Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘yumrukaya köyü’

DSC09077

Bugün 2017 yılının 2 Nisan Pazar günü. Artık kara veda edildi. Bu sene bahar gibi bahar mı olacak? Pek öyle görünmüyor. Serin bir bahar olabilir ya da sıcak bir bahar olabilir; iklim değişikliği bağlamında her ikisi de mümkündür ve doğrusu bu evrende her şey de mümkündür! Ama yine de bahar bahar gibi olmalı, yaz da yaz gibi; kış kışlığını yapmalı, sonbahar da kuyumcu vitrini gibi parıldamalı!

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Rota, Bolu ilinin Yumrukaya köyüne yakın bir yerden başlıyor. 916 rakıma sahip toprak yolda araçtan inip kuzeydoğudaki Yumrukaya göletine gideceğiz. Bu gölet 1020 rakımdadır. Bundan sonraki hedefimiz ise yine biraz daha kuzeydoğuda bulunan At Yaylası göletidir. Geçen sefer bu bölgeye gece karanlık çökmüşken gelmiş ve At yaylasını çok iyi görememiştik. Bu kez gündüz orada bulunmak güzel olacak.

DSC09113

Bir sonraki hedefimiz ise kuzey batıya doğru yürümekti. Bolu dağı tünelinin Düzce’ye bakan tarafını da uzaktan yukarıdan görebilecektik. Daha sonra 400 rakımlardaki viyadüğün altından geçeceğimiz yere kadar vadilerdeki patikaları, doğaçlama kısa yolları ve orman yollarını takip edecektik. Viyadüğe ulaştığımızda burası Düzce Kaynaşlı, Kulübeyanı Köyü civarıdır. Buraya Darıyerihasanbey köyü de denir. Bütün o civarlar Kulübeyanı mahallesidir. Köyün olduğu bölgeden de 300 metre kadar yükselerek Adapazarı yolunu da geçip Darıyeribakacak köyünde, Bolu dağının yüksekliklerinde yürüyüşümüz sona erecekti. Bolu ilinden başlayıp Düzce iline geçecektik!

yumrukaya

Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarına geçeceğim. Öncesinde her zaman olduğu gibi maziye kısa bir bakış atacağım. Maziyi bilen geleceği de daha kolay okuyabilir. Memlekette çok yakında bir referandum var, gereksiz bir referandum. 20. Yüzyılın başlarındaki ve devamındaki tarihimizi iyi bilen bir kişi ne oy vereceğini de çok net olarak bilir. 1923 yılı keyfilikten sorumluluğa, biatten şahsiyetli, karakterli bir duruşa, kulluktan bireye geçiştir. Millet ne karar verecektir göreceğiz; fakat görünen köy kılavuz istemez: Şahıs rejimleri ciddi bir geriye gidiş ve ciddi bir küme düşüştür! Şahıs rejiminin özelliği Kuzey Kore’deki gibi bir deli başkan olursa felaket olur, ama Atatürk gibi bir sivil ve askeri deha başkan olursa, o zaman her şey iyi olur. Kısacası “şahsa” bağlıdır bu rejim türü, yani “şansa” bağlıdır yani güvenilir değildir, fren mekanizmaları çok iyi kurulmamışsa ülkeleri – tarihte pek çok kez görüldüğü üzere – savaşlara, felaketlere sürükler. Büyük yetkiler özellikle küçük adamları çabucak şımartır ve küstahlaştırır. Türkiye, hangi rejime geçerse geçsin o rejimde mutlaka kuvvetler ayrılığı çok bariz ve çok sağlam bir şekilde olmalıdır yoksa dünyada ciddi ve saygın bir yer edinemez.

2 Nisan 1948 yani 69 yıl önce bugün! Ankara’da Opera binası açılıyor. İsmet İnönü de ilk eseri seyretmeye geliyor. Bu çok önemli bir olaydır. Bir ülkede birinci öncelikli önemli şey ahlaktır, etik değerlere bağlılıktır. İkincisi bilimdir ve yine onunla aynı ağırlıkta olan sanattır. Bugün yolu köprüsü olan pek çok ülkenin bilim ve sanatı ileri değilse itibarı yoktur. Bugün İngiltere dendiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden biri Shakespeare ise ya da Charles Darwin ise, fakat İngiliz köprüleri, İngiliz yolları değilse memlekette yaşayan herkes bunu iyice kavramalıdır! Yüksek bilimin ve yüksek sanatın yoksa, adaletli bir ülke yaratmamışsan adam olamamışsın demektir!

