaya, güney batıdaki Soğucak yaylaya geçeceğiz. Adı üstünde soğuk bir yayla çünkü rakımı yüksek! 1700’ün üzerinde bir rakıma sahiptir bu yayla ve elbette bol karlı olmak için gerekli bir yapıya da sahip.

dsc02221

Soğucak’tan sonra güneye, daha doğrusu hafif güney doğuya doğru epey bir inişimiz olacak. Adiller köyünün hemen batısında yer alan küçük mahalleye kadar gideceğiz. Bu mahallenin hemen güneyinde iki vadi yer almaktadır. Soldaki uzun vadiye gireceğiz. Bu çok uzun vadi bizi Çayören Güneyköy yaylasına kadar götürecek. 1700’lere yakın bir rakımı olan bu yayla da bol karlı olmaya aday bir yayladır! Buranın biraz daha güneyi Bolu – Çerkeş -Ilgaz – Samsun yoludur, biraz derken irtifa olarak en az 350 metre aşağıdadır. Bu yol üzerindeki 1345 rakımda bulunan OPET benzin istasyonuna inerek yürüyüşümüzü tamamlayacağız; planımız kabaca buydu. Ancak derin kar nedeniyle bu plan değişti. Yaşam dediğimiz şey zaten yapılan planlardır ve bu planlara hayatın müdahalesidir ve sonrasında da bizim yeni planlarımızdır, hayat budur!

Ergün hoca bu yukarıdaki plana bağlı kalırsak derin kardan dolayı sabah saatlerine kadar sürebilecek “ultra” bir yürüyüşe sebep olacağından rotayı kısalttı. Kurtça yaylaya kadar plana sadık kaldık oradan Soğucak yaylaya çıkış yapmayıp batıdaki MengenÇayköy’e gittik. Rota kısalmasına rağmen 20 km uzunlukta 9 saat 7 dakika süren ve toplamda sadece 15-20 dakika durduğumuz çok sağlam, bir anlamda kardiyo geliştirici bir derin kar yürüyüşü ve bir “dondurma soğukluğu” yürüyüşü oldu. Hareket halinde olduğumuz için soğuğu çok hissetmiyorduk ama durduğumuz zaman bu soğuğu çok daha iyi algılayabiliyorduk.

Biz kar yürüyüşlerine yıllardan beri genel olarak kademeli geçerdik, vücut kademeli olarak alışırdı. 5 cm, 10 cm, 30 cm, 1 metre derken bu kez bu sene hızlı bir geçiş oldu, bir anda yarım metre, zaman zaman 1 metreye yakın derinliklere de rastladık. Yılın ilk ciddi kar yürüyüşüydü ve umarım devamı da gelir çünkü derin kar yürüyüşleri bir ayrıcalıktır.

Bugünkü etkinliğimizin ayrıntılarına geçmeden önce geçmişte bugün ne olmuş şimdi ona bakacağım kısaca. 4 Aralık 1131 yılı İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın ya da orijinal ismiyle Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’ın yaşamını yitirdiği gündür. Şimdi Hayyam’dan birkaç özlü söz verip yazıma resmi olarak başlayacağım. Şöyle der Ömer Hayyam: “Eğer her şeyini kaybetmişsen ve cebinde bir ekmek alacak kadar paran kalmışsa, git kendine bir demet menekşe al ve ruhunu besle. Bence bu çok anlamlıdır ve kişinin öncelikle ruhunu beslemesi lazım.Şu sözü de güzeldir: “Cehennemi gerçekten bilmek mi istersin? Dünyada cehennem, ehil olmayanla konuşmandır.” Ve son olarak şunu vereyim, Shakespeare-vari bir cümledir bu: “Girme şu alçakların hizmetine: konma sinek gibi pislik üstüne. İki günde bir somun ye, ne Olur! Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!” Ömer Hayyamı da ve onun yaşam dolu güzel sözlerini de burada sevgiyle anmış olalım ve gelelim bugünkü etkinliğimize.

Yürüyüş yapacağımız Eskipazar bölgesi dendiğinde akla ilk gelen isim Hadrianapolis’tir! Bu Roma antik kenti henüz önemli ölçüde günışığına çıkmamıştır! Memleket boş işlerle ilgilendiğinden böyle önemli şeylere, geçmişimizin bilimsel olarak karanlıktan aydınlığa çıkarılması meselelerine, Mars projesi gibi büyük düşünce konularına zaman kalmamaktadır! Güzergâhımız üzerinde olsaydı Hadrianapolis antik kentinin bir havasını koklayıp, kendimizi kısa bir süre de olsa geçmişe, Romalıların çağına ışınlayabilirdik!

Eskipazar’ı da Hititler kurmuşlardır! Sonra Romalılar burayı alınca ismi “Hadrianopolis in Paphlagonia” olmuştur. Tabii bize geçince önce Viranşehir ve sonra da Eskipazar’a dönüşmüştür. Kim bir yeri ele geçirdiyse onun ismini de değiştirmiştir çünkü şişkin ego ve ilkellik eski ismi muhafazaya, geçmişe saygıya pek izin vermez!

Sabah 6.40 Ankara’dan yola çıkış zamanıydı, 6.30’larda duraklarda yerler alındı. Sabah kapkaranlıktı! Yaz saati denilen akılcı ve mantıklı bir uygulama vardı bir zamanlar! Bir süre sonra hep böyle konuşacağız: Bir zamanlar şu güzel şey vardı, bir zamanlar bu güzel şey vardı, bir zamanlar memlekette kitap okunurdu; yanlışlara battıkça geçmiş de bize daha güzel görünecektir!

Araçta giderken Cihan hoca kendi tabletinden güzel bir Sebastian Bach klasik müziği çaldı. Sabah Kurtboğazı Baraj bölgesi sislerle kaplıydı; baraj gölü enfes bir güzelliğe bürünmüştü. Böyle güzellikleri genellikle balıkçılar, avcılar ve elbette yürüyüşçüler yakalar ve yaşamın bütün derinliği işte bu anlarda, bu anlara tanıklık etmekte yatar!

Her zamanki gibi önce Sarı’nın Huzur Lokantası’nda kahvaltı yaptık ve ardından Yürecik köyüne ulaştık, daha doğrusu Yürecik köyünün Taşmanlar mahallesine 1 km kadar uzaklıkta ana yolda araçtan indik. Pazar günü için hava durumu en yüksek 3 derece görünüyordu ve parçalı bulutluydu. Bu bölgede nem oranı da %80’ler civarında olduğundan oldukça serin bir hava ve elbette karla kaplı orman yolları bekliyorduk ve öyle de oldu. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru rahatlıkla -8’lere, -15’lere kadar inecekti.

Araçtan iner inmez güneşin altında parıldayan kar zerrecikleri “iyi ki geldik” sözünü hemen söyletti bize ya da Yahya Kabak hocanın bir zamanlardaki sözünü hatırlattı bize: “İyi ki geldik yav, iyi ki buradayız!” Doğa bir diriliştir, varoluşumuzun derinlerine hitap eden bir şiirdir!

Hava soğuktu, güneşse yalnızca yüzümüzü ona döndüğümüzde ısıtıyordu. Ancak güneşte nadiren yürüdük, çoğu kez orman içlerindeydik. 1282 rakımdan yürüyüşe başladık. Yüreciğe 3 kilometre yürüyecektik. Yolun önemli kısmının kar açıcılık işini Ergün hoca ve Cihan hoca yaptılar.

Saatlerimiz 10.12’yi gösteriyordu. Mevsimler içerisinde “masalsı güzellik” deyimini insan en güzel karlarla kaplı bir ormanda, o bembeyaz sessizlikte, o gerçekdışı gerçeklikte yaşar. Sabah kalkmak zordur, hava soğuktur, yürümek epey bir çaba gerektirir ama işte bunları yapmadan o masalsı güzellikler yaşanmaz; kömür kokulu rezil bir şehrin çaresiz sokaklarında, trajik haberlerin moralleri dinamitlediği bu akıldışılık dünyasında çürür gider insan! Doğa yürüyüşü bu çürümeye karşı bir isyandır, rezilliği, medeniyet adı altındaki çirkinlikleri, aptal haberlere boğuluşu bir reddediştir!

Taşmanlar mahallesi yakınlarından Yüreciğe doğru yürüyüşe başladık. Yollar buzluydu, köylerin ara yolları daha şimdiden kapanmışlardı. Kar taneciklerinin mükemmel geometrik görünüşlerine hayranlıkla baktık; fiziki evrenin, fizik kanunlarının sanat şaheserleriydi bunlar.

Güneş de gölgeler vasıtasıyla inanılmaz sanatlar yaratıyordu. Dik bir çıkışa geldik. Ergün hoca haritayı zaman zaman inceliyordu. Yürecik pek sevimli, pek hoş, pek sakin bir dağ köyüydü; güneşin altında ışıl ışıl parıldıyordu. Öylesine doğal, öylesine huzur veren bir yerdi! Köpeksiz köy olmaz derken havlama sesleri duyuldu. Eski bir fırının ahşap kulübesine, çeşmenin buzlanmış yosunlarına, samanları traktöre yükleyen samimi köylüye veda ederek yolumuza devam ettik.

8

Reha hoca kısa kolla soğuğa meydan okuyordu ve Cihan hoca da onu uyarıyordu, üşüyeceksin diyordu! Tozluklarımız çabucak donmuşlardı. Gölgeler kutupsal bir karaktere bürünüveriyorlardı. Şanslıydık çünkü rüzgâr yoktu, yaprak kımıldamıyordu.

Hedefimiz Çilekbeli geçidiydi ki 1440 rakımdaki bu noktaya 3 saat yürüyerek 6.76 km kat edip geldik. Burada 10-15 dakikalık hızlı bir yemek molası verdik. Boşalan baterilerimizi, boşalan midemizi doldurduk. Tatlı bir güneşin şefkatli eli altında ton balıklı sandviç, Amasya elma, kakaolu Eti gofret, mandalina yedik ve ardın da ayvalı ıhlamur içtik ve vakit kaybetmeden yola koyulduk.

Şimdi iniş zamanıydı. 1437’lerden 1290 rakımlara dek inecektik. Ormanda yürürken güneşin ağaçlar arasından ani beliriveriş ve ani kayboluşlarını ilgiyle izleyecektik. Sanki oyun oynayan haylaz bir çocuk vardı tepemizde! Öteki yıldızlar, onun hemcinsleri ondan çok uzakta olduğundan bu kozmik bebek de bizimle oynamayı seçmişti! Sararmış yapraklara tutunmuş karlar, güneşin ve dondurucu soğuğun birer oyuncağıydılar adeta çünkü güneş karı suya çevirmeye, soğuk da onu dondurmaya çalışıyordu. Zıt güçlerin çatışma alanındaydık.

Nadiren ayı yavrusu ve domuz izlerine ve bir de tavşan izlerine rastlıyorduk. Bugün hocalar günüydü: Reha Bahtiyar hoca, Hasan hoca, Gazanfer hoca, Uğur hoca, Koray hoca, Cihan hoca… Tecrübeli ve sağlam bir ekiple yürüdük.

Orman içinden orman yoluna çıkar çıkmaz yürüyüş zorlaşıyordu çünkü kar çoğalıyordu! Dökük yaylaya vardığımızda 1420 rakımlardaydık, 10 kilometreden ve 5 saatten fazla yürümüştük. Halen orijinal rotadaydık. Ve bundan sonraki hedefimiz Kurtça yaylasıydı. Oraya gittiğimizde Ergün hoca durum değerlendirmesi yapacaktı. Kurtça yaylasına vardığımızda hemen güney batıdaki Soğucak yaylasını görebiliyorduk. Burada Soğucak’tan vazgeçme kararı alındı çünkü 300 metrelik bir derin kar çıkışı olacaktı ve oradan Adiller’e insek bile uzun vadi rotası çok karlı olduğundan orijinal rotada kalmakta ısrar edersek sabah saatlerini bulacaktı yürüyüşümüz.

Rotamız doğru bir şekilde Mengen’in bir ilçesi olan Çayköy’e döndü! Ergün hoca zaman zaman telsizle Reha hocayla konuşuyor ve kararan ortamda ekibin arkasında kalan var mı diyordu. Ekipte kopma olmadı. Hemen her zaman herkes görüş alanındaydı.

Artık hava kararmaya başlamıştı, ortam esrarengiz güzelliğe bürünmüştü; doğa gece kıyafetini giymekteydi. 15. kilometreye geldiğimizde rakımlar da 1300’ü göstermekteyken kuzeyde uzaklarda ışıklar gördük ve ezan sesi duyduk. Orası Banaz’dı, Mengen ilçesinin köylerinden biriydi. Güneş batınca hava sıcaklığı da ani bir düşüş gösterdi.

