Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘ildan doğa yazıları’

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

DSC09077

Bugün 2017 yılının 2 Nisan Pazar günü. Artık kara veda edildi. Bu sene bahar gibi bahar mı olacak? Pek öyle görünmüyor. Serin bir bahar olabilir ya da sıcak bir bahar olabilir; iklim değişikliği bağlamında her ikisi de mümkündür ve doğrusu bu evrende her şey de mümkündür! Ama yine de bahar bahar gibi olmalı, yaz da yaz gibi; kış kışlığını yapmalı, sonbahar da kuyumcu vitrini gibi parıldamalı!

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Rota, Bolu ilinin Yumrukaya köyüne yakın bir yerden başlıyor. 916 rakıma sahip toprak yolda araçtan inip kuzeydoğudaki Yumrukaya göletine gideceğiz. Bu gölet 1020 rakımdadır. Bundan sonraki hedefimiz ise yine biraz daha kuzeydoğuda bulunan At Yaylası göletidir. Geçen sefer bu bölgeye gece karanlık çökmüşken gelmiş ve At yaylasını çok iyi görememiştik. Bu kez gündüz orada bulunmak güzel olacak.

DSC09113

Bir sonraki hedefimiz ise kuzey batıya doğru yürümekti. Bolu dağı tünelinin Düzce’ye bakan tarafını da uzaktan yukarıdan görebilecektik. Daha sonra 400 rakımlardaki viyadüğün altından geçeceğimiz yere kadar vadilerdeki patikaları, doğaçlama kısa yolları ve orman yollarını takip edecektik. Viyadüğe ulaştığımızda burası Düzce Kaynaşlı, Kulübeyanı Köyü civarıdır. Buraya Darıyerihasanbey köyü de denir. Bütün o civarlar Kulübeyanı mahallesidir. Köyün olduğu bölgeden de 300 metre kadar yükselerek Adapazarı yolunu da geçip Darıyeribakacak köyünde, Bolu dağının yüksekliklerinde yürüyüşümüz sona erecekti. Bolu ilinden başlayıp Düzce iline geçecektik!

yumrukaya

Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarına geçeceğim. Öncesinde her zaman olduğu gibi maziye kısa bir bakış atacağım. Maziyi bilen geleceği de daha kolay okuyabilir. Memlekette çok yakında bir referandum var, gereksiz bir referandum. 20. Yüzyılın başlarındaki ve devamındaki tarihimizi iyi bilen bir kişi ne oy vereceğini de çok net olarak bilir. 1923 yılı keyfilikten sorumluluğa, biatten şahsiyetli, karakterli bir duruşa, kulluktan bireye geçiştir. Millet ne karar verecektir göreceğiz; fakat görünen köy kılavuz istemez: Şahıs rejimleri ciddi bir geriye gidiş ve ciddi bir küme düşüştür! Şahıs rejiminin özelliği Kuzey Kore’deki gibi bir deli başkan olursa felaket olur, ama Atatürk gibi bir sivil ve askeri deha başkan olursa, o zaman her şey iyi olur. Kısacası “şahsa” bağlıdır bu rejim türü, yani “şansa” bağlıdır yani güvenilir değildir, fren mekanizmaları çok iyi kurulmamışsa ülkeleri – tarihte pek çok kez görüldüğü üzere – savaşlara, felaketlere sürükler. Büyük yetkiler özellikle küçük adamları çabucak şımartır ve küstahlaştırır. Türkiye, hangi rejime geçerse geçsin o rejimde mutlaka kuvvetler ayrılığı çok bariz ve çok sağlam bir şekilde olmalıdır yoksa dünyada ciddi ve saygın bir yer edinemez.

2 Nisan 1948 yani 69 yıl önce bugün! Ankara’da Opera binası açılıyor. İsmet İnönü de ilk eseri seyretmeye geliyor. Bu çok önemli bir olaydır. Bir ülkede birinci öncelikli önemli şey ahlaktır, etik değerlere bağlılıktır. İkincisi bilimdir ve yine onunla aynı ağırlıkta olan sanattır. Bugün yolu köprüsü olan pek çok ülkenin bilim ve sanatı ileri değilse itibarı yoktur. Bugün İngiltere dendiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden biri Shakespeare ise ya da Charles Darwin ise, fakat İngiliz köprüleri, İngiliz yolları değilse memlekette yaşayan herkes bunu iyice kavramalıdır! Yüksek bilimin ve yüksek sanatın yoksa, adaletli bir ülke yaratmamışsan adam olamamışsın demektir!

Biz şimdi doğa etkinliğimize dönelim. Memleketin harika doğasında dolaşalım. Yukarıda belirttiğim gibi birinci öncelik ahlaktır ve yurdun doğasını korumak da en büyük ahlaktır. Bunu korumanın yolu yurdun doğasını sevmektir, onu kendi parçamız gibi görmektir! Kesilen her ağaç bizim vücudumuzun kesilmesidir!

DSC08996

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMegx1USw_clupCLv04uKR7Mt7x7lbwc-unuejgP_uN7hfoFz4RDEQlLxgI3S7ysA?key=bmY5ZS1yanFsNTIzY0RGTm5fSW1ya0F6QzhZbHFn

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move149820632

Sabah Sarı’nın yerinde yani Huzur Lokantası’nda açık duble çay içilip, zeytinli beyaz peynirli sandviç yenilip, çeşitli çorbalardan içilip Bolu’ya doğru yola koyulduk. Otobandan gidilince Bolu’ya varmak çok uzun sürmez.