Biz şimdi doğa etkinliğimize dönelim. Memleketin harika doğasında dolaşalım. Yukarıda belirttiğim gibi birinci öncelik ahlaktır ve yurdun doğasını korumak da en büyük ahlaktır. Bunu korumanın yolu yurdun doğasını sevmektir, onu kendi parçamız gibi görmektir! Kesilen her ağaç bizim vücudumuzun kesilmesidir!

DSC08996

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMegx1USw_clupCLv04uKR7Mt7x7lbwc-unuejgP_uN7hfoFz4RDEQlLxgI3S7ysA?key=bmY5ZS1yanFsNTIzY0RGTm5fSW1ya0F6QzhZbHFn

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move149820632

Sabah Sarı’nın yerinde yani Huzur Lokantası’nda açık duble çay içilip, zeytinli beyaz peynirli sandviç yenilip, çeşitli çorbalardan içilip Bolu’ya doğru yola koyulduk. Otobandan gidilince Bolu’ya varmak çok uzun sürmez.

10.22’de yürüyüşümüz başladı. Hava güneşli ama biraz da pusluydu; bu taraflar sabahları sıklıkla sisli de olur. Doğa henüz canlanma aşamasındaydı. Ancak dağların zirve kısımlarında karlar görülebiliyordu ve en çok da Kartalkaya’da vardı. Sabah bir muz takviyesiyle yürüyüş başladı.

DSC08978

Hedefimize 25.7 km var görünüyordu ki bugün 23.78 km yürüdük. Yemeği kaçırmamak için ve de asfalt yolda yürümemek için Ergün hoca rotayı 4 km kadar kısalttı ki bu kısım yokuş yukarı 3-4 kilometreydi!  Bugün toplamda 504 metre çıkıp 1073 metre indik ve en yüksek ulaştığımız rakım 1207 metreydi.

Sarı çiçeklerin üzerlerinde henüz arılar yoktu; çiçek dükkânlarının bu iğneli müşterileri daha ortalıkta görünmüyorlardı. Doğa yarı soluk, yarı cansızdı. Ama yol boyunca epeyce kertenkele gördük; yaprakların arasında küçük boylarının 10 misli kadar ses çıkarabiliyorlardı. Ağaçlar sanki oksitlenmiş gibilerdi. Unutulmuş, ya da çoktandır kullanılmamış orman patikalarında çıkış yapmaya başladık. Sararmış sonbahar yapraklarının arasında yemyeşil parlayan kaya sarmaşıkları hemen dikkat çekiyorlardı. Küçük dereler şırıldıyordu; minik su birikintileri adeta kurbağa larvalarıyla birer kurbağa fabrikasını andırıyorlardı. Nerede su varsa orası sabah güneşiyle ışıl ışıl yanıyordu!

Gazanfer hoca zaman zaman bana “bugün de öykü çıkacak sana” diyordu ki zaten doğanın kendisi başlı başına bir öyküydü; bir mucizenin öyküsü! Kayın ağaçları gerçekten Alman tankları gibi çok sağlamdılar. Onları sarmaya çalışan kaya sarmaşıkları muhtemelen bir kayaya veya bir tanka sarıldıklarını düşünüyorlardı! Saat 11’de 1020 rakımlarda yapraksız ağaçların ince gölgeleri altında yürümeye devam ediyorduk.

Reha hocayı henüz görebiliyorduk ama kısa süre sonra önlerden gözden kaybolacaktı, muhtemelen Koray hocayla önden hızlıca ilerleyecekti! Sarı çiçeklerin bazıları sudaki Lotus çiçekleri gibi duruyorlardı. Bir nergis, bir orkide, bir karanfil görmüyorduk ama onlar kadar güzel çuha çiçekleri, siklamenler ve papatyalar görüyorduk. Sararmış yapraklara bakarsak sanki sonbaharda yürüyor gibiydik.

Ve elbette otların da güzelliğini görmek gerek; mesele, her bir canlının önemli olduğunu kavrayabilmektedir! Belki yılan sevimsizdir ama en azından doğaya yaptığı katkı bağlamında saygı duyulmayı hak eder!

3 km kadar yürümüşken Yumrukaya göletine geldik. Fırsat buldukça mandalina, cevizli kuru dut yiyorduk ve dutlar Elazığ Ulukale dutlarıydı! Bazen de bitter çikolata. Genelde tatlı yendiği için tuzlu aranıyordu ve imdada Hasan hoca yetişiyordu, güzel yer fıstıkları veriyordu.