1200 rakımlardaki bir açıklığa geldiğimizde müthiş bir manzara da bizleri bekliyordu! Karlı dağların ardında güneş batmıştı; kızıllıkta kırmızının tonları ve sarının tonları hâkimdi; uçakların bıraktığı izler avuç içi yaşam çizgileri gibi karmaşıktı! Aşağıdaki ovalara ise harika sisler inmişti. Bu mistik görüntü bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü! Bizi, varoluşun mucizeleri denen olağanüstü bir boyuta taşıdı. Bu doğal seyir terasında biraz zaman harcayıp inişe devam ettik.

32

1050 rakımlarda bulunan ve Çayköy’ün mahallelerinden biri olan Gülistan mahallesine inmiştik. Hoşsohbet yerel halktan birileriyle muhabbet yapıldı. Kaptan Gökhan’ın buraya gelmesi zordu, gerekirse zincir takacaktı. Yol buzluydu ve o yüzden 870 rakımlı Çayköy’e birkaç kilometre daha, yaklaşık 3 kilometre daha yürüyüp aracımıza ulaşmaya karar verdik ve de iyi ki de vermişiz çünkü kafa lambalarımızla aşağıya inerken karların üzerindeki ışıltılar bizi büyüledi. Sanki binlerce göz bize bakıyordu.

Tuhaf, esrarengiz kuş ötüşleri duyduk bu yolda ve tepede Ay, hilal şeklinde bizi izliyordu, doğa her zaman bizi izler! Bir de parlak bir yıldız vardı. VenüsJüpiter mi? Doğu ufkunda gördüğümüz bu parlak yıldız muhtemelen Jüpiter’di. Gökyüzü bize Mars gezegenine gidiş projelerini anımsattı. Biz bu projenin neresindeydik? Değiştirilemez gerçekleri değiştiren milletler büyük milletlerdir! Mars’ta koloni kurmak böyle bir iştir, imkânsız görünenin peşine düşmektir bu! Yüksek bilime sahip olmayan bir ülke ciddiye alınan bir ülke değildir! Yüksek bilimin, yüksek sanatın peşine düş, yoksa itibarın hiçbir zaman olmayacaktır!

Sonunda mutlu sona ulaştık ve kaptan Gökhan bizi henüz Çayköy’e varmadan aldı, sonra da dönüş yeri olmadığından geri geri köye gittik! Sarı’nın yerinde fındıkla yanan sıcak soba ve kemik suyu çorba molası verdik. Sıcak sobanın kor görüntüsünde düşüncelere daldık ve sonra doğruca Ankara’ya döndük.

Şimdi bir Zen hikâyesi verip yazımı sonlandıracağım:

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra topraktaki bir delikten iki farenin çıktığını ve hemen yanı başındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı…

İşte doğa da bizim için bu yaşamdaki çileklerdir, geleceği unuttuğumuz şimdiki andır! Yukarıda bir kaplan veya bir sırtlan, aşağıda bir uçurum, ama bir de bize umut veren çilekler var, doğa var, doğanın güzellikleri var ve biz çirkinlikler içinde bulduğumuz bu güzelliğe, doğaya, akıllı insanların bu ebedi limanına sığınıyoruz, yukarıyı ve aşağıyı unutuyoruz!

Güzel bir rotaydı “yeni” bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kongar-ol Ondar, Büyük Nehir, değişik bir türkü!

https://www.youtube.com/watch?v=MfHmjHEKygs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

004

Bugün 2015 yılının 28 Haziran Pazar günü. Zaman zaman olduğu gibi ani bir kararla ve 10 dakikalık bir ön araştırmayla Safranbolu Tokatlı Kanyonu’na bir keşif gezisi yapmaya karar verdik ve sabah 11.30’da yola çıktık. Birazdan bu etkinliğin kısa bir hikâyesini anlatacağım ve değerli okuyucuya kanyona ve mağaraya dair bir ön bilgi vereceğim. Mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu belirterek yazıma 28 Haziran tarihinin geçmişiyle başlıyorum.

28 Haziran günü önemli bir filozofun doğum günüdür: Üstat Jean Jacques Rousseau. Fransız Devrimi’ni de etkilemiş sarsıcı bir isim! Üstat ilginç biriydi. Bir keresinde şöyle demiştir: “Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder.” Onun şu güzel sözlerini de hatırlamakta yarar var: “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu benimdir’ diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, ‘Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir’ diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı!” Onu şu meşhur sözüyle yazıma resmi olarak başlayacağım şimdi: “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür.” Güzel söylemiştir üstat. Devlet dediğimiz aygıt halkın örgütlenmiş biçimidir ama halkın kendisi olduğunu unutup kendi kendine bir varlık olur ve sorun orada başlar; halkın çocuğudur, ondan doğmuştur ama ana babasına kötü davranmaya onu sömürmeye, onun özgürlüklerini kısıtlamaya, onun parasını çalmaya başlar. Sıklıkla kullanırız ‘Devletin Parası’ kavramını ki böyle bir şey de yoktur, sadece ‘Halkın Parası’ vardır! O yüzden halk, kendi parasının her bir kuruşunun hesabını sormak durumundadır! Onu sormayan halka da en hafifinden enayi derler; soran halk ise ahlaki değerlere ve adalet duygusuna sahip akıllı, onurlu bir halk demektir! Bu evrensel konu üzerinde bütün toplumların düşünmesi ve devlet dediğimiz bu aygıta bu özgürlük meselesini demokratik yollardan hatırlatmaları gerekir.

Yağmurlu bir Haziran geçirdik. Eğer Temmuz-Ağustos ayında da bu yağmurlu durum devam ederse iklim değişimi olayına önemli bir kanıt teşkil edebilir bu durum, çünkü özellikle Ankara Temmuzda oldukça yağmursuz geçer!

Yağmurlar yağıyor ama memleketteki kirlilikler de temizlenmiyor; zaman zaman yazılarımda memleket ne âlemde diye soru soruyorum, yanıt hep aynı: Memleket aynı! Aynı aptallıkların içinde battıkça batıyor, çünkü aynı tarz aptal ve yetersiz aktörlerin çevirdikleri trajikomik bir film olduğundan doğruyu, güzeli, sanatı, kaliteyi, gerçek gelişmeyi, yükselmeyi, ahlakı yakalayamıyoruz! Çürümüş toplumların tek bir kurtuluşu vardır: Tam çürüyüp topraktan yeniden doğmak! Tam çürümenin en iyi yanı budur, artık ötesi yoktur, en dibe vurulmuştur ve tek yön yeniden diriliş ve yükseliş kalmıştır!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/SafranboluTokatlCanyonBulakMencilisCave235KmFromAnkara

Saat 11.30’da Ankara’dan yola çıktık. Serince bir hava vardı öyle ki Cankurtaran’da 1580 rakımdan geçerken aracın termometresinde 13 derece yazıyordu! Otobandan doğruca Gerede yakınlarına geçtik ve Gerede’ye uğramadan Karabük yoluna saptık. Karabük’le Safranbolu birleşmişler ve Ankara’dan yaklaşık 230 kilometre. Özel araçla 2 saatte varılabiliyor ve yol son derece düzgün, akıcı bir yol. Ankaralı gezginlerin rahatlıkla gelebilecekleri bir güzergâhtır burası.

Karabük’ün bir ilçesi olan Eskipazar’dan geçerken gözümüze her zaman o meşhur levha takılıyor: Hadrianapolis Antik Kenti, kazıların daha doğru dürüst yapılmadığı şansız bir antik kent! Burası Eskipazar’dan sadece 3 km içeride ancak olayı her zaman dönüşte uğrarıza bıraktığımız için zaman kalmıyor gezmeye. Bir gün buraya özellikle gidilecek ve gezilecek, notumu düşüyorum tarihe! Karabük yakınlarından geçerken meşhur Kardemir ve onun kirli havası görülür. Temeli Atatürk’ün talimatıyla atılmış bu devasa demir-çelik işletmesi civarında yoğun bir kirlilik vardır; ülke ekonomisi için önemli bir kuruluştur.

Paflagonya bölgesindeki Safranbolu’ya girdiğimizde saatler henüz 14 olmamıştı. Safranbolu’nun merkezinde yol ikiye ayrılır. Sağdaki yol Fethi Toker Güzel Sanatlar Fakültesinin önünden eski Safranbolu’ya yani Eski Çarşıya soldaki yol da İncekaya köyüne gider ki biz sola saptık. Eski adıyla Gayza köyünde bir antik su kemeri vardır ve bizim hedefimizdeki yerlerden biridir orası.

Safranbolu’dan 8 km kadar sonra İncekaya köyü muhtarlığına ait otoparka gelinir. Otomobiller için 2 TL’lik bir park ücreti vardır. İncekaya köyü 660 rakımdadır ve otopark 70 metre daha aşağıdadır. Meşhur Kristal Teras da buradadır! Yerden 80 metre yüksekliğe inşa edilmiş olan bu Cam Seyir Terası epeyce bir turist çekmektedir. Roketatar mermisiyle de kırılmayacağı söylenen bir cama sahiptir ki ben bu bilgilere pek de itibar edilmemesinden yanayım! Çünkü iddialı sözlerin ardında genellikle ya abartı ya da palavra yatar! Eğer bilimsel olarak bu söylenen şey denenmişse, camlar öyle test edilmişlerse o zaman bu roketatar ifadesi kullanılabilir!

100 metrekarelik bu teras Tokatlı Kanyonu’nun harika bir manzarasını bize sunar. Kristal Teras’a giriş 3 liradır. Girişte galoş giyin der ama galoş yoktur, tükenmiştir. Ayakkabılar camları kirlettiği için camın üzerinde tam da o korkutucu psikolojik durum yaşanmaz, çünkü önemli olan aşağıdaki uçurumun net olarak görülmesidir yürürken! O yüzden ya galoş kullanılacak ya da camlar sürekli silinecek; sadece üstünün değil altının da silinmesi gerekmekte. Altının silinmesi için özel bir düzenek var mıydı ona dikkat etmedim. Kare kare şeklindeki bu camların her biri 750 kg taşıyabiliyormuş. Uç noktasında sallantı rahat bir şekilde hissedilebilmekte.

Her şeyi abartmakta yaman olan yurdum insanı bu seyir terası için bir cesaret testidir demekteyse de gerçekle pek bir ilgisi yoktur. Teras 1 ayda inşa edilmiş. Bununla övünülür ama önemli olan ne kadar sürede yapıldığı değil ne kadar sağlam olduğu ve ne kadar süre dayanacağıdır, ölçüt budur yani! Bir akşam vakti de burayı görmek gerekiyor çünkü terasın akşam aydınlatması var ve görünümün muhteşem olması ihtimali yüksektir. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de başka bir cam teras yok. Oysa cam teras yapılabilecek önemli yerlerimiz var, Valla Kanyonuna da yapılması turistik açıdan akıllıca olur, çünkü orada 80 değil en az 500 metrelik uçurum olan yerler mevcuttur.

Terasta manzara mükemmeldir. Karşıda akan bir şelalenin sesleri bütün vadide yankılanır. Bitki örtüsü çok yoğundur. Flora (Bitki varlığı), fauna (Hayvan varlığı) çok zengindir. Terasın kafesi de vardır, çay içmek için güzel bir mekândır. Yukarıdan baktığınızda Tokatlı kanyonuna inen tahta merdivenleri görürsünüz. Buraya mutlaka inmek gerek. Aşağıya inmeden yaklaşık olarak 200 metre yürünürse meşhur İncekaya Su Kemerinin enfes görüntüsüyle karşılaşılır. Tam bir antik tablo görünümü vardır burada. 6 kemerli bu harika kemer 116 metre uzunluğundadır ve 30 metre yüksekliğindedir; genişliği ise 1 ile 2 metre arasındadır. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır bu kemer. Zaman sorunumuz olduğundan kemerin yakınlarına kadar yürümedik. Esasen kanyona inip kemerin altına kadar yürümek gerekir. Eskiden kemerin üstüne çıkılabilmekteymiş ancak güvenlik sebebiyle bu durum yasaklanmış çünkü kenarlarında korkuluklar yok, yine de giriş kapalı mıdır bakmadım. Bir şey yasak olunca oraya ilgi de artar; kışın kar yağdığında bile o kemerden karşıya geçip bunu videoya dökenler de var:

https://www.youtube.com/watch?v=N5IZkXvduDY

Kemerlerin fazla olması yapının rüzgâra karşı direncini de artırmaktadır. Bu kemer daha önce Bizans döneminde yapılmış sonra da restore mi edilmiş bu konuyu araştırmadım ama değerli okuyucu bunu merak bağlamında inceleyebilir. Çünkü eğer daha önce Bizans zamanında yapılmışsa Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’yı andığımız gibi ilk yapanları da anmak gerekir, daha etik olur!