10.22’de yürüyüşümüz başladı. Hava güneşli ama biraz da pusluydu; bu taraflar sabahları sıklıkla sisli de olur. Doğa henüz canlanma aşamasındaydı. Ancak dağların zirve kısımlarında karlar görülebiliyordu ve en çok da Kartalkaya’da vardı. Sabah bir muz takviyesiyle yürüyüş başladı.

DSC08978

Hedefimize 25.7 km var görünüyordu ki bugün 23.78 km yürüdük. Yemeği kaçırmamak için ve de asfalt yolda yürümemek için Ergün hoca rotayı 4 km kadar kısalttı ki bu kısım yokuş yukarı 3-4 kilometreydi!  Bugün toplamda 504 metre çıkıp 1073 metre indik ve en yüksek ulaştığımız rakım 1207 metreydi.

Sarı çiçeklerin üzerlerinde henüz arılar yoktu; çiçek dükkânlarının bu iğneli müşterileri daha ortalıkta görünmüyorlardı. Doğa yarı soluk, yarı cansızdı. Ama yol boyunca epeyce kertenkele gördük; yaprakların arasında küçük boylarının 10 misli kadar ses çıkarabiliyorlardı. Ağaçlar sanki oksitlenmiş gibilerdi. Unutulmuş, ya da çoktandır kullanılmamış orman patikalarında çıkış yapmaya başladık. Sararmış sonbahar yapraklarının arasında yemyeşil parlayan kaya sarmaşıkları hemen dikkat çekiyorlardı. Küçük dereler şırıldıyordu; minik su birikintileri adeta kurbağa larvalarıyla birer kurbağa fabrikasını andırıyorlardı. Nerede su varsa orası sabah güneşiyle ışıl ışıl yanıyordu!

Gazanfer hoca zaman zaman bana “bugün de öykü çıkacak sana” diyordu ki zaten doğanın kendisi başlı başına bir öyküydü; bir mucizenin öyküsü! Kayın ağaçları gerçekten Alman tankları gibi çok sağlamdılar. Onları sarmaya çalışan kaya sarmaşıkları muhtemelen bir kayaya veya bir tanka sarıldıklarını düşünüyorlardı! Saat 11’de 1020 rakımlarda yapraksız ağaçların ince gölgeleri altında yürümeye devam ediyorduk.

Reha hocayı henüz görebiliyorduk ama kısa süre sonra önlerden gözden kaybolacaktı, muhtemelen Koray hocayla önden hızlıca ilerleyecekti! Sarı çiçeklerin bazıları sudaki Lotus çiçekleri gibi duruyorlardı. Bir nergis, bir orkide, bir karanfil görmüyorduk ama onlar kadar güzel çuha çiçekleri, siklamenler ve papatyalar görüyorduk. Sararmış yapraklara bakarsak sanki sonbaharda yürüyor gibiydik.

Ve elbette otların da güzelliğini görmek gerek; mesele, her bir canlının önemli olduğunu kavrayabilmektedir! Belki yılan sevimsizdir ama en azından doğaya yaptığı katkı bağlamında saygı duyulmayı hak eder!

3 km kadar yürümüşken Yumrukaya göletine geldik. Fırsat buldukça mandalina, cevizli kuru dut yiyorduk ve dutlar Elazığ Ulukale dutlarıydı! Bazen de bitter çikolata. Genelde tatlı yendiği için tuzlu aranıyordu ve imdada Hasan hoca yetişiyordu, güzel yer fıstıkları veriyordu.

Yürürken düşünmeyenler doğanın bizzat kendisi oluyorlardı. Ölmek nedir? Düşüncenin, bilincin yok olmasıdır! Düşünmeyen ölmüştür. Meditasyon ölmektir. Meditasyon anında artık siz yoksunuz; siz her şey olmuşsunuzdur. Artık ağaç gölgeleri sizsiniz, ağaç da sizsiniz, kuş da sizsiniz. Doğa yürüyüşünden sonra şehirdeki zihin yorgunlukları kaybolur ve insan doğaya yenilenmek için çıkar; doğa, yenilenme, tazelenme yeridir, şu kullanmakta olduğumuz bilgisayarlardan kaçıp kurtulduğumuz yerdir, bir limandır, bir sığınaktır!

Nadiren tamamen bahar çiçekleri açmış ağaçlar görüyorduk. Her şey açma aşamasındaydı; ok, yaydan fırlamaktaydı fakat henüz yayın dışına çıkmamıştı. Hedef tahtaları görüyorduk. Yurdum insanı kurşunu, yüksek sesle patlayan aptal silahları seviyordu. Gürültü, cahil insanın sevdiği bir şeydir; sessizlikse gelişmiş insanın sevdiği bir şeydir!