Yürürken düşünmeyenler doğanın bizzat kendisi oluyorlardı. Ölmek nedir? Düşüncenin, bilincin yok olmasıdır! Düşünmeyen ölmüştür. Meditasyon ölmektir. Meditasyon anında artık siz yoksunuz; siz her şey olmuşsunuzdur. Artık ağaç gölgeleri sizsiniz, ağaç da sizsiniz, kuş da sizsiniz. Doğa yürüyüşünden sonra şehirdeki zihin yorgunlukları kaybolur ve insan doğaya yenilenmek için çıkar; doğa, yenilenme, tazelenme yeridir, şu kullanmakta olduğumuz bilgisayarlardan kaçıp kurtulduğumuz yerdir, bir limandır, bir sığınaktır!

Nadiren tamamen bahar çiçekleri açmış ağaçlar görüyorduk. Her şey açma aşamasındaydı; ok, yaydan fırlamaktaydı fakat henüz yayın dışına çıkmamıştı. Hedef tahtaları görüyorduk. Yurdum insanı kurşunu, yüksek sesle patlayan aptal silahları seviyordu. Gürültü, cahil insanın sevdiği bir şeydir; sessizlikse gelişmiş insanın sevdiği bir şeydir!

Karmaşık bir rotada ilerliyorduk. Öyle ki 7 tane orman yolunun olduğu yerlere bile geliyorduk. 7 farklı yön! Hangisine girsen başka tarafa gidersin! Ağaçlardaki yeşil likenler güneşte sanki fosforlularmış gibi ışıldıyorlardı. Çürümekte olan orman kütüklerinin üzerindeki yapraklar da kesinlikle bir tabloya konu olabilirlerdi. Doğanın insanı sanata davet eden müthiş bir sihri vardır!

DSC09130

  1. kilometreye yaklaştığımızda At yaylası göletine ulaştık. Aslında burası tam bir huzur mekânıydı ancak karşı taraftaki ormancıların ağaç yükleme sırasındaki gürültüleri bu güzelliği biraz bozuyordu. Memleket son sürat ağaç kesmeye devam ediyordu. Ormanları azalan ve seyrelen bir ülkede yaşadığının kaç kişi farkındaydı ki? Yazımın başındaki ahlak meselesine, etik değerlere dönüyoruz yine! Biz ormanı yaşıyoruz, şanslıyız ama gelecek kuşaklar – eğer bilim hızlı büyüyen ağaçlar vesaire bulmazsa ya da etik düşünce egemen olmazsa – ormandan yoksun kalabilecekler!

Gölette yemek molası verildi. 1075 rakımda, saat 12.42’de Akçaabat köfte yendi, tarçın karanfilli çay içildi bir de bir parça Laz böreği! Biz yerken Ergün hoca da gölet çevresinde dolanıyor, bir balıkçıl kuşu fotoğraflamaya çalışıyordu. Kuş, zaman zaman mekân değiştirip gölün üzerinde dolaşıyor, şiir gibi süzülüp duruyor, gölgesi de göletteki kırmızı balıkların üzerine vuruyordu. Bunlar pelikanlar takımındandırlar. Uzaktan leyleğe benzetilebilirler ama uçarken bir tane fotoğraf çekebildim, oraya dikkatlice bakarsak bu kuş uçarken boynunu geriye çekmiştir oysa bir leylek uçarken boynunu ileri uzatır!

DSC09036

Sisli sabahların bu gizemli kuşlarını, kırmızı göl balıklarını, ormanı adeta hırsız gibi soyan “aptal medeniyeti” ve ışıldayan gölü geride bırakıp, neredeyse psikopat bir çalışkanlığa sahip karınca yuvalarının yanlarından geçerek kuzeybatıya, At yaylasına, hiç at görmediğimiz o büyük yaylaya doğru yöneldik. Kimliği belirsiz erenler adına yapılmış türbemsi mezarlığı da geçerek yaylaya ulaştık. Rüzgâr ve serinlik arttı.

DSC09029

Yaylada bizi silah sesleri karşıladı! Yurdum insanı kuşların seslerinin dinlenmesi gereken güzel bir yaylada atış talimi yapıyordu! Memlekette pek düzen falan olmadığı için böyle serserilikler, sersemlikler ve başıboşluklar almış başını gidiyordu! Fakat neyse ki ileride battaniyesini sermiş sessiz sakin oturan, yemeğini yiyen, kimseyi rahatsız etmeyen güzel vatandaşlarımız da vardı. Bu olay elbette bütün ülkeler için geçerlidir: Bir ülkede hem akıllı insanlar hem de aptal insanlar vardır; melekler ve şeytanlar vardır, bilgililer ve cahiller vardır, onurlular ve onursuzlar, ahlaklılar ve hırsızlar vardır!