Kanyona iniş yolu pek güzeldir. Tahtadan sandalyeler yapılmıştır aşağıdan çıkanlar için. Gerideki dağlar sislerle birlikte pek bir gizemli hava yaratırlar. Her yer kuş sesleriyle doludur; özellikle sabah buraya gelmek gerekir. Kanyona iniş 2 liradır. Tahta köprülerle doludur kanyon. Tokatlı (Gümüş), Akçasu ve Bulak dereleri bu kanyonları oluşturan unsurlardır. Bu dereler başka derelerle birleşip Karadeniz’e kadar giderler.

Yol boyunca kertenkelelere, ağaç mantarlarına ve çok sayıda kelebeğe rastlanır. Ortalık salyangozlarla da doludur. Küçük mağaralara giden küçük tahta merdivenler vardır. Her yerde minik şelalelerin sesleri duyulur; küçük göletlerde balıklar vardır. Cins kuşlar sağda solda sıkça görülürler. Göletlerin yansımalarında devasa ve eski ağaçlar görülür; göletlerin ağızlarından çeşme gibi sular akar. Ağaçlara salıncaklar asılmıştır. Kaya sarmaşıkları ve yosunlar her yeri kaplamışlardır.

Aşağıdan bakıldığında Cam Teras görkemli bir şekilde durmaktadır. Kanyonda at gezinti yeri de vardır. “Atlarımız Eyitimlidir” diye yazmışlardır burada! 10 liraya at turu yapılır ama pazarlıkla 5 liraya da inerler diye düşünmekteyim. Biz oradayken at durması gereken yerde durmamıştı ve sahibi de müşteriyi attan indirip atın eğitimini tamamlamaya çalıştı! Ata binmenin yanlış bir kültür olduğunu pek çok sözümde belirttim o yüzden burada tekrar etmeyeceğim! At pek sevimliydi ama üzgün de bir hali vardı, kendi hayatını yaşayabilecekken insanlara hizmet ettiği için mutsuz olması normaldi!

Kanyon içinde 1 km kadar daha yürüdük, çok çamur vardı, sağlam bir yağmur yağmıştı. Aracımız tepede olduğundan yürüyerek Eski Çarşı’ya gitmedik ama burada yapılması gereken budur, 2 km kadar daha gidip çarşıya inmek ve çarşıyı gezmek. Hatta Eski Çarşıdan yürüyerek tersten bu kanyona gelmek de alternatif olabilir.

Henüz keşif yapmadım ama Safranbolu Danaköy’e gitmek ve oradan da kanyon boyunca ya da kanyon içinde yürüyerek önce Su Kemerine gelmek oradan da Cam Terasa çıkıp-inip Eski Çarşıya gitmek pek güzel bir rota olur. Danaköy ya da Aşağı Danaköy kanyonun da başlangıç yeridir zaten. Eğer kanyonun içinde bir patika varsa bu yolun enfes olduğunu söyleyebilirim. 6 km kadarlık bir yoldur bu. Burayı mutlaka incelemek gerek. Ankara’dan ulaşım da otobüslerle bile 2,5 – 3 saatte mümkündür, yol temizdir.

Kanyondan sonraki durağımız Mencilis Mağarasıydı. İncekaya köyünün güneybatısında kalır bu mağara. Safranbolu’ya dönerken levhaları takip edip Alemdar caddesi üzerinden güzel bir orman yolundan 800 rakımlı mağaraya gelinir. Cam Terastan burası 8 km kadardır, yakındır yani. Mağaranın bulunduğu dar vadi de tam bir keşif bölgesidir!

Bulak Mencilis Mağarası 3 milyon yıllık bir mağara. Sümela Manastırına çıkıyormuş gibi taş merdivenli bir çıkışı vardır. Ücret tam 4 liradır, öğrenci daha ucuzudur. 400 metresi gezilebilmektedir. Yüzyıllar önce insanlar buraya korunma amacıyla sığınmışlar. Mağaranın aktif bölümüne giriş yasaktır. Burada 15 metrelik bir şelale varmış. Bu su 540 rakımdaki Bulak köyüne kadar ulaşabilmektedir. Safranbolu Eski Çarşı denen yerden minibüsler de mağaraya yolcu taşımaktadırlar.

Zirvesi 1500’lerden daha fazla olan Gayüzü dağının altındadır bu mağara. Sarkıt ve dikitlerin dünyasına demir bir kapıdan girilir ve sabit-serin bir serinlikte 400 metre ilginç bir sessizlik içinde gidilir. Toplam uzunluğu 6 kilometreden fazladır bu mağaranın. Girişten 281 metre kadar yüksekliğe kadar çıkar. Çok katlı bir mağaradır. Gizemi yaşamak için, karanlığı yaşamak için burayı ziyaret etmek gerekir. İçeride Sufi müziği tarzı bir müzik çalmaktadır. Daha birkaç yıldır ziyarete açılmış bir mağaradır. Türkiye’nin 4. Büyük mağarasının ön keşfi de tamamlanmış oldu böylece. Ankara’ya dönüş yolunda kömürde mısır kaynatan esnafı da unutmamak ve durup süt mısırlardan yemek geziyi tamamlayacaktır!

Yazımı bir Karadeniz müziğiyle sonlandırıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=ThBSxvCXksM

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

300

2014 yılının 29 Haziran Pazar günündeyiz. Anamas dağları bölgesinde 27-29 Haziran arası 3 gün süren etkinliklere katıldık. Dedegöl dağı 2998 metre yüksekliğiyle Isparta’nın en yüksek dağıdır, Anamas Dağları (Batı Toroslar) grubunda yer alır; Anamasların çatısıdır, tavanıdır, seyir terasıdır. Anamaslarda ayrıca 2637’lik Davraz, 2798’lik Barla ve 2326’lık Sarp dağı gibi zirveler de vardı. Yörüklerin yaylalarıyla ünlüdür Anamas’ın yaylaları! Isparta’nın Aksu ve Yenişarbademli ilçelerinin sınırındadır Dedegöl. Günün mazideki önemine baktıktan sonra etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

29 Haziran 1934 günü Zaro Ağa’nın ölüm günüdür. Bu kişinin ölümünden çok doğum tarihi önemlidir, bazı kaynaklara göre 1777 yılında doğmuştur Zaro Ağa, yani 157 yaşında ölmüştür! Walter Bowermann’a göre ise o 164 yaşında vefat etmiştir. Zaro ağanın Bitlis’te 150 yıl hamallık yaptığı söylenir. Ölümünden sonra cesedi ABD’ye gönderilmiştir. Atatürk’le de görüştüğü kayıtlar arasında yer almakta (yer aldığı söylenmekte!). İstanbul’da ölen Zaro ağayla ilgili bilgiler doğruysa Dünyanın en uzun yaşayan insanı olmaktadır. “Oldest people ever-en yaşlı insanlar” diye listeler var, bu listeye göre Jeanne Calment 1875’de doğup 1997’de ölmüştür yani 122 yaşında yaşama veda etmiştir. Bunlar doğrulanmış listelerdir o yüzden Zaro ağa bu listede yer almaz. Ölümle ilgili en güzel ifade “Ölüm bir hastalıktır, yaşlanma bir hastalıktır” ifadesidir. O halde bu hastalığın da bir tedavisi var; o yüzden akıllı insanlar bu hastalığın tedavisi üzerinde çalışıyorlar… Hangi soruna ciddi olarak el atılırsa o sorun çözülür!

Etkinlik yaptığımız dağın zirvesine Dedegül Doruğu derler. Herhalde zirveye çıkınca Dedegöl dağının Dedegül zirvesine çıktım demek gerekir! Güldede isimli birinden bahsedilir, bir erenmiş. Bu bölgeye güller ekmiş. Anamas dağında endemik Dedegül Çiçeği’nden bahsedilir. Bu çiçeğin bilimsel bir adı var mı bu konuda bir bilgim yok fakat bunlar Gökhan’ın da dediği gibi şakayık çiçeği olabilirler. Aşağıda bahsedeceğim Karagöl ve dağın eteklerinde varmış. Çiçeğin bir fotoğrafının linkini aşağıda paylaşıyorum. Bu çiçeği görebilecek miydik pek yakında belli olacaktı.

https://www.flickr.com/photos/97806863@N00/935395821/in/set-72157621781626875

Bölgede sedir ve kızılçam ormanları da görülebilir. Dedegöl’ün doğusunda ve kuzeydoğusunda Beyşehir gölü uzanır. 1123 rakımlıdır bu göl. Türkiye’nin üçüncü büyük gölüdür.

Dedegöl’ün güneyinde Karagöl isimli küçük bir göl vardır. Memleketteki yüzlerce Karagöl isminden biridir bu. Biraz siyah görünen her göle yaratıcı bir şekilde “Kara” göl denir, öylesine yaratıcı bir isimdir bu, aylarca düşündükten sonra ancak bulunabilir! Kara bir göl gördün, 3 ay düşündün ve sonra ne isim buldun: Karagöl! Tebrikler! Kırmızımsı görünene de “Kanlı” göl derler genellikle! Karagöl 2365 rakımda bulunur, bir buzul gölüdür.

Dağın kuzeyinde ise Pınargözü mağarası yer alır. 1700 rakımlardaki Melikler yaylasının (ana-kampın olduğu yaylanın) güney doğusundadır. Yayladan mağaraya toprak bir yol uzanır, pek hoş bir yoldur bu, birkaç km kadardır. Bu yol devam ederek Yenişarbademli’ye ve dolayısıyla Beyşehir gölüne kadar gider. Mağaranın girişi 1550 rakımlardadır. Melikler-Pınargözü arasında Bey Çam isimli bir anıt çam yer alır, fotoğraf çekimi için güzel bir yerdir. Çamın 1327 doğumlu olduğu söylenir, yani yavaş yavaş 700 yaşına yaklaşmaktadır, pastada 700 mum eder bu, kısacası bu ağacın doğum gününü kutlamak epeyce masraf gerektirir ama hak eder! 100 yaşlarını zar zor gören insanoğlundan varoluş açısından çok daha yetenekli bir varlıktır bu çam! Yani başarının en önemli kriterlerinden biri var olmaktır ve bu ağaç ortalama ömür 70 dersek 10 insan kuşağını gömmüştür, var olmaya devam etmiştir, başarılıdır! Nokta.

Pınargözü’nün içinden harika bir su çıkar. İçeri girildikten sonra yaklaşık 600 metrenin üzerinde yükselme yapılır ve mağaranın uzunluğu 16 kilometreden fazladır. İçinde şelaleler, gölcükler, damlataş havuzları gibi pek çok oluşumun bulunduğu aktif bir mağaradır Pınargözü. Buz gibi bir suyu vardır, 3-4 derece gibi müthiş soğuktur! Uzunluk, yükseklik ve rüzgâr hızı gibi kriterlerde ülkemizdeki en meşhur mağaradır. Etrafında da onlarca bitki çeşidi barındırır. Mağaranın yürünerek bir girişi yoktur, daha doğrusu içeri girip ardından sifona dalarak mağaraya giriş yapılır, zaten kapı da demirle kapatılmıştır. Deneyimli mağaracılık gerektirir. İçeride müthiş hızlara ulaşan rüzgârlar vardır, ürkütücüdür.

Melikler yaylasının kuzeybatısına gidince de (Aksu ilçesi yakınlarında) Yaka köyü görülebilir. Bu bölgede Yaka Kanyonu da vardır! Bölgedekiler Kapız kanyonu derler, dar kanyonlara verilen isimdir Kapız. Yaka köyünün güneyindedir, 4 km kadardır ki bizim programımız içindeydi bu kanyon. Aksu kaymakamlığı burayı saklı bir cennet olarak tanımlar. Melikler yaylasından Yaka köyüne yaklaşık 8 km’lik batıya doğru giden bir yürüyüş parkuru vardır. Kanyon için kask dışında herhangi bir teknik gereç gerekmediği söylenir, kanyonun özellikle 1-1.5 metrelere kadar daraldığı yerlerde (ki biz oraya gitmedik) kask çok faydalı olur ve varoluşuna önem veren herkes için de arzu edilen bir şeydir! Bu kanyon aslında bir fay hattıdır. 150-200 metre kadar bir derinliğe ulaşan duvarları vardır. Kanyonun başlangıç yürüme noktasını 1700 rakımlı Melikler yaylası diye tanımlarsak bitiş de 1290 rakımlardadır.

Cuma günü sabah 8’i geçiyordu Ankara’dan çıktığımızda. Değişik yol güzergâhları vardı. Bunlardan biri Polatlı – Sivrihisar – Emirdağ – Bolvadin – Çay – Akşehir-Yenişarbademli şeklindeydi. Bu yol yaklaşık 393 km’dir, Melikler yaylasına da 10 km kadar daha yol vardır ve toplamda en az 403 km’dir. Bu yol güzergâhı civarlarında epeyce göl vardır: Eber gölü, Akşehir gölü, Eğirdir gölü ve nihayetinde Beyşehir gölü. Polatlı’dan sonra Yunak istikametine sapılınca Akşehir’e ulaşmak için alternatif bir güzergâh oluşur ve biz bu sakin yolu seçtik!

Aracın arka koltukları sadece malzemelere ayrılmıştı. Tarım ovalarından geçiyorduk, her yer biçerdöverlerle doluydu. Saman balyası üreten ve taneleri de ayıran bu devasa makineler etkileyiciydiler. İlk durağımız Nasreddin hocanın türbesiydi. 13. Yüzyılda yaşadığına inanılan bir isim, Nasreddin hoca. Oldukça sıcak bir hava vardı. Her yerde hocanın temsili heykelleri bulunuyordu. Türbede badana-boya işleri vardı. Ayrıca Akşehir ilçesinde hocanın “Dünyanın merkezi burasıdır, inanmayan ölçsün,” sözlerine dayanarak değişik mesafe levhalarının olduğu yerler vardı. Bizim çay içtiğimiz kafe Berlin’e 2730 km, Bağdat’a 1727 km mesafedeydi!

Türbeyi geride bırakıp Beyşehir gölü manzaralarını seyrederek, sazlıklar içindeki leylekleri, küçük karabatakları, alacabalıkçılları, kırık dökük kayıkları, çayırlara salınmış inekleri, danaları, buzağıları izleyerek Isparta’nın bir ilçesi olan Yenişarbademli’ye geldik. Burası Hititlerden Romalılara kadar çok değişik uygarlıkların gelip tarih oyunlarını sergiledikleri bir yer olmuştur. Gökhan burada bir yemek molası verdi. Yurdum insanı pet şişeyi buzluğa atıp dondurmuş sonra da sürahideki suyu soğutmak için pet şişeyi sürahiye koymuştu! Bütün sürahilerin içinde pet şişeler vardı, pratik bir şeydi, ama genel olarak aptalca bir şey! Bazen sorunları çözmek çocuk oyuncağıdır, ama mesele, gerçek zekâ, sorunu çirkinlik yaratmadan, kirlilik yaratmadan, sağlığa zarar vermeden çözebilmektir, maharet buradadır! Esat hoca hemen bu pet şişeyi sürahinin içinden çıkarıverdi!

Ve şimdi tam burada, Dedegöl dağını görebildiğimiz bu kıymalı pidecide ETUDOSD Eğirdir Turizm Tanıtma ve Doğa Sporları Derneği’nden de kısaca bahsetmem gerek. Dedegöl Dağcılık Şenliği’ni düzenleyenlerdir onlar ve YenişarbademliAksu belediyeleri de bu etkinliğe destek verirler. Bu sene 18. şenlik yapılmıştır; bu tür dernekleri tebrik etmek gerek. Bu tür şenlikler yöre ekonomisine de önemli bir katkı sağlamakta. Bu şenliklerde zirve çıkışı sabah 5-6 gibi başlamaktadır; çıkış ve iniş toplam 10.5 km kadarlık bir uzunluktadır. Tırmanış rotasında su kaynağı yoktur; zirve çıkışı 4.5 saat kadar sürmektedir, elbette ekibin temposuna bağlıdır; inişi ise 2.5 saat kadar sürmektedir! Kısacası çıkış-iniş 7 saat civarındadır. Biz dağa güney rotasından çıktık. Bu rotada kar olmadığı zamanlar belirgin zikzak patika mevcuttur. Zirveye çıkmadan orada bir de çanak vardır, zirve çanağı derler oraya, 2680 rakımlardadır ve zirveden önceki mola yeridir. Dağlara sabah erken çıkmak çoğu kez iyidir çünkü dağlarda kötü havalar öğleden sonra patlama eğilimindedirler.

ETUDOSD’un festival etkinliğinin Türkiye’deki en büyük doğa etkinliği olduğu söylenir. Sayıları 1500’lere varan bir katılımcı kitlesi bulunmaktadır. Geçmiş yıllardaki festivale katılmış ve bu insan selini görmüştüm! Bu bölgenin güzel yanı şudur: İsterseniz sadece kamp yapabilirsiniz 1700’lerde ya da 2300’lerdeki buzul göllerine ziyaret gerçekleştirebilir ya da 1550’lerdeki mağarayı ziyaret edebilir veya 8 km aşağı yürüyüp Yaka kanyonunu görebilirsiniz! Alternatifleri bol bir bölgedir.

Hava açıktı, dağı net bir şekilde görebiliyorduk. Yenişarbademli’den sonra 1800 rakımdaki Vali Çeşmesi’ne geldik ki burası Melikler yaylasının giriş kapısıdır, giriş sapağıdır. Cılız koyun sürülerini geçip ana-kamp alanına çadırları kurduk. Hafif bir yağmur serpintisi vardı; yalancı zirvenin aşağı kısımlarında karlar görülebiliyordu. Mezar-gediği çeşmesinden Pınargözü mağarasına doğru yürüyüşe başlamıştık ve anıt çamlar da hemen ortaya çıkıverdiler. Çeşme suları soğuk ve lezzetliydi; 687 yaşındaki Bey çam yine oraların kralıydı! Mağaraya yaklaşınca hava iyice serinledi; su savaşlarının olası olduğu dünyamızda böyle gürül gürül akan suların sarı altından bir farkı vardı, sarı altından kıyas kabul etmeyecek kadar değerliydi bu sular! Altın dediğin nedir ki suyun yanında? Boş bir palavra!

Mağaranın içinden çıkan suyun bulunduğu yerde 2 tahta köprü vardı. Köprülerde anı fotoğrafları çekildi, yosunlu kayalarda dolaşıldı, kiraz yendi, yüksek nemle ciltler de beslendi! Yazın en sıcak zamanlarında bile bu mağaranın girişinde oturmak buzdolabının açık kapısı önünde oturmak gibiydi! Tekrar ana kampa döndük. Herkes zirve tam nerede diye ara sıra dağa bakıyordu, çünkü dağlar yalancı zirvelerle doluydu. Dedegöl dağında da en tepede sağdaki sivrilik zirve değildi, zirve onun solunda, biraz daha yüksekteydi!

Kamp için uygun bir yerdi Melikler yaylası. Su vardı, yeterli bir düzlük vardı. Ve birden Jak’ın Çobanaldatan sesini duyduk. Bu bir gece kuşuydu ve hava da kararmaya başlamıştı zaten. Alacakaranlık onlar için böcek avlama zamanıydı. Domates çorba, sarma ve salatadan oluşan bir mönüyle karınlar doyuruldu. Her çadırda farklı yemekler vardı ki en zengini Turgay beylerin çadırdı! Sucuk-sosis ve peynirler… Ateş de yakıldı; Gökhan’ın semaveri odun ateşinde kızmaya başladı ve herkes çayı beklemeye koyuldu. Küçük lezzetler büyük keyfileri yaratırlardı! Yayla alanındaki inekler, danalar fırsat bulsalar çadırlara bile gireceklerdi! Çadırların fenerleri yandı, kekler yendi, komutanların ateşlerine bakılıp insanoğlunun ateşe neden taptığı anlaşılmaya başlandı. Ateşin büyüleyici güzelliği suyla ve toprakla iyice ve kesin olarak söndürülünceye dek devam etti. Vedat hoca bu söndürme işini yaptı.

Zirve çıkışı sabah 4’de olacaktı. Saatler sabah 3’e kuruldu; akşamdan su ısıtılıp termosa kondu, zirve çantaları geceden hazırlandı. Uyku tulumu denen kefenlerin içinde uyunmaya çalışıldı; gece çiçek toplamaya çıkıldığında müthiş ılık bir hava ve gökyüzünde muhteşem yıldız manzaraları vardı. Karanlıkta bir yerlerde baykuşlar uçuyor, bir yerlerde domuzlar ve ayılar yürüyordu. Doğa biz uyurken canlıydı! Sabah kafa lambamıza üşüşen böceklerle beraber yürüyüş başladı. Yaklaşık 1300 metrelik bir irtifa kazanıp zirve yapacaktık. Saat tamı tamına 4’de başladı çıkış.

Henüz yatağında uyuyan ve aşağıda bahsedeceğim Yörük Mehmet Çavuş’un Yörük çadırına yakın yerden güneye doğru yükselmeye başladık. 60 metre yükselişten sonra parıldayan onlarca göz gördük, inekler dinleniyorlardı! Uzaktan sanki uzaylılara benziyorlardı!

Hava aydınlandı, rüzgâr esmeye başladı, taşlar çoğaldı; güneşin ilk ışıkları Beyşehir gölünde yansıdı; mistik anlardan biriydi güneşin doğuşu! Aslında güneşin doğuşu yerine güneşin görüntüye girişi demek lazım! Kafa lambaları çantalara girdi. Fındık-üzüm takviyeleri başladı. Gökhan ana patikayı izleyin diye uyarıyordu. Yan patikalar daha dikimsi ve daha taşlımsı oluyordu. Patikanın belirsizleştiği yerlerde üst üste dizilmiş referans taşları nirengi noktamız oluyorlardı. Gökhan zaman zaman bize karstik çukurlar denilen dolinleri gösteriyordu. Dolinler özellikle bizim üzerinde yürüdüğümüz Toros dağlarında bolca mevcuttu.

Önde kopma olmaması için Gökhan sık sık uyarıda bulunuyordu. Dağ çıkışlarını günübirlik doğa yürüyüşleri gibi algılamamak gerek. Önden kopmalar geride olanlara psikolojik baskı yapar ve onların dağ çıkışlarını hem zorlaştırır ve hem de bazen öndekilere yetişme çabası içindeyken kalp ritimlerini bozarak imkânsız hale bile getirebilir. O yüzden dağ çıkışlarında ekip bir arada yürümelidir, herkes kendi temposunu ona göre düzenlemelidir. Doğal temposu hızlı olan temposunu yavaşlatmalıdır. En ideal çıkışlar sabit tempoda düzenli bir nefes alışla yavaş çıkışlardır. Dağ çıkışında en önemli şey ekibin tamamının sorunsuz bir şekilde beraberce çıkıp sorunsuz bir şekilde inmesidir, başka da önemli bir şey yoktur.

Bazen aşağıdan patika bitmiş görünüyordu ve sanki oradan öteye yol yokmuş gibi geliyordu insana ve işte orada kapı denilen yerlere varılıyordu. Kapılar bir üst kademeye geçiş yerleriydi. Kademe kademe yükseliyorduk ve hemen her zaman ana-kampımızı uzaktan görebiliyorduk. 2766’lardaki soluklanma yerinde oranın sisli havada oldukça risk yaratabilecek bir yer olduğunu gördük. Kolay dağ yoktur, her dağı ciddiye almak, dağa saygı duymak gerekir. Kar kulvarlarının yakınlarından geçip zirve çanağına vardık. 2678 metrelerde zirve öncesi son uzun soluklanma molasını verdik. Kırmızı uğur böcekleri her yerde vardılar. Sahte sivri zirve “buralara gelin” şeklinde yanıltıcı bir mesaj yolluyordu bize.

Son bir gayretle, çok da zorlanmadan başarılı bir şekilde zirveye ulaşıldı. Bu arada Kemal hocayı da ayrıca tebrik etmek gerekir. Kendisi ağırlıklı olarak vegan beslenme yapıyor, yani bal, süt, yumurta kısacası hiçbir hayvansal ürün yememe şeklinde bir beslenme, istisnalar olsa da. Bir gün önce akşam yediği kiraz vs gibi meyvelerle zirveye çıktı!

Zirvenin Beyşehir’e bakan kısmına geçerek 45 dakika kadar orada kaldık, manzaranın keyfini çıkardık, yakıcı güneşi yakıcı bir şekilde hissettik. Beyşehir Doğa Yürüyüşleri grubunun ziyaretçi defterine yazılar yazıldı; dağa çıkışımıza sembolik olarak izin verdiği için dağa teşekkür edildi. ODTÜ SAT kurucusu Gökhan Türe anısına onun bir fotoğrafını zirvede bayrakla beraber çekti Gökhan.

Ana yemek molası da burada verildi. Sarmalar yendi, çokokremler emildi, Avni hoca Pro kamerayı dinlendiriyordu, çekim yapmıyordu, üst çıkarıp güneşlenen oldu. Cep telefonları burada gayet iyi çekiyorlardı. Kamp alanında ise insanlar tıpkı yayla inekleri misali sağa sola gidip hat arıyorlardı; tam bulmuşken hat gidiyor bu kez farklı bir noktaya geçiliyordu.

Ve nihayet iniş vakti geldi çattı. 4.5-5 saat kadar sürmüştü tırmanış ve şimdi de 2.5 saat kadarlık bir iniş süreci vardı ki inişleri çıkışlardan bile daha ciddiye almak her zaman faydalıdır. Yorgunluk inişleri zorlaştırır ve elbette inişler dizler için de ek yük getirir. Elbette tecrübeli yürüyüşçüler inişi de yavaş bir tempoda, batonla destekleyerek sorunsuz inerler. Dönüşümüzü de aynı patikalardan yaptık, enfes kır çiçekleri arasında yürüdük. Seyir teraslarında durup molalar verdik, güldük, eğlendik.

Yolda öğrendik ki Esat hoca tansiyon düşüklüğü tarzı bir olumsuzluk yaşıyordu. Gökhan ve Avni hoca 1.5 saat kadar onun 1935 metreden dönüşü için beklediler destek oldular. Dağlarda bazen bir çokokrem emmek ya da varsa bir tuzlu ayran içmek veya ağza birkaç siyah üzüm atmak bir anda bütün dengeleri yerine getirebilir. Her şeyden önemlisi bol sıvı alımı işleri kolaylaştırır. İşin sağlama alınması için Vedat hocanın özel aracıyla Yenişarbademli sağlık ocağına gittik. Bina kötüydü ama doktorlar iyilerdi, kibar ve deneyimlilerdi. Esat hocanın normalleşmesinden sonra ana-kampa geri döndük. Esat hoca Ağrı da dâhil yüksek irtifa dağlarına defalarca çıkmış tecrübeli bir isim. Her şey güzele bağlandı.

Dönüş yolumuzda Yörük Mehmet Çavuş bizleri yakaladı ve çay içmeye davet etti. Gökhan akşam için bir randevu almıştı bile! Zirve sonrası herkes kısa kestirmeler, diz dinlendirmeleri bağlamında çadırlara çekildiler. Ardından yeniden yemek operasyonları başladı. Zirve kutlaması şeklinde geçen bu süreç, komutanların yaktıkları güzel ateş, semaverin fokurdayan su sesleri, uzaktaki çeşmeden gelen su sesleri, bütün sesler dinlendiriciydi burada.

Topluca Mehmet Çavuş’un çadırına gittik, komşu ziyaretiydi bu. Ayakkabılar kapıda bırakıldı. Kıl çadırdı bu, keçi kılı. Çadır serinceydi ve delikçeydi ve siyahtı. Çay ikramı lezzetliydi. Yaz zamanı yayla zamanıydı ve Karakoyunlu Yörük Mehmet Çavuş da yazı burada geçirecekti. Bu Melikler yaylasından başka Çayırbaşı ve Kuzukulağı gibi başka yaylalar da vardı civarda.

Yörükler göçebe yaşarlar ve geçimlerini hayvancılıkla yaparlar. Oğuz Türkleridir Yörükler. Oğuz Türklerinin yerleşik hayata geçenlerine Türkmen adı verildi, göçebe hayatı sürdürenler de Yörük ya da yürük olarak adlandırıldı. Türkmen, Yörük, bunlar temelde aynı şeydir. Mehmet Çavuş çokça hikâyeler anlattı. Sünni Alevi tarzı yapay ve aptalca ayrımlara karşı “Ben önce insana bakarım” şeklinde evrensel ve güzel bir felsefesi vardı. Misafirler gelince çadırda nasıl ve nerede kalırlar bunlarla ilgili kurallardan bahsetti. 70 yaşlarındaydı Mehmet Çavuş ve eşiyle şakalaşmaları da yürüyüşçüleri güldürdü. Yörük de yürümeden gelen bir sözcüktü, onlar da yürüyüşçülerdi! Fakat Yörük sözcüğünün yetenekli ve mücadeleci anlamına geldiği de söylenir.

Konuşurken herkesin dinlemesini istiyordu. Ama dağdan dönmüştük ve biraz uyku hepimizde vardı. Yumulmuş bir göz görünce uyarıyor, sözü kesildiğinde hemen babacan bir şekilde isyan ediyordu! Çobanlık yapmıştı, ticaret yapmıştı ve kendi deyimiyle yaptığı her işte o işin kralını yapmıştı, o işin zirvesine çıkmıştı. Doğayı seven, çevreci biriydi. Bölgenin herkesçe tanınmasını istiyordu. Hikâyelerinin, şarkılarının kayda geçmesini istiyordu ve bu konuda Savaşım cep telefonuyla ona yardımcı oldu. Elbette kayda geçirmek önemlidir; o yöreyi de en iyi o yörede yaşayanlar, orada yıllarını, ömürlerini geçirmiş olanlar bilir ve onların tecrübelerinin kayıt altında olması yararlı olur.

Güneş batarken Mehmet Çavuş’a hoşça kal dedik ve çadırlara geri döndük, Kemal hoca bir süre daha onunla sohbete devam etti; sohbeti hoş biriydi. Üstat Osho’nun sanyasinlerini yani taraftarlarını canlandırmak için aniden fıkra anlatması gibi Mehmet Çavuş da sohbetlerine türkü katıyordu, sesini kayıttan dinleyince duygulanıyordu. Güneşin muhteşem batışı herkesi fotoğraf makinelerine yönlendiriyordu.

Ve ateş yeniden yandı, Esat hocanın iyi olması bizi sevindirdi. Ve ateş söndü, emin bir şekilde söndürüldü, sabah 6’ya kadar uyundu, en azından uyku tulumu kefeniyle uyunmaya çalışıldı. 6’da kalkıp 8’de yola çıktık. Yörük Mehmet Çavuş’un bizimle Kapız kanyonuna gelecek olması konusunda tereddüttüm vardı fakat Vedat ve Kemal hoca bunun çok iyi olacağını söylediler. Ben yürüyüşümüzün yavaşlayacağını düşünüyordum ki Mehmet Çavuşun önde bizden daha hızlı yürüdüğünü görünce yanıldığımı anladım; kanyonda taşların üzerinden zıp zıp atlayıp geçiyordu.

Kanyonu önce kartallar gibi yukarıdan gördük. Doğaya sevgiyi anlatan türküler dinledik Yörük Çavuş’tan. Bu bölgeye göğüs hastalıkları hastanesi açılmasından yanaydı, çünkü havasının çok iyi olduğunu söylüyordu. Kanyonu en iyi gören açılara götürdü bizi, belki de hiç bulamayacağımız patikalara soktu ekibimizi.

Bu bölgede keçilerin dolaştırılmasının yasaklanmasını istiyordu. Sebebi de keçilerin taş düşürdükleri ve kanyondan geçenler için tehlike yarattıklarını söylüyordu. Keçilerin düşürdükleri taşların yürüyüşçülere tehlike arz ettiğini ve yasaklanması gerektiğini kim düşünebilir? Hümanist ve ayrıntıcı bir zihin düşünebilir ancak!

Uzaktan bir domuz gördük, bizi fark etti ki hemen kaçıverdi. Dağ keçisi gibi o sarp uçurum kenarlarında gayet rahattı. Dik patikadan kanyon tabanına, kanyonun ortasına indik ve kanyonun dar olan riskli kesimlerini geride bıraktık. İner inmez bir komando çanta yağmurluğu gördük; yakın zamanlarda bu kanyondan 300 komanda geçmiş. Su tertemizdi, soğuktu.

Turgay beyin açtığı kahvaltı sofrasında Yörük Mehmet Çavuş sohbetlerine devam etti. Aysun Kayacı’nın “Dağdaki çobanla benim oyum eşit olamaz” sözünü bize hatırlatan Yörük Mehmet Çavuş bu söze çok içerlemiş. Çobanların bilgisiz cahil insanlar gibi görülmelerine de isyan etti ve kendisi de bir çobanın oldukça evrensel düşüncelere sahip olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Kemal hoca da Çin’de üniversitelerde ders veren çobanlar olduğundan, onların tecrübelerinden yararlanıldığından bahsetti.

Ayaklar yıkandı, eğrelti otları seyredildi ve iniş başladı. Kanyon nemliydi; içinde yüzülecek kadar büyükçe havuzcuklar vardı. İçinde bir zamanlar yaşam olan gizli mağaraları gösterdi uzaktan Yörük Mehmet, adaşım! Neslihan ve Avni hoca dere taşlarından ziyade dereyi suya doğrudan basarak geçmeyi tercih ediyorlardı! Kapız bir daraldı bir genişledi. Bir zamanlar vahşi arı balı bulunan bir yeri gösterdi Mehmet Çavuş, orada bir çomak vardı, o sarp yerden iple balı almışlar! Her yerde bir anısı vardı ve aslında bu anıların kitaplaşmasını, insanlar tarafından bilinmesini istiyor, “daha ne kadar ömrümüz kaldı ki” diyordu!

Yöre ballarında şeker olmadığı, arılara şeker yedirilmediğini öğrendik. Şimşir kaşıkların yapıldığı ağaçları gördük. Ceviz ağaçları, adaçayları, su bentleri gördük ve nihayet kanyonu saat 12 civarlarında tamamladık.

Kampa ve oradakilere veda vakti geldi. Avni hocanın özel bir şekilde katlanabilen çadırı katlanmadı ve Yörük Mehmet Çavuş’a hediye edildi! Gökhan da kafa lambası hediye etti. Oraya gelen doğacı misafirleri için bunları kullanabileceklerdi.

Toplu anı fotoğrafları çekildi, her şey her zaman olduğu gibi anıya dönüştü ve yaşamın amaçlarından biri de bir anı zenginliği yaratmaktı zaten. Çöpler tamamen temizlendi, bizimle birlikte araca alınıp Yenişarbademli’ye götürüldü. 14.09’da yayladan ayrılıp 20.00’dan önce Ankara’ya vardık. Memleketteki boş siyasi ortamdan uzakta huzurlu 3 gün geçirdik. Doğayla iç içe güzel bir kamp ve dağ-çıkış etkinliği oldu. Eğer arabanıza binip dikey olarak 100 km kadar yani yaklaşık 1 saat yol alırsanız uzaya çıkarsınız ve karanlığa ulaşırsınız; orası soğuktur. Öylesine yakındır bize yaşanamaz yerler. Dünyanın kıymetini bilmek gerek; burası bizim evimiz ve sonsuza dek de öyle kalmasını isteriz!

Bu yazıyı okuyup da oralara henüz gitmemiş değerli okuyucu gidip Melikler Yaylasını görmeli, oraları gezmeli, Yörük Mehmet Çavuş’la tanışmalı, onun hikâyelerini dinlemeli, onun doğa sevgisini bizzat gözlemlemelidir! “Bir çayımı içirmeden kimseyi göndermem,” der Yörük Mehmet Çavuş, gidip bir çayını için…

Seyrettiğim en güzel filmlerden birini hatırladım: Dersu Uzala! Akira Kurosawa’nın meşhur filmi. 20. Yüzyılın başlarıdır. Bir Rus haritacı ekibi Mançurya ormanlarında araştırma yapmaktadırlar ve bir avcıyla tanışırlar. Oraları çok iyi bilen ve doğayla yaşanmışlıklarından kaynaklanan bir bilgeliği olan Dersu Uzala! Yörük Mehmet Çavuş gibi insanlarda bu Dersu Uzala’yı dikkatli bakınca görebiliriz!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Dean Martin, Memories are Made of This! Anılar bunlardır, bunlardan yapılmadır…

https://www.youtube.com/watch?v=mv9PSkNkUfs

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

konakl 002

2013 yılının son ayına girmiş bulunmaktayız; bir yıl daha bize veda edecek; aslında bütün yıllar birer limandırlar; biz gemimizle gelir o yıla demir atarız daha sonra da bir sonraki limana doğru yola çıkarız. Ne kadar çok limana uğramışsak o kadar şanslıyız demektir! Bu işlemi sonsuza dek yapabilirsek eğer, o zaman da ölümsüz bir kaptanız demektir!

Bugün 1 Aralık Pazar günü. 2 aylık bir aradan sonra yeniden tapınaktayım, ormandayım, bizim için tek gerçek kutsal mekânda, doğanın içindeyim, sessizlikle bütünleşmiş yeşil evdeyim! Bu hafta sonu etkinliğimi Çamkoru Tabiat Parkı taraflarında bulunan Üyücek-Konaklı yaylaları bölgesinde geçirdim. Etkinliğe dair ayrıntılardan önce mazinin ayrıntılarına bir bakacağım şimdi ya da iki bakacağım!

1 Aralık 1935 yılı Woody Allen’in doğum günüdür. İyi bir yönetmen olan Allen’in oldukça güzel özlü sözleri de vardır. “Hayatımız, onu nasıl bozmayı seçtiğimizden ibarettir,” der Woody Allen. Çok sayıda komik sözlerinden de bir tane buraya aktarayım: Ölümden sonra yaşam varsa ve hepimiz aynı yerde buluşacaksak, beni aramayın, ben sizi ararım!”

Şu anda kullanmakta olduğum harfler 1 Aralık 1928 yılında yürürlüğe girmişlerdi. Günlerin geçmişlerini incelemek eğlenceli ve faydalı bir şeydir ve insan fırsat buldukça mazide neler olmuş buna bakmalıdır çünkü bugün gördüğümüz her şey dünden kalmadır, geçmişten gelmedir; bugün var olan ne varsa kökü mazidedir. Şimdi yeniden etkinliğimize dönelim:

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam, Kızılcaören, Yanık ve Bulak isimli klasik duraklarımızı geçtikten sonra sağda Dereneci göletini görürüz. Biraz ileride solda Çamkoru Tabiat Parkı’na giden bir yol vardır. Bu yol üzerinde 1 km sonra Üyücek Yayla yolu ayrımına gelinir; biz bu rotada genellikle buradan, bu yol ayrımından yürüyüşe başlarız ama bu kez biraz daha geriden başladık. Kışın zaman zaman Üyücek yolu karla kaplı ve kapalıdır. Yol ayrımındaki rakım 1387’dir. Yayla ise batıda 1530 rakımlardadır. Üyücek köyü yolun karşı tarafındadır Dereneci göletine yakındır. Köylüler 1160 rakımlı köylerinden 1530 rakımlı yaylalarına gelirler.

Artık apartman tarzı ucube-beton binaların bulunduğu yerlere yayla demek de pek doğru olmaz, başka bir isim bulmak gerek! O eski yaylalara “Organik Yayla” diyebiliriz; şimdikilere de belki “Bitik Yayla” diyebiliriz, yani bitmiş, tükenmiş, şahsiyetini yitirmiş, yayla gibi olmayan yayla, sahte yayla!

Daha önceki bir yazımda Üyücek’in anlamını yazmıştım, yığma toprak tepe anlamına geliyor; höyük anlamına gelir yani bu sözcük. Biz bölgede genellikle Üyücek Yaylası – Çamkoru Tabiat Parkı geçişi yapardık; bu kez Üyücek yaylasından güney doğuda bulunan Çamkoru’ya değil hemen batıda bulunan Konaklı Yaylası’na geçiş yapacağız, yani başlangıç planımız buydu. Yürüyüşlerin doğaçlama yanı bulunduğu için başlangıç planları duruma göre değişebilir. Konaklı yaylası Meşeler yaylasına da çok yakındır. Konaklı’da siyasetçi, şair ve yazar İzzet Ulvi Aykurt beyin konağı vardır, soyadını Atatürk vermiştir ona. Alakoç yaylası da hemen oradadır! Biz bu iki yaylayı da uzaktan görüp doğrudan Meşeler yaylasına geçtik o yüzden konağı fotoğraflama işini bir sonraki gelişimize erteledik.

Üyücek ve Konaklı yaylaları arasında Gökkaya tepesine de uğradık bugün. Bu bölgede ayrıca 1815’lik Sivriceören tepesi vardır. Bunun hemen batısında da (Konaklı yaylasının tam güneyinde) Yangın kuleli 1850’lik Pınar tepe vardır, yani iyi bir antrenman bölgesidir burası; özellikle karda buralara tırmanmak insana iyi bir disiplin verir; insan yaşamını disipline etmelidir çünkü disiplin insanı diri tutar.

Artık kış geldi. Çantalara ekstra malzeme koymakta yarar bulunmakta. Hava erken karardığından bir kafa lambası güzel olur. Bir çakı iyi olur; Gerber’in karbon çelik çakıları oldukça hafiftir. Küçük bir kibrit ya da bir çakmak faydalı olur. Küçük bir pusula, 3-5 yara bandı, bir hakem düdüğü gerektiğinde müthiş yararlı olabilirler. Kar maskelerini ve su geçirmez eldivenleri de kışın çantadan eksik etmemek gerekir. Bu bahsettiğim şeyler pek bir ağırlık yapmazlar. Kışın termos kaçınılmazdır. Bir çift ayakkabı bağcığını da çantanın ceplerinden birine atabilirsiniz; mesela kemeriniz koptu, bu bağcıklar bu sorunu hemen çözerler. Kemer diyip geçmeyin, kopunca ya elle tutacaksınız pantolonu ya da elle tutacaksınız, bağcık yoksa!

Sabah 8.30 olduğunda artık Ankara’dan ayrılmıştık. Doğaya her çıkış bir heyecandır ve bu heyecanı yaşam boyu korumak gerek. Hava durumu sisli dese de güneşi gördüğümüz bir havada yürüyüşe başladık ve keçi patikalarından batıya doğru tırmanıp bizi yaylaya götürecek sırt açıklığına çıktık. Yer yer bozkır yer yer orman alanıydı. Kuşların yine sadece seslerini duyuyorduk. Böcekler sırra kadem basmışlardı, böceksiz günler başlamıştı! Kırağıların üzerine her bastıkça tıkır tıkır sesler geliyordu. Sarıçamların sarı gövdeleri güneş her vurduğunda altınımsı bir renkle bize eşlik ediyorlardı. Çok genç yaşta ölmüş kaplumbağaların kabuklarından başka bir de geyik boynuzuna rastladık bugün, kemiksi yapıları vardı bunların.

Ardıçlar, dikenler, likenli kayalar, ağaçlardaki sakal likenleri derken Üyücek yaylasına vardık ve güney batı istikametinde ilerledik ve Pınar Tepe eteklerine kadar geldik. Buradan kuzey yönüne dönüp yemek molası vermek üzere Gökkaya tepesine doğru tırmandık. Yol güzergâhı üzerinde tombul tombul kuşburunlarını marmelat gibi yemek pek keyifliydi. C vitamini açısından çok güçlü olan bu Rosa Canina’ları kış boyunca yemek gerek! Sait hoca dikkatli bir şekilde güz çiğdemleri arıyordu. Yapraklar damlalıydı, yollar hafif karlıydı, gökler bulutlu, ağaç gövdeleri mantarlıydı, sarmaşıklar sırnaşıktı, karınca yuvaları karıncasızdı, sular da donmuştu! İnişler, çıkışlar, molalar şeklinde ilerliyorduk.

Yemek molasını ormanlık bir alanda verdik; saat 13.30’u geçmişti. Kekikli-naneli börek, yaprak sarma, çay ve kekten oluşan bir mönüyle açlık maziye karıştı! Hava 8-9 derece civarındaydı. Ağaç kesim alanına geldik; çok seyrelmiş ve bozulmuş bir orman alanıydı burası. Gökhan geçmişte buraların çok daha yoğun orman bölgeleri olduğunu birkaç kez söylemişti. Alakoç ve Konaklı yaylalarını gördük uzaktan; artık hedefimiz Meşeler yaylasıydı. Güneş açmış, hava güzelleşmişti. Levent yine arkadan çaktırmadan fotoğraflarını çekiyordu. Özgür de görmediğimiz şeyleri görüp duruyor, fotoğraflıyordu!

Güneş batışa geçmişti ve yemyeşil yosunlar da sanki bunu çok iyi biliyorlarmış gibi her bir ışık tanesini adeta içiyorlardı. Güneş demek her şey demekti ve doğada yaşayan her canlı bunu çok iyi biliyordu. Doğanın huzuru bizlere de geçiyordu; şüphesiz doğa elinde sihirli bir değnek bulunan yaşlı bir büyücüydü. Yürüyüşümüz Meşeler yaylasında sona erdi; Özgür’ün
verdiği bilgilerde 15.84 km yürüdüğümüz yazmaktaydı.

http://www.mapmyhike.com/workout/439743937  (Özgür Salcan)

Vücudumuz dinlendi; biz yorulmuşuz derken aslında biz dinledik! Doğa yürüyüşleri dinlendirir; bütün bir haftanın yükünü alır yok eder! Şehirden her fırsatta
kaçmak gerek, çünkü şehir insanı yorar, onu çürütür, onu karartır; doğa ise
insanı dinlendirir, onu gençleştirir, onu parlatır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:  Bir Hint-Arap Chillout müziği, değişik şarkılardan oluşan uzunca bir potpuri.

https://www.youtube.com/watch?v=BUdjqbMVJMs

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

147

Bugün 2013 yılının 24 Şubat Pazar günü. Hafta-içinin zihinsel yorgunluğunu atmak için bu haftaki yolculuk Bolu Mengen taraflarınaydı. Hafta sonu doğa etkinliğimi Ergün hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım. 25 kilometrelik yürüyüş ve 750 metrelik bir çıkışla sağlam bir etkinlik oldu. Bolu bölgesinin pek bilinmeyen rotalarına, değişik parkurlarına günübirlik en sık giden gruptur Yeni Rota.

Bu Pazar için Bolu Mengen hava durumu 14 derece ve parçalı bulutlu görünüyordu. Bu sene Batı’da pek kış olmadı. Bahçelerdeki kayısı ağaçları neredeyse çiçeklerini açacaklar; güller tomurcuklanmış. Bitkiler mekanik canlılar oldukları için hava bir süre sıcakça olunca bahar geldi sanıp açıyorlar, açılıyorlar ve sonra da bazen donup kalabiliyorlar! Memleketteki doğal gaz fiyatları düşünülürse havanın fazla soğuk olmaması mali açıdan isabetli olmaktadır! Tarihte bugüne bir göz attıktan sonra etkinlikle ilgili daha ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

24 Şubat 1955 yılı Steven Paul Jobs’ın doğum günüdür, Apple Bilgisayar’ın kurucusu. Bilgisayar endüstrisinin önemli isimlerindendir Jobs; maalesef 2 yıl önce hayatını kaybetti. Şimdi ondan bir sözle yazıma resmi olarak başlangıç yapacağım: “Eninde sonunda öleceğimi düşünmek, yaşamda büyük seçimler yapmama yardımcı olan en önemli etkendir. Çünkü yaşadığımız dünyaya ait tüm beklentilerimiz, gurur, kibir, başarı, başarısızlık gibi bu dünyanın sözüm ona önemli işleri, ölüm söz konusu olduğunda bir anda tüm önemini yitiriyor, tam anlamıyla kocaman bir ‘hiç’ oluveriyor.” Jobs akıllı bir adamdı, çünkü az önce aktardığım sözleri ancak akıllı bir adam söyleyebilir; ahmakların varoluş meselelerine dair ciddi bir düşünceleri yoktur! Varoluş bizim için en önemli meseledir, öteki bütün her şey onun yanında kocaman bir hiç olarak kalır! Başarı, ün, şu bu bunların hepsi varoluşun yanında birer palavradır, koskocaman birer palavra! İnsanoğlu tıp bilimine ve uzay endüstrisinin gelişimine odaklanmalıdır.

Sabahki ilk molamız Kazan’daki ekmek fırınıydı, namı diğer Ekmekciyan! Buradan simit ve taş ekmek alındı. Daha sonra Yanık köyü girişindeki Huzur lokantasına gittik, Sarı’nın yerine. Kahvaltı yapıldı. Tereyağı biraz ağır geldi; aslında köyün hemen bitişiğindeki bu lokantada bembeyaz hakiki köy tereyağı ve petekli bal olsaydı pek güzel olurdu! Sabah 9.20 gibi lezzetin durağından ayrıldık.

Google Earth’te Mengen yazarsanız hemen çıkar ve sonra da Mengen yakınında Hohentengen ya da Herbertingen gibi isimler görünce şaşırırsınız, çünkü Almanya’da da Mengen vardır! Biz şimdi kendi Mengen’imize dönelim, aşçıları efsane olmuş Mengen’e! Otobandan Yeniçağa’ya dönüp oradan 615 rakımlı Mengen’e ulaşılabilir. Daha kısa olan yol ise Kızılcahamam üzerinden eski yoldan gidip Yeniçağa’ya gitmeden Zonguldak yönüne dönmektir ki bizim seçtiğimiz yol buydu; Ergün hocanın dediği gibi burası daha kısaydı Mengen için. Ankara’dan en az 200 rakım aşağıda bir yerdir Mengen. Revani tatlısını güzel yaparlar ve buradan yolu geçenlerin bir pastanede biraz revani yemeleri güzel olur; vaktimiz olsaydı bunu yapabilirdik.

Yedigöllere Bolu yakınlarından müthiş kıvrımlı bir yol gider, ancak kışın bu yol kardan dolayı kapalıdır. Çok kar aldığı için yol çok da bozuktur. Biz güzergâh olarak Mengen-Yazıcık yolunu kullanacaktık, Ankara’dan gelenler için bu yol daha iyidir, pek çukur yoktur. Mengen’den sonra Ankara-Zonguldak yolunda ilerledik ve Yedigöller yol ayrımı levhasından sola döndük. Bu yol üzerinde 3. Kilometrede Hindiba pansiyonu vardır, organik gıda kullanan hoş bir yerdir, ama kendim orada kalıp deneyimlemediğim için kesin bir bilgi veremem. Buddha’nın dediği gibi bizzat kendimiz deneyimleyip kendi yargımızı oluşturmalıyız; sağdan soldan duyduklarımız, başkalarının söyledikleri pek de bir şey ifade etmez.

Hindiba’dan sonra yol doğruca Yellicedemirciler köyüne gider. Buralara gelince yukarıdan Köprübaşı barajı görünür. Olayı pek incelemedim ama sanırım bölgede epeyce bir ağaç kesilmiştir bu baraj yapımı için. Yol üzerinde sağda solda küçücük köylere rastlanır ve bunların levhalarını görüp isimlerini öğrenmek pek kolay olmaz. Yol çok kıvrımlıdır ve mideleri rahatsız edebilir; o yüzden araca binmeden önce çok az sıvı almak, daha çok ekmek tarzı katı şeyler yemek ve hatta aracın ön-orta kısmında oturmak yararlı olabilir.

Bir sonraki hedefimiz Yazıcık ve Akçabey köyleriydi. Akçabey’in içine gitmeden Yedigöller yolunda devam ettik. Artık sağımızda güzel de bir ırmak akmaktaydı; güneşin altında sonsuz ışıltılar yaymaktaydı. Irmaklar insana sevinç verirler. Bu yol bir yerde ikiye ayrılır. Sağ taraf Yeşilöz köyüne gider; bu yol ayrımı yeri 260 rakımdır. Zonguldak’ın Devrek ilçesine bağlı bir köydür burası. Sola doğru giden yol ise Yedigöller yoludur. Yedi göllerin bulunduğu 800 rakımlara kadar çıkar yol, enfes bir yoldur ve bizim de yürüdüğümüz yoldur bu. Cep telefonlarının pek çekmediği bölgelerdir buralar, o yüzden cep telefonlarına güvenmemek gerekir Yedigöller’de, ama tabii GPS’ler çalışmaktadır, en azından Harun’unki çalışmaktadır!

Biz bu yolda ilerleyerek Yeşilöz köyünün mahallelerinden birinde durduk ve Bartın’dan gelip Yeni Rota’yla buluşan bir arkadaşın özel aracını oraya bıraktık. Daha sonra biraz daha devam ederek yürüyüşe başlamak üzere araçtan indik. Yığılca yol ayrımına gitmeden önceki bir yerdi burası. Saat 11.45 civarında yürüyüşe başladık. Herkes araçta bulunmaktan artık yorulmuştu ve bir an önce yürümek, toprağa ayak basmak istiyordu. Şehrin kirinden sonra doğanın tertemiz toprağına ayak basmak Ay’a ayak basmaktan daha değerlidir!

Hava tam bahara oldukça yakındı. En az 15 derece vardı; rüzgâr yoktu ve daha iner inmez kuş cıvıltıları yol boyu sürecek en güzel melodilerimiz oldular. Bu tür yürüyüşlerde kesinlikle kulaklıkla müzik dinlememek gerekir. Doğanın müziği varken akan sular durur; yapay müziklere yer yoktur! Doğanın sesini dinle ve zihnini sonsuz dinlenmelere bırak!

Yol boyunca her yerde çiçekler görmüştük ve artık şimdi onlara yakından bakma zamanıydı! En çok da siklamen (cyclamen)  vardı. Kayalıkların diplerine ve her yere yayılmışlardı. Bunlar Şubatta çiçek açmaya başlarlar. Tavşankulağı da denen siklamenlerin pembe çiçekleri bütün Yedigöller bölgesine hâkim olmuşlardı. Kışın en güzel yanı bazı güzellikleri unutmamız ve sonra baharda onları yeniden sanki ilk kez görüyormuşçasına heyecanlanmamızdır.

Yaklaşık 9 km kadar bir yolu yürüyerek Yedigöllere ulaşacaktık, orada dolaşıp yeniden aynı yere dönecektik. Toplamda 25 kilometrelik ve 750 metre çıkışlı güzel bir yürüyüş oldu. Stabilize yolda çok ender araç geçiyordu. Sağdaki derenin meditatif sesi bütün yürüyüş boyunca yanımızda oldu. Ergün hoca serbest-yürüyüş tarzında yoldan ayrılmadan ilerleyin dedi ve herkes kendi temposunda, kendi sitilinde özgürce yürüdü; Reha hoca her zamanki gibi önden hızla gidip kayıplara karıştı; Yedigöller biletçi kulübesine kadar bir daha onu göremedik! Bazen Reha hoca şimdi dönüşe geçmiştir diye espri yaptık

1965 yılında açılmış olan Yedigöller Milli Parkı, ulaşımı biraz uzunca ama ulaşınca da iyi ki geldik dedirten bir rüya bölgesidir; orman her zaman bir rüya bölgesidir. Daha çok kayın ağaçları vardır bu bölgede. Ama meşe, sarıçam, karaçam, ıhlamur, köknar, bunların hepsi de mevcuttur, karışık bir ormandır ve elbette adı üstünde 7 tane de göl vardır: Sazlıgöl, İncegöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl, Kurugöl ve Seringöl.

Bugünkü etkinliğe dair fotoğraflar aşağıdaki linkten görülebilir.

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Yürüyüşümüz boyunca gördüğümüz kayın ağaçları giderek çoğaldılar ve heybetleri de arttı. Ters laleler, sarıçiçekler, güneşte parlayan yosunlu kayalar ve eğrelti otları arasında ilerlerken zaman zaman ağaçlarda tahta kuş evleri görebiliyorduk. Çamurlu çukurlardan sahte güneşler yansıyordu. Sarmaşıklar ağaçların gövdelerini sarmışlardı; görsel olarak müthiş bir uyumun arkasında doğada korkunç bir yaşam mücadelesi vardı. Sağımızdaki dere bazen düz bir zeminde ilerleyip iyice sessizleşebiliyordu. Suyunun rengi de bazı bazı yeşil kimi vakit turkuaz oluyordu; sanki bir mağazada değişik elbiseleri deneyen biri gibiydi.

Beton köprülere rastlıyorduk; eski tahta köprülerin üzerlerine mi yapılmışlardı yoksa beton desteklenmek için mi altlarında bir başka tahta köprü duruyordu belli değildi. Bu bölgenin her yeri bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Yığılca 40 km levhasını geçtik ki yıllar önce başka bir grupla otobüsümüz bu kör yola sapıp çamura saplanarak dağda mahsur kalmıştık. Yedigöller 5 km yazısı karşımıza çıktı, ama 5 km sonra bu yazıyı yine gördük! Yol bomboştu. Bizim dışımızda başka bir grup yoktu. Tur otobüsleri de kış olduğundan bu Pazar 7 göllere uğramamıştılar. Sakinlik, dinginlik maksimum noktadaydı ve bizim de aradığımız şey buydu; istiridyenin içindeki inci neyse doğadaki dinginlik de oydu bizim için!

Kırmızı yapraklara güneş vuruyor ve yaprakların kılcal damarları röntgen filmleri çekilmiş gibi duruyorlardı. Avlanmak yasaktır diyordu her yerde. Terk edilmiş kulübelerin yosunlu çatıları bu harabe evleri pek güzel bir hale getirmişti. Yıkık döküktüler ama güzeldirler!

Nihayet Milli Park sınırları içine girdik. Herkes fotoğraf makineleriyle bir yerleri görüntüleme heyecanı içindeydi.  Gülsen hoca da yoğun bir şekilde fotoğraflıyordu. Yasak levhaları boldu ama toplumu eğitirseniz bu levhalara gerek kalmaz; toplumu eğitmemişseniz de bu levhaların bir hükmü olmaz! Türkiye’nin ve dünyanın da açmazı budur. Yasaklamaktansa toplumu eğit, çünkü yasak kesin çözüm getirmez, toplumu iyi eğitmek ise kesin çözüm getirir! Akıllı insanlar, akıllı toplumlar kesin çözümlere odaklanırlar!

Milli parkın Mengen üzerinden ana giriş kapısına geldiğimizde bekçi kulübesinde kimse yoktu. Şahıs 3 lira diyordu. Fotoğraf çekimi ücreti ise 89 lira! Herhalde buraya profesyonel amaçlı çekim için gelirseniz ve de kapıdaki adam da bunu anlarsa bu parayı sizden tahsil etmek isteyecektir! Yedigöller’de dizi çekimi ise yaklaşık 1 milyar, eski parayla! Günlük film çekimimidir bu belli değildi. Bir ay boyunca dizi çekilirse herhalde 30 bin lira ediyordu! Aşağılarda alabalık üretme istasyonlarının kulübelerini görebiliyorduk; esrarengiz evler gibi öylece duruyorlardı ağaçların aralarında.

İlk gördüğümüz göl Seringöl’dü, heyelanla oluşmuş göllerden biriydi. Rainbow denen Gökkuşağı balıkları vardı burada. Göl, rüzgârsızlıktan iyice aynalaşmıştı. Seringöl’den Büyükgöl’e geçtik ki aslında bunların hepsi küçücük sevimli göllerdi. Partisinin ya da takımının vs. ismini ağaca kazıyacak kadar ahmak tipler yine yapacaklarını yapmış, ağaç gövdelerini çiviyle yazılan taş kitabeler olarak kullanmışlardı!

Büyük Göl’ün tahta köprüsü en mütevazı haliyle pek güzeldi. Sonbahar’da buraların güzelliklerine çığ gibi ekstra güzellikler düşüyordu. Bu göller derelerle besleniyorlardı; burada mutlu bir doğa vardı. Tahta köprüler doğayla çok iyi örtüşüyorlardı. Bu bölgenin üzerinden uçak da geçmiyordu, her yere tabii sesler hâkim oluyordu. Yansımalar o denli gerçek görünüyorlardı ki bazen gerçek olan şey yansımanın yanında sönük kalıyordu! Yansıma da bir sanatçıydı; görüntüyü sadece almıyor, onu işliyordu; ona, onda olmayan renkler bile katıyordu, kendi rengini katıyordu, kendi bilgisini, kendi kültürünü katıyordu! Bir şeye kendinden bir şey katıp güzelleştiren, farklı bir yorum getiren her şey ve herkes bir sanatçıdır!

Gölün bazı yerlerine seyir terasları yapılmıştı. Saat ikiyi geçmişti sanırım; yemek vaktiydi. Herkes boş bulduğu en yakınındaki banklara yerleşti; çok acıkmıştık, çok acıkmıştım. Yemek menüsü çok zengindi. Baharatlı lezzetli köfteler, pazı dolması, fırında pişmiş kıymalı sigara börekleri, zeytinyağlı tatlı kurabiye, zeytinli semizotu, Kars’tan gelmiş özel kaşar peyniri, Belçika’dan gelmiş bal mumlu kaşar peyniri, patlıcanlı ev yapımı pizzalar, çikolatalı gofretler, tahin helvası! Bunları yedikten sonra Kapankaya seyir terasına tırmanmak biraz zor görünüyordu! Ve yemek vakti bitti. Yemek molaları gerçekten çok faydalı oluyordu ve yürüyüşçülere toparlanma, dirilme fırsatı veriyordu.

Kütüklerin içinden çıkan musluklardan her yerde vardı. Su boldu Yedigöller’de ve lezzetliydi! Artık sıra diğer göllere gelmişti. Göllerin etrafında tatlı patikalar vardı ve bunlar sonbahardan kalma yapraklarla döşeliydiler. Bu göllerin etrafında dolaşan herkesin bir “yansıma-ikizi” oluştu. Deringöl, Sazlıgöl, Kurugöl şeklinde dolaşıyorduk. Güneş, fotoğraflar için hoş bir ışık sağlıyordu. Coşkun hoca isminin yazılı olduğu kafa bandıyla bankta otururken sanırım “Burada böylece oturmak gayet iyi, yürümeyelim!” diyordu içinden! Bu civardaki köylerin ürünlerinin sağlam bir şekilde organik olduklarını anlatıyordu.

Zaman hızla ilerledi. Güneş batmaya başladı. Kurugöl tarafında kiralık orman kulübelerini gördük; sevimli ama bakımsızdılar. Bir ara rotadan sapmış 4 kişiyi Ergün hoca arayıp buldu. Sazlıgöl’den sonra bir süre dere yatağında yürüdük. Asıl amacımız Kapankaya Seyir terasına çıkmaktı. Kapankaya tepesi 5 km olarak görünüyordu. Eğer oraya çıksaydık yürüdüğümüz toplam yol 35 km civarında olacaktı ki günübirlik için biraz fazla olacaktı. Kapankaya’dan vazgeçip Dilek Çeşmesi’ne ve Şelaleler’e yöneldik. 7 borulu Dilek Çeşmesi herhalde yazın dileklerle dolup taşıyordu! Buradan itibaren dönüş yürüyüşü başladı, yine serbest sitilde, sonsuz hürriyetler içinde yürünecekti. Minibüse kadar inecektik ve epeyce bir yolumuz vardı.

Hava karardı; bulutlar iyice pembeleşti. Kuş cıvıltıları azaldı. Gelirken atraksiyon bağlamında yolu kısaltmak için 65-70 derecelik bir diklikten tırmanmıştık ve ayakkabılar ve eller tamamen çamur olmuştu ve küçük heyelancıklar yaratmıştık ayaklarımızla. Aynı yerden inmek bu kez yine cazip geldi ama batonları açıp topuklamaya üşendik.

Bazen ormanın içinde yosunlu taş basamaklar görüyorduk ki bunlar bizi antik çağların atmosferine, o çağlarda yaşamış filozofları hayale sürüklüyordu. Nereye baksak zihnimiz bizi alıp bir yerlere götürüyordu; kafamızda milyonlarca kurgu ışık hızında dönüp duruyorlardı. Karanlık çökmeden son fotoğraflar son ışıklarla çekildi. Sonra gökte bir lamba belirdi: Ay Işığı. Dolunay göklerin abajuruydu. Tepenin ardından muhteşem bir çıkış yapıp bizi şaşırttı, sonra yine tepelerin ardında kayboldu. Yarasalar etrafımızda dolanıyorlardı ama onlar süper usta pilotlardı, bize çarparlar mı diye düşünmek gerekmiyordu. Muhtemelen orman baykuşları da uçmaya, gece avına başlamışlardı ama onlar bir mezar kadar sessizdiler.

Minibüse vardığımızda kaptan Abdullah bey çay hazırlamıştı. Yıldızlar, gökteki parlak
Dolunay’a inat biz de varız diye epeyce belirgin bir şekilde görülebiliyorlardı; gerçek olan doğa gerçeküstü görünüyordu. Hareket ederken saat 18.55’ti. Ankara’ya 23.10 gibi vardık; dönerken yine Sarı’nın yeri Huzur lokantasına uğradık.  Ben arabayı bir AVM’ye bırakmıştım. İçerdeki kapılar kilitlenmiş. Park yerinde 5 dakika dolaştıktan sonra McDonalds’da geç saatlerde çalışan bir kıza rastladık, o da güvenliğe telefon açtı ve 23.20 gibi çıkabildik. Artık AVM’lere park etmemeye karar verdim. Kapalı ve güvenli de olsalar geç dönünce çıkmak sorun olabiliyor.

Çok güzel bir etkinlik oldu. Baharın ilk günlerini yaşadık, oksijenin alasını aldık. 7 Göller bölgesine sabah erken çıkıldığında günübirlik rahatlıkla gezilebiliyor ve böyle rüyamsı yerlerde daha fazla zaman harcamak gerek. Ergün hocayla rotalar üzerine epeyce konuştuk. Mardin’den Adana’ya kadar pek çok güzergâh konuşuldu ve dahi Meksika bile! Zeytinyağıyla uzun saç bakımı da konuşmalar arasındaki yerini aldı. Doğanın muhteşemliği önünde yine şapkamızı saygıyla ve sevgiyle çıkarttık.

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, güzel bir İrlanda şarkısı ve de doğa, harika doğa!

http://www.youtube.com/watch?v=hi9Ju_qz1Hk

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

DSC05340

2012 yılının 343. gününe de ulaştık; gelecekte hangi noktaya ulaşmışsak o bir mucizedir! Bir yılı km olarak düşünürsek, 365 kilometrelik kısa bir yoldur yıl dediğimiz şey! Hızlı gidersen yıl çabuk biter; yaşamın yavaş ve durağansa yıl sanki daha yavaş ilerler; mutlu yıllar hızlıdır, üzgün ve zor yıllar yavaştır! Zamanın yavaş geçmesini istiyorsan mutsuz ol; hızlı geçmesini istiyorsan mutlu ol! Yaman bir çıkmaz vardır bu seçimde insanoğlu için!

22 gün sonra Dünyamız güneşin çevresindeki turunu tamamlamış olacak. Dünyanın Güneş çevresindeki tam turu 365 gün, 5 saat ve 49 dakika sürer. Yani Dünya milyonlarca yıldır uzayda düzenli olarak trekking yapmaktadır, yürümektedir, koşmaktadır, ama aynı rotada değil, çünkü güneş de galaksi içinde hareket etmektedir!

Bu hafta-sonumu Cankurtaran bölgesindeki ormanlarda geçirdim. Birazdan bu etkinliğe dair bilgi vereceğim; öncesinde ise mazinin sisli ormanlarında kısa bir dolaşma vakti!

Dolores Ibárruri 9 Aralık 1895 yılında doğmuştu. İspanyol iç savaşının cumhuriyetçi lideridir. Bazı isimler vardır, onlarla ilgili bir söz ya da bir kelime söylersek kim olduklarını hemen hatırlarız ya da en azından “evet duymuştum” deriz: No pasaran! Geçit yok! İspanya’da iç savaş çıkar; Ibárruri faşizme karşı cumhuriyeti savunur ve şu meşhur sözünü söyler: No pasaran! Geçit yok! 1939’da SSCB’ye sığınmak zorunda kalır. Franco kuvvetleri 1939 yılında Madrid’e girdiklerinde, No Pasaran-Geçit Yok sözüne karşılık Han Pasado-Geçtik demişlerdir. Ibárruri’nin, “Dizlerimiz üzerinde yaşamaktansa ayakta ölmeyi yeğleriz,” sözüyle yazıma resmi olarak başlayayım. Tabii şunu da ekleyeyim: İçinde ölüm olan bütün metotlar ve bütün aksiyonlar yanlıştır; marifet, yaşamaktır, her koşulda yaşamaktır; marifet, yaşatmaktır, her koşulda yaşatmaktır; fikirlerle, fikirler düzeyinde, şiddetsizlik boyutunda mücadele etmektir. En büyük devrimci fikir “yaşamaktır ve yaşatmaktır!”

Yürüyüş başlangıç mekânımız Dursunfakı yaylasının hemen yanında bulunan Kaya Green Park Oteli’nin olduğu yerdi. 1500 rakımlı yüksekçe ve serince bir yerdir burası. Bu bölgeye Cankurtaran Mevkii diyorlar, buraya gelen canını kurtarıyor! Biraz güney batıya gidince Yazıkara yaylası vardır. Sapanlı yaylası, Buğralar yaylası, Ozmuş yaylası gibi çevreye yayılmış pek çok yayla mevcuttur. Bizim bugünkü hedefimiz GeredeKürkçüler yaylasıydı; bu yayla Karapazar köyünün bir yaylasıdır. Yayladan sonra Mercimek tepede mola verip yeniden otelin olduğu yere dönecektik. Buralar çok güzel kar rotalarıdır. Bu sene ormanlara bolca kar yağmasını diliyorum; 2 metrelik karlarda iz açmak ya da açmaya çalışmak kışın en büyük keyiflerinden biridir!

Bugüne dair fotoğraflar aşağıdaki linkten görülebilir.

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Bugün için bizim yürüyüş mekânlarının çoğu sağanak yağışlı görünüyordu. Gerede bölgesi de en yüksek 6 derece görünüyordu. Hava durumuna sadece “potansiyel bir önlem almak” için bakmak gerek, çünkü sağanak yağışlı dendiğinde neredeyse bütün gün güneşli de olabilir; yağmur geçişleri oluyordur bir yerlerde ama onlar bize hiç denk gelmeyebilir ve pırıl pırıl bir havada da yürünebilir. Hava durumuna bakmak, hangi malzemeleri almaya karar vermek bakımından,  yani teknik açıdan doğru olur! 3 gün önce baktıysanız pek işe yaramaz; 1 önceki gece bakmak gerek! Bugün yağışlı görünmekle birlikte çoğu kez güneşliydi! Artık her zaman baktığım yere değil Yahoo’dan bakacağım hava durumuna, belki daha doğru bilgi verir!

Otobandan doğruca Kaya Green Park Otel’e gittik. Burada 18 liralık açık büfe kahvaltısı alıp sadece 2 liralık kısmını yedik, çünkü çok fazla aç değildik! Bir dahaki sefere 18 liralık kısmının tamamını yemek gerek parayı kurtarma bağlamında! Fakat şunu da eklemeliyim ki kahvaltı oldukça zengin; çok çeşitli peynirler var ve sabah çok aç olanlar için kesinlikle tavsiye ederim!

Hava güneşliydi ve serindi. Bu bölgeye gelinceye kadar kar serpintileri görmüştük, ancak mekâna gelince sevindirici bir kar seviyesi vardı. Otelin arkasındaki göl yarı donmuştu. Ortalıkta ördekler, kazlar yoktu. Ormana açılan meşhur tel örgü kapıdan geçtik. Kapı açıktı ve bu kez üzerinden atlama keyfini yaşayamadık! Benim ve İbrahim hocanın tozluklarının altındaki kayışlar karları topluyorlar ve saniyeler içinde ayakkabıların altları kalınlaşıyordu; haftaya meseleyi çözmek gerek; hiçbir sorun sorun olarak kalmamalıdır; her şey çözülmelidir!

Keçi patikaları genellikle taşsızdı. Hava kalitesi oldukça yüksekti. 13 kilometre yürümüştük ve ek olarak da 61 metre! Toplam 148 metrelik bir çıkış yaptık ve de 1592 rakımlara çıktık. Harun’daki Mapmy-hike programının bazı verileri böyleydi.

Ağaçların arasından çıkınca güneşin sıcaklığıyla ısınıyorduk. Toz kar vardı; 1,5 metrelik toz kar olsa bile, ayağınızı içine rahatça batırıp çıkarabiliyordunuz; toz kar zorlamıyordu. Güneş alan cephelerde erimeler, almayan cephelerde donmalar yaşanıyordu. Su, bir yerde damlıyor, öte yerde donuyordu! Güneye ilerledik, oradan da Gököz deresinin yatağına inerek kuzeybatıya yöneldik. Orman içine daldığımızda her yer ötekine benziyordu. Etrafta pek fazla kuşburnu yoktu. Geniş alanlara rastlıyorduk; ormanda ağaçlar kesiliyor ve ormancıların seslerini duyabiliyorduk. Gökte uçan uçaklar ilginç görsellikler sunuyorlardı. Eski bir küvetten yapılma bir çeşmeyi gördüğümüzde de ilerlerde uzaklarda dolaşan karamsı bulutları seçebiliyorduk; bulutların ilerleyiş hızları fevkaladeydi! Şekilden şekle giriyorlardı!

Orman, bir ışıklar ve gölgeler oyun alanıydı. Güneş o kadar meraklıydı ki, bir yaprağın altından başını uzatan bir uçuş böceğine bile ışık gönderip onu inceliyordu; güneş çok titizdi, hiçbir şeyi atlamıyordu, ne bir karıncayı ve ne de bir tozu. Köknarların oksijenleriyle çakırkeyif olmuş beyinler ve ciğerler iyice dinleniyorlardı. Mercimek tepe civarında yemek molası verdik. Kıymalı börek, İlhan hoca sitili beyaz peynirli-zeytinli-kekikli gözleme, yeşillik, turp, ikram pastalar ve ekler tatlısı yendi; organik sallama çay içildi ve dönüş vakti geldi.

Şanslıydık, hiç yağış olmadı; eğer yağsaydı yine şanslı olacaktık! Yaşamın getirdiklerini kabul edip onlardan keyif almaya bakmak lazım. Güneşli hava bir keyiftir; yağmur bir keyiftir; kara bulutlar bir keyiftir; tipi bir keyiftir, hepsi gelir geçer. Ne güneşli hava kalıcıdır ve ne de yağmurlu hava! Hepsi gelir geçer!

Yer yer toplu, yer yer de topsuz fotoğraflar çektik. Yeniden Gököz deresine ve ardından da otelin bulunduğu yere geldik. Ne yorucu ne kolay, orta karar, güzel, sakin bir yürüyüş oldu. Meşhur sloganı tekrarlayayım: “Hafta sonu Ankara’da olmamak gerek!” İşini gücünü bırak, ormana git, çünkü orada hayat var! Şehir denilen tabuttan
çık!

Yazımı değişik bir müzikle sonlandırıyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=9W4wMzw9uoA

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Older Posts »