Karmaşık bir rotada ilerliyorduk. Öyle ki 7 tane orman yolunun olduğu yerlere bile geliyorduk. 7 farklı yön! Hangisine girsen başka tarafa gidersin! Ağaçlardaki yeşil likenler güneşte sanki fosforlularmış gibi ışıldıyorlardı. Çürümekte olan orman kütüklerinin üzerindeki yapraklar da kesinlikle bir tabloya konu olabilirlerdi. Doğanın insanı sanata davet eden müthiş bir sihri vardır!

DSC09130

  1. kilometreye yaklaştığımızda At yaylası göletine ulaştık. Aslında burası tam bir huzur mekânıydı ancak karşı taraftaki ormancıların ağaç yükleme sırasındaki gürültüleri bu güzelliği biraz bozuyordu. Memleket son sürat ağaç kesmeye devam ediyordu. Ormanları azalan ve seyrelen bir ülkede yaşadığının kaç kişi farkındaydı ki? Yazımın başındaki ahlak meselesine, etik değerlere dönüyoruz yine! Biz ormanı yaşıyoruz, şanslıyız ama gelecek kuşaklar – eğer bilim hızlı büyüyen ağaçlar vesaire bulmazsa ya da etik düşünce egemen olmazsa – ormandan yoksun kalabilecekler!

Gölette yemek molası verildi. 1075 rakımda, saat 12.42’de Akçaabat köfte yendi, tarçın karanfilli çay içildi bir de bir parça Laz böreği! Biz yerken Ergün hoca da gölet çevresinde dolanıyor, bir balıkçıl kuşu fotoğraflamaya çalışıyordu. Kuş, zaman zaman mekân değiştirip gölün üzerinde dolaşıyor, şiir gibi süzülüp duruyor, gölgesi de göletteki kırmızı balıkların üzerine vuruyordu. Bunlar pelikanlar takımındandırlar. Uzaktan leyleğe benzetilebilirler ama uçarken bir tane fotoğraf çekebildim, oraya dikkatlice bakarsak bu kuş uçarken boynunu geriye çekmiştir oysa bir leylek uçarken boynunu ileri uzatır!

DSC09036

Sisli sabahların bu gizemli kuşlarını, kırmızı göl balıklarını, ormanı adeta hırsız gibi soyan “aptal medeniyeti” ve ışıldayan gölü geride bırakıp, neredeyse psikopat bir çalışkanlığa sahip karınca yuvalarının yanlarından geçerek kuzeybatıya, At yaylasına, hiç at görmediğimiz o büyük yaylaya doğru yöneldik. Kimliği belirsiz erenler adına yapılmış türbemsi mezarlığı da geçerek yaylaya ulaştık. Rüzgâr ve serinlik arttı.

DSC09029

Yaylada bizi silah sesleri karşıladı! Yurdum insanı kuşların seslerinin dinlenmesi gereken güzel bir yaylada atış talimi yapıyordu! Memlekette pek düzen falan olmadığı için böyle serserilikler, sersemlikler ve başıboşluklar almış başını gidiyordu! Fakat neyse ki ileride battaniyesini sermiş sessiz sakin oturan, yemeğini yiyen, kimseyi rahatsız etmeyen güzel vatandaşlarımız da vardı. Bu olay elbette bütün ülkeler için geçerlidir: Bir ülkede hem akıllı insanlar hem de aptal insanlar vardır; melekler ve şeytanlar vardır, bilgililer ve cahiller vardır, onurlular ve onursuzlar, ahlaklılar ve hırsızlar vardır!

Bu devasa yaylanın dev bir yeşil havaalanı görünümü vardı. Sonunda At yaylasının evlerine ulaştık. Oldukça canlıydı etraf. Tarlalar sürülüyordu, genellikle bir-iki dönümlük küçük tarlalardı bunlar. Torun gezdiren genç babaanneler, bahçesinden bizi görüp sohbete dalmak isteyen yaşlı köylüler epeyce çoktu. Son derece sevimli ahşap evler görüyorduk. Yaylada çok fazla köpek yoktu; çeşmelerden sular fışkırıyordu. Ergün hoca ve Gazanfer hoca pet şişelerini dolduruyorlardı. Ahşap kulübeleri fotoğraflamak keyifliydi; beton evlerin yüzüne bakan yoktu!

Yayladan çıktığımızda 10 km geride kalmıştı. Kuru dere yataklarını patika gibi kullanıyorduk. Ender de olsa kar öbeklerine rastlıyor, ayakkabı temizliği yapıyorduk. Artık daha geniş ve oldukça uzun olan bir orman yoluna girmiştik. Bu bölgede orman yolu dışındaki her arazi oldukça zorluydu ve girilmesi, uzunca yürünmesi durumunda gece yarılarına kalmak içten bile değildi. Fakat tabii özellikle yazın geceye kalınmasının da güzelliği ay ışığı, gizemli orman gürültüleri ve akşamın getirdiği farklı bir kokuydu. Değişik olan mutlaka yaşanmalıydı. Gündüzü yaşamak yetmez; gece de yaşanmalıdır, geceyi de yaşamalıdır insan. Hep sakin hava değil fırtına da bize çok şey katar çünkü o bizden çok farklıdır! Sana senin gibi biri ne katar? Sana senden farklı biri çok şey katar!

Sağımızdan solumuzdan derecikler akıyordu; devasa kayın ağaçları gördük. Doğaçlama kısa yollardan geçerken Vietnam tarzı bir sık orman içinden geçmenin o heyecanı duyuluyordu. Keşke bütün bir memleket böyle sık ağaçlarla örtülü olsaydı, keşke ağaçlardan yürüyemiyor olsak! Ama Türkiye, elbiselerinin oradan buradan büyük parçaları kopmuş biriydi artık, bir gün bu gidişle çıplak kalacaktı!

DSC09093

Havada pus artmıştı. İnişe geçmiştik ve 400 rakımlara kadar da inecektik. Yolda nadiren uçan kelebekler görüyorduk. Orman işçileri için yapılmış orman kulübeleri, açık havalı orman tuvaletleri, Reha hocanın hangi yöne dönüldüğünü gösteren tahta okları ve çamura çizdiği çizgiler de geride kaldı ve en sonunda 1 nolu Viyadüğe vardık. Tam karşıda Kulübeyanı köyü görünüyordu. 23. Kilometreye ulaşmıştık. Aracımız yaklaşık 3-4 km daha yukarıdaydı. Ergün hoca aracı aşağıya çağırdı ve doğruca Hayrettin Tokadi türbesinin olduğu yere gittik.

DSC09166

Hayrettin Tokadi türbesi, manevi hava yaratması beklenen bu yer gördüğüm kadarıyla bir satış mağazaları görünümü, ticari görünüm almış bir yere dönmüş. Girişte Edeb Ya Hu, yazısı yer alıyor. Dergâhların girişlerinde de görürüz bu deyişi, kişinin Tanrı’dan edeb istemesi, Tanrı’ya edeb yakarışıdır. Şimdi cahiller tarafından “edep yahu” ya dönmüş bir şeydir bu. İşin aslı yahu değil Ya Hu yani Ey Tanrım olacak!

Bu türbenin olduğu yerdeki ağaçlar gerçekten çok eskidir, anıt ağaçlardır; üzerlerinde de çok sevimli sincaplar dolaşmaktadır. Biz buradaki aş evinde yemek yedik. Herkese açık bir yer. Burada istenilen şey yemeği israf etmemek, tabağı tamamen bitirmektir. Ben makarnamı ve ekmeğimi yememiştim ama ekip bu sorunu çözdü! Hafta sonları 1500 kişiye yemek verilmektedir. Yemek sonrası bölgeyi gezdik. Ağaçların arasında yükselen ve sonbahar yapraklarıyla örtülmüş taş merdiven burada aklımızda kalan bir anıydı. Sanki göğe yükselen bu merdiveni düşününce bunun yolunu da düşünmektedir insan ve bunun gerçek yolu sadece bilimdedir…

Ne Sufizm, ne tasavvuf, ne din, ne de bu tarz spiritüel şeyler bizi kurtuluşa götüremez; bunun yolu sadece bilimden geçer… Ve kurtuluş nedir? Kurtuluş, varoluşumuzu sürekli kılmaktır!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Laia o Laila; Rostam’dan güzel bir Pakistan şarkısı.

https://www.youtube.com/watch?v=EAwJynFW64U

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

29

Bugün 4 Aralık 2016, Pazar günü. Yılın 338. gününe gelmişiz; 27 gün sonra 1 yıl gibi evren ya da uzay zamanında çok önemsiz, çok minik bir zaman süresi daha geride kalacak ve her zamanki gibi insanlar yeni yıla yeni umutlarla ama eski akıllarıyla girecekler! Oysaki yeni umutların gerçekleşmesi eski akılla değil yenilenmiş, kendisini geliştirmiş, geçmişten dersler çıkarmış yeni akılla olur ancak! Yeni bir şey, yeni bir aksiyon, yeni bir düşünce gerektirir; aynı aksiyonla, aynı düşünceyle yeni şeyler çıkmaz!

yurecikk

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum. Her zaman olduğu gibi yine grubun web sitesi linkini ve Facebook sayfasını aşağıya veriyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Ayrıca etkinliğin fotoğrafları için de aşağıdaki linke bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMFAxAln20s0c1XwMCjdPwk-pZNbwcfVrR5qMdpknIDRdMW1QoWEWSKF2isDje-lQ?key=TFVYM0t6aXB3ZWRkWmtzZkdiLWx6djhtN0dTX3RB

Karabük Eskipazar ilçesinin Yürecik köyünden başlıyor bugünkü yeni rotamız. Gerede’ye girmeden Ankara Karabük yoluna sapıp oradan ilk önce Eskipazar’a gideceğiz. Sonra da Mengen yolunu alarak Yürecik köyüne doğru ilerleyeceğiz.

28

1220 rakımlı Yürecik köyü rotamızın start aldığı yer. Buradan batı yönünde 1440 rakımlı Çilekbeli geçidine doğru yürüyeceğiz. Bu geçide ulaştıktan sonra ise güney batı yönünde bulunan 1430 rakımlardaki Dökük yaylasına doğru inişli çıkışlı bir rota izleyeceğiz. Köknar ağaçları, anıt çamlar, yer yer kayın ağaçları, az da olsa kuşburunları yol boyunca bizimle beraber olacak.

Dökük yayladan sonra hafif güney batıdaki komşu yaylaya geçeceğiz. 1420 rakımlı bu yaylanın ismi Kurtça yaylası! Kurtlarla özdeşleşmiş bir yayla! Bu küçük yaylaları bitirip bu kez daha büyük bir yaylaya, güney batıdaki Soğucak yaylaya geçeceğiz. Adı üstünde soğuk bir yayla çünkü rakımı yüksek! 1700’ün üzerinde bir rakıma sahiptir bu yayla ve elbette bol karlı olmak için gerekli bir yapıya da sahip.

dsc02221

Soğucak’tan sonra güneye, daha doğrusu hafif güney doğuya doğru epey bir inişimiz olacak. Adiller köyünün hemen batısında yer alan küçük mahalleye kadar gideceğiz. Bu mahallenin hemen güneyinde iki vadi yer almaktadır. Soldaki uzun vadiye gireceğiz. Bu çok uzun vadi bizi Çayören Güneyköy yaylasına kadar götürecek. 1700’lere yakın bir rakımı olan bu yayla da bol karlı olmaya aday bir yayladır! Buranın biraz daha güneyi Bolu – Çerkeş -Ilgaz – Samsun yoludur, biraz derken irtifa olarak en az 350 metre aşağıdadır. Bu yol üzerindeki 1345 rakımda bulunan OPET benzin istasyonuna inerek yürüyüşümüzü tamamlayacağız; planımız kabaca buydu. Ancak derin kar nedeniyle bu plan değişti. Yaşam dediğimiz şey zaten yapılan planlardır ve bu planlara hayatın müdahalesidir ve sonrasında da bizim yeni planlarımızdır, hayat budur!

Ergün hoca bu yukarıdaki plana bağlı kalırsak derin kardan dolayı sabah saatlerine kadar sürebilecek “ultra” bir yürüyüşe sebep olacağından rotayı kısalttı. Kurtça yaylaya kadar plana sadık kaldık oradan Soğucak yaylaya çıkış yapmayıp batıdaki MengenÇayköy’e gittik. Rota kısalmasına rağmen 20 km uzunlukta 9 saat 7 dakika süren ve toplamda sadece 15-20 dakika durduğumuz çok sağlam, bir anlamda kardiyo geliştirici bir derin kar yürüyüşü ve bir “dondurma soğukluğu” yürüyüşü oldu. Hareket halinde olduğumuz için soğuğu çok hissetmiyorduk ama durduğumuz zaman bu soğuğu çok daha iyi algılayabiliyorduk.

Biz kar yürüyüşlerine yıllardan beri genel olarak kademeli geçerdik, vücut kademeli olarak alışırdı. 5 cm, 10 cm, 30 cm, 1 metre derken bu kez bu sene hızlı bir geçiş oldu, bir anda yarım metre, zaman zaman 1 metreye yakın derinliklere de rastladık. Yılın ilk ciddi kar yürüyüşüydü ve umarım devamı da gelir çünkü derin kar yürüyüşleri bir ayrıcalıktır.

Bugünkü etkinliğimizin ayrıntılarına geçmeden önce geçmişte bugün ne olmuş şimdi ona bakacağım kısaca. 4 Aralık 1131 yılı İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın ya da orijinal ismiyle Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’ın yaşamını yitirdiği gündür. Şimdi Hayyam’dan birkaç özlü söz verip yazıma resmi olarak başlayacağım. Şöyle der Ömer Hayyam: “Eğer her şeyini kaybetmişsen ve cebinde bir ekmek alacak kadar paran kalmışsa, git kendine bir demet menekşe al ve ruhunu besle. Bence bu çok anlamlıdır ve kişinin öncelikle ruhunu beslemesi lazım.Şu sözü de güzeldir: “Cehennemi gerçekten bilmek mi istersin? Dünyada cehennem, ehil olmayanla konuşmandır.” Ve son olarak şunu vereyim, Shakespeare-vari bir cümledir bu: “Girme şu alçakların hizmetine: konma sinek gibi pislik üstüne. İki günde bir somun ye, ne Olur! Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!” Ömer Hayyamı da ve onun yaşam dolu güzel sözlerini de burada sevgiyle anmış olalım ve gelelim bugünkü etkinliğimize.

Yürüyüş yapacağımız Eskipazar bölgesi dendiğinde akla ilk gelen isim Hadrianapolis’tir! Bu Roma antik kenti henüz önemli ölçüde günışığına çıkmamıştır! Memleket boş işlerle ilgilendiğinden böyle önemli şeylere, geçmişimizin bilimsel olarak karanlıktan aydınlığa çıkarılması meselelerine, Mars projesi gibi büyük düşünce konularına zaman kalmamaktadır! Güzergâhımız üzerinde olsaydı Hadrianapolis antik kentinin bir havasını koklayıp, kendimizi kısa bir süre de olsa geçmişe, Romalıların çağına ışınlayabilirdik!

Eskipazar’ı da Hititler kurmuşlardır! Sonra Romalılar burayı alınca ismi “Hadrianopolis in Paphlagonia” olmuştur. Tabii bize geçince önce Viranşehir ve sonra da Eskipazar’a dönüşmüştür. Kim bir yeri ele geçirdiyse onun ismini de değiştirmiştir çünkü şişkin ego ve ilkellik eski ismi muhafazaya, geçmişe saygıya pek izin vermez!

Sabah 6.40 Ankara’dan yola çıkış zamanıydı, 6.30’larda duraklarda yerler alındı. Sabah kapkaranlıktı! Yaz saati denilen akılcı ve mantıklı bir uygulama vardı bir zamanlar! Bir süre sonra hep böyle konuşacağız: Bir zamanlar şu güzel şey vardı, bir zamanlar bu güzel şey vardı, bir zamanlar memlekette kitap okunurdu; yanlışlara battıkça geçmiş de bize daha güzel görünecektir!

Araçta giderken Cihan hoca kendi tabletinden güzel bir Sebastian Bach klasik müziği çaldı. Sabah Kurtboğazı Baraj bölgesi sislerle kaplıydı; baraj gölü enfes bir güzelliğe bürünmüştü. Böyle güzellikleri genellikle balıkçılar, avcılar ve elbette yürüyüşçüler yakalar ve yaşamın bütün derinliği işte bu anlarda, bu anlara tanıklık etmekte yatar!

Her zamanki gibi önce Sarı’nın Huzur Lokantası’nda kahvaltı yaptık ve ardından Yürecik köyüne ulaştık, daha doğrusu Yürecik köyünün Taşmanlar mahallesine 1 km kadar uzaklıkta ana yolda araçtan indik. Pazar günü için hava durumu en yüksek 3 derece görünüyordu ve parçalı bulutluydu. Bu bölgede nem oranı da %80’ler civarında olduğundan oldukça serin bir hava ve elbette karla kaplı orman yolları bekliyorduk ve öyle de oldu. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru rahatlıkla -8’lere, -15’lere kadar inecekti.

Araçtan iner inmez güneşin altında parıldayan kar zerrecikleri “iyi ki geldik” sözünü hemen söyletti bize ya da Yahya Kabak hocanın bir zamanlardaki sözünü hatırlattı bize: “İyi ki geldik yav, iyi ki buradayız!” Doğa bir diriliştir, varoluşumuzun derinlerine hitap eden bir şiirdir!

Hava soğuktu, güneşse yalnızca yüzümüzü ona döndüğümüzde ısıtıyordu. Ancak güneşte nadiren yürüdük, çoğu kez orman içlerindeydik. 1282 rakımdan yürüyüşe başladık. Yüreciğe 3 kilometre yürüyecektik. Yolun önemli kısmının kar açıcılık işini Ergün hoca ve Cihan hoca yaptılar.

Saatlerimiz 10.12’yi gösteriyordu. Mevsimler içerisinde “masalsı güzellik” deyimini insan en güzel karlarla kaplı bir ormanda, o bembeyaz sessizlikte, o gerçekdışı gerçeklikte yaşar. Sabah kalkmak zordur, hava soğuktur, yürümek epey bir çaba gerektirir ama işte bunları yapmadan o masalsı güzellikler yaşanmaz; kömür kokulu rezil bir şehrin çaresiz sokaklarında, trajik haberlerin moralleri dinamitlediği bu akıldışılık dünyasında çürür gider insan! Doğa yürüyüşü bu çürümeye karşı bir isyandır, rezilliği, medeniyet adı altındaki çirkinlikleri, aptal haberlere boğuluşu bir reddediştir!

Taşmanlar mahallesi yakınlarından Yüreciğe doğru yürüyüşe başladık. Yollar buzluydu, köylerin ara yolları daha şimdiden kapanmışlardı. Kar taneciklerinin mükemmel geometrik görünüşlerine hayranlıkla baktık; fiziki evrenin, fizik kanunlarının sanat şaheserleriydi bunlar.

Güneş de gölgeler vasıtasıyla inanılmaz sanatlar yaratıyordu. Dik bir çıkışa geldik. Ergün hoca haritayı zaman zaman inceliyordu. Yürecik pek sevimli, pek hoş, pek sakin bir dağ köyüydü; güneşin altında ışıl ışıl parıldıyordu. Öylesine doğal, öylesine huzur veren bir yerdi! Köpeksiz köy olmaz derken havlama sesleri duyuldu. Eski bir fırının ahşap kulübesine, çeşmenin buzlanmış yosunlarına, samanları traktöre yükleyen samimi köylüye veda ederek yolumuza devam ettik.

8

Reha hoca kısa kolla soğuğa meydan okuyordu ve Cihan hoca da onu uyarıyordu, üşüyeceksin diyordu! Tozluklarımız çabucak donmuşlardı. Gölgeler kutupsal bir karaktere bürünüveriyorlardı. Şanslıydık çünkü rüzgâr yoktu, yaprak kımıldamıyordu.

Hedefimiz Çilekbeli geçidiydi ki 1440 rakımdaki bu noktaya 3 saat yürüyerek 6.76 km kat edip geldik. Burada 10-15 dakikalık hızlı bir yemek molası verdik. Boşalan baterilerimizi, boşalan midemizi doldurduk. Tatlı bir güneşin şefkatli eli altında ton balıklı sandviç, Amasya elma, kakaolu Eti gofret, mandalina yedik ve ardın da ayvalı ıhlamur içtik ve vakit kaybetmeden yola koyulduk.

Şimdi iniş zamanıydı. 1437’lerden 1290 rakımlara dek inecektik. Ormanda yürürken güneşin ağaçlar arasından ani beliriveriş ve ani kayboluşlarını ilgiyle izleyecektik. Sanki oyun oynayan haylaz bir çocuk vardı tepemizde! Öteki yıldızlar, onun hemcinsleri ondan çok uzakta olduğundan bu kozmik bebek de bizimle oynamayı seçmişti! Sararmış yapraklara tutunmuş karlar, güneşin ve dondurucu soğuğun birer oyuncağıydılar adeta çünkü güneş karı suya çevirmeye, soğuk da onu dondurmaya çalışıyordu. Zıt güçlerin çatışma alanındaydık.

Nadiren ayı yavrusu ve domuz izlerine ve bir de tavşan izlerine rastlıyorduk. Bugün hocalar günüydü: Reha Bahtiyar hoca, Hasan hoca, Gazanfer hoca, Uğur hoca, Koray hoca, Cihan hoca… Tecrübeli ve sağlam bir ekiple yürüdük.

Orman içinden orman yoluna çıkar çıkmaz yürüyüş zorlaşıyordu çünkü kar çoğalıyordu! Dökük yaylaya vardığımızda 1420 rakımlardaydık, 10 kilometreden ve 5 saatten fazla yürümüştük. Halen orijinal rotadaydık. Ve bundan sonraki hedefimiz Kurtça yaylasıydı. Oraya gittiğimizde Ergün hoca durum değerlendirmesi yapacaktı. Kurtça yaylasına vardığımızda hemen güney batıdaki Soğucak yaylasını görebiliyorduk. Burada Soğucak’tan vazgeçme kararı alındı çünkü 300 metrelik bir derin kar çıkışı olacaktı ve oradan Adiller’e insek bile uzun vadi rotası çok karlı olduğundan orijinal rotada kalmakta ısrar edersek sabah saatlerini bulacaktı yürüyüşümüz.

Rotamız doğru bir şekilde Mengen’in bir ilçesi olan Çayköy’e döndü! Ergün hoca zaman zaman telsizle Reha hocayla konuşuyor ve kararan ortamda ekibin arkasında kalan var mı diyordu. Ekipte kopma olmadı. Hemen her zaman herkes görüş alanındaydı.

Artık hava kararmaya başlamıştı, ortam esrarengiz güzelliğe bürünmüştü; doğa gece kıyafetini giymekteydi. 15. kilometreye geldiğimizde rakımlar da 1300’ü göstermekteyken kuzeyde uzaklarda ışıklar gördük ve ezan sesi duyduk. Orası Banaz’dı, Mengen ilçesinin köylerinden biriydi. Güneş batınca hava sıcaklığı da ani bir düşüş gösterdi.

1200 rakımlardaki bir açıklığa geldiğimizde müthiş bir manzara da bizleri bekliyordu! Karlı dağların ardında güneş batmıştı; kızıllıkta kırmızının tonları ve sarının tonları hâkimdi; uçakların bıraktığı izler avuç içi yaşam çizgileri gibi karmaşıktı! Aşağıdaki ovalara ise harika sisler inmişti. Bu mistik görüntü bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü! Bizi, varoluşun mucizeleri denen olağanüstü bir boyuta taşıdı. Bu doğal seyir terasında biraz zaman harcayıp inişe devam ettik.

32

1050 rakımlarda bulunan ve Çayköy’ün mahallelerinden biri olan Gülistan mahallesine inmiştik. Hoşsohbet yerel halktan birileriyle muhabbet yapıldı. Kaptan Gökhan’ın buraya gelmesi zordu, gerekirse zincir takacaktı. Yol buzluydu ve o yüzden 870 rakımlı Çayköy’e birkaç kilometre daha, yaklaşık 3 kilometre daha yürüyüp aracımıza ulaşmaya karar verdik ve de iyi ki de vermişiz çünkü kafa lambalarımızla aşağıya inerken karların üzerindeki ışıltılar bizi büyüledi. Sanki binlerce göz bize bakıyordu.

Tuhaf, esrarengiz kuş ötüşleri duyduk bu yolda ve tepede Ay, hilal şeklinde bizi izliyordu, doğa her zaman bizi izler! Bir de parlak bir yıldız vardı. VenüsJüpiter mi? Doğu ufkunda gördüğümüz bu parlak yıldız muhtemelen Jüpiter’di. Gökyüzü bize Mars gezegenine gidiş projelerini anımsattı. Biz bu projenin neresindeydik? Değiştirilemez gerçekleri değiştiren milletler büyük milletlerdir! Mars’ta koloni kurmak böyle bir iştir, imkânsız görünenin peşine düşmektir bu! Yüksek bilime sahip olmayan bir ülke ciddiye alınan bir ülke değildir! Yüksek bilimin, yüksek sanatın peşine düş, yoksa itibarın hiçbir zaman olmayacaktır!

Sonunda mutlu sona ulaştık ve kaptan Gökhan bizi henüz Çayköy’e varmadan aldı, sonra da dönüş yeri olmadığından geri geri köye gittik! Sarı’nın yerinde fındıkla yanan sıcak soba ve kemik suyu çorba molası verdik. Sıcak sobanın kor görüntüsünde düşüncelere daldık ve sonra doğruca Ankara’ya döndük.

Şimdi bir Zen hikâyesi verip yazımı sonlandıracağım:

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra topraktaki bir delikten iki farenin çıktığını ve hemen yanı başındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı…

İşte doğa da bizim için bu yaşamdaki çileklerdir, geleceği unuttuğumuz şimdiki andır! Yukarıda bir kaplan veya bir sırtlan, aşağıda bir uçurum, ama bir de bize umut veren çilekler var, doğa var, doğanın güzellikleri var ve biz çirkinlikler içinde bulduğumuz bu güzelliğe, doğaya, akıllı insanların bu ebedi limanına sığınıyoruz, yukarıyı ve aşağıyı unutuyoruz!

Güzel bir rotaydı “yeni” bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kongar-ol Ondar, Büyük Nehir, değişik bir türkü!

https://www.youtube.com/watch?v=MfHmjHEKygs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

rnrnrnr

 (Çubuk Barajı)

Bugün 18 Haziran 2014 Çarşamba günü. Gökhan’ın organize ettiği Ankara’nın Dereleri isimli bir etkinliğe katıldım. İnşaat ve Çevre Yüksek mühendisi Hasan Akyar sunumu yaptı. Farkındalık yaratmaya yönelik güzel bir sunum oldu. “Ben sudan çok korkarım,” cümlesiyle konuşmaya başladı ve korktuğu için de suyu anlamaya, tanımaya çalıştığını söyledi Hasan bey. Anıtkabir Gençlik Caddesi civarlarında bir dereden babaannesiyle geçerken korkulu anlar yaşamış ve dereler yaşamında farklı bir anlam kazanmış. O derenin ismi Kirazlı-dereydi! Maalesef etkinlikte Vedat hoca gibi not almadığım için hatırladığım bazı bilgileri genel olarak aktaracağım. Umarım değerli okuyucu bu önemli konuya ilgi duyar ve bu başlangıç yazısına daha yeni bilgiler ekler ve kendisi de yeni farkındalık yazıları yazar.

Üstat Osho’nun, üstat Thích Nhất Hạnh gibi zen Budistlerinin bahsettikleri “farkındalık” dünyanın kaderini değiştirecek önemli bir detaydır! Farkında olmalıyız, her şeyin, en küçük şeylerin bile!

elltltl

 (Bentderesi)

Tabii herkesin aklındaki soru Ankara’nın dereleri var mı ki sorusuydu, ki Kemal hoca da salona girer girmez bu soruyu sormuştu! Ankara’nın elbette dereleri vardı. Semt isimleri zaten bu konuda bize en iyi ipuçlarını veriyorlar: Kavaklı-dere; Hoş-dere; Bülbül-deresi; Bent-deresi; Dikmen-deresi, Cevizli-dere, Kirazlı-dere… Bu derelerin doğal yatakları yeraltına itildiler, üzerleri kapatıldı; yaşarken mahkum edildiler; şimdi onların ancak seslerini demir rögar kapaklarının deliklerinden işitebiliriz! Onlar canlı güzel birer varlıktılar ve biz onları karanlıklara ittik, onlara ihanet ettik! Aptallık ihanete her zaman çok yakındır!

ejjjtt

(Hermann Jansen – Ankara Kalesi)

Bazen bu dereler kendilerini göstermekte, metroların tavanlarından akmakta, içerleri su basmaktadır, çünkü metro tam bu derenin altından geçmektedir ve üstelik derenin oradan geçtiğinden haberleri bile olmayan tecrübesiz ve birikimsiz görevli kadrolar meseleyi bir türlü idrak edememektedirler. Kolej metro durağındaki su basma olayı yatakları yeraltına itilmiş dereden dolayı olmuştur, ya da zaman zaman oluşup can kaybı bile yaratan göçükler de bundandır. Genelkurmay civarında bir ölümlü göçük olmuştu ki burada Sokullu ve Dikmen dereleri aşağılardan akar gider.

Hasan bey suyun hafızası var diye bir cümle kullandı; yani su kendisine yapılan kötülükleri hatırlar ve bir gün buna yanıt verir! Yanıtı da adaletli değildir yani dereyi su altına iten, yanlış uygulamalar yapmakta maharetli aptallar değil de orada oturan hiçbir şeyden habersiz masum insanlar da ölürler! Su canlıdır diye de bir söz söylemişti; yani suyun bir yatağı vardır, bazen bu yataktan cılız akar, bazen canı ister daha geniş akar, kendisine ait bir yaşam alanı vardır ve bu alana saygı duymak gerekir! Bu alanı ona bırakmak gerekir, çünkü su böyle nefes alır!

Seminerin başında bir yaprak fotoğrafı vardı, üzerinde kılcal damarlar onu besliyordu; yine insan vücudu da böyle besleniyordu; uzaydan çekilmiş bir fotoğrafta da dereler tıpkı kılcal damarlar gibi her yeri besliyorlardı. Bu beslemeyi de yerçekimi belirliyordu. Yani milyonlarca yıldır dereler aynı kanunlarla yaşıyorlar! Birkaç dağ ismi verdi Hasan Bey; Sivas-Erzincan karayolunun ortasındaki Kızıldağ’dan bahsetti; eğer damla 1 milimetre mesela sola yağsa, Karadeniz’e gidiyor, ya da çok küçük bir