Bu devasa yaylanın dev bir yeşil havaalanı görünümü vardı. Sonunda At yaylasının evlerine ulaştık. Oldukça canlıydı etraf. Tarlalar sürülüyordu, genellikle bir-iki dönümlük küçük tarlalardı bunlar. Torun gezdiren genç babaanneler, bahçesinden bizi görüp sohbete dalmak isteyen yaşlı köylüler epeyce çoktu. Son derece sevimli ahşap evler görüyorduk. Yaylada çok fazla köpek yoktu; çeşmelerden sular fışkırıyordu. Ergün hoca ve Gazanfer hoca pet şişelerini dolduruyorlardı. Ahşap kulübeleri fotoğraflamak keyifliydi; beton evlerin yüzüne bakan yoktu!

Yayladan çıktığımızda 10 km geride kalmıştı. Kuru dere yataklarını patika gibi kullanıyorduk. Ender de olsa kar öbeklerine rastlıyor, ayakkabı temizliği yapıyorduk. Artık daha geniş ve oldukça uzun olan bir orman yoluna girmiştik. Bu bölgede orman yolu dışındaki her arazi oldukça zorluydu ve girilmesi, uzunca yürünmesi durumunda gece yarılarına kalmak içten bile değildi. Fakat tabii özellikle yazın geceye kalınmasının da güzelliği ay ışığı, gizemli orman gürültüleri ve akşamın getirdiği farklı bir kokuydu. Değişik olan mutlaka yaşanmalıydı. Gündüzü yaşamak yetmez; gece de yaşanmalıdır, geceyi de yaşamalıdır insan. Hep sakin hava değil fırtına da bize çok şey katar çünkü o bizden çok farklıdır! Sana senin gibi biri ne katar? Sana senden farklı biri çok şey katar!

Sağımızdan solumuzdan derecikler akıyordu; devasa kayın ağaçları gördük. Doğaçlama kısa yollardan geçerken Vietnam tarzı bir sık orman içinden geçmenin o heyecanı duyuluyordu. Keşke bütün bir memleket böyle sık ağaçlarla örtülü olsaydı, keşke ağaçlardan yürüyemiyor olsak! Ama Türkiye, elbiselerinin oradan buradan büyük parçaları kopmuş biriydi artık, bir gün bu gidişle çıplak kalacaktı!

DSC09093

Havada pus artmıştı. İnişe geçmiştik ve 400 rakımlara kadar da inecektik. Yolda nadiren uçan kelebekler görüyorduk. Orman işçileri için yapılmış orman kulübeleri, açık havalı orman tuvaletleri, Reha hocanın hangi yöne dönüldüğünü gösteren tahta okları ve çamura çizdiği çizgiler de geride kaldı ve en sonunda 1 nolu Viyadüğe vardık. Tam karşıda Kulübeyanı köyü görünüyordu. 23. Kilometreye ulaşmıştık. Aracımız yaklaşık 3-4 km daha yukarıdaydı. Ergün hoca aracı aşağıya çağırdı ve doğruca Hayrettin Tokadi türbesinin olduğu yere gittik.

DSC09166

Hayrettin Tokadi türbesi, manevi hava yaratması beklenen bu yer gördüğüm kadarıyla bir satış mağazaları görünümü, ticari görünüm almış bir yere dönmüş. Girişte Edeb Ya Hu, yazısı yer alıyor. Dergâhların girişlerinde de görürüz bu deyişi, kişinin Tanrı’dan edeb istemesi, Tanrı’ya edeb yakarışıdır. Şimdi cahiller tarafından “edep yahu” ya dönmüş bir şeydir bu. İşin aslı yahu değil Ya Hu yani Ey Tanrım olacak!

Bu türbenin olduğu yerdeki ağaçlar gerçekten çok eskidir, anıt ağaçlardır; üzerlerinde de çok sevimli sincaplar dolaşmaktadır. Biz buradaki aş evinde yemek yedik. Herkese açık bir yer. Burada istenilen şey yemeği israf etmemek, tabağı tamamen bitirmektir. Ben makarnamı ve ekmeğimi yememiştim ama ekip bu sorunu çözdü! Hafta sonları 1500 kişiye yemek verilmektedir. Yemek sonrası bölgeyi gezdik. Ağaçların arasında yükselen ve sonbahar yapraklarıyla örtülmüş taş merdiven burada aklımızda kalan bir anıydı. Sanki göğe yükselen bu merdiveni düşününce bunun yolunu da düşünmektedir insan ve bunun gerçek yolu sadece bilimdedir…

Ne Sufizm, ne tasavvuf, ne din, ne de bu tarz spiritüel şeyler bizi kurtuluşa götüremez; bunun yolu sadece bilimden geçer… Ve kurtuluş nedir? Kurtuluş, varoluşumuzu sürekli kılmaktır!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Laia o Laila; Rostam’dan güzel bir Pakistan şarkısı.

https://www.youtube.com/watch?v=EAwJynFW64U

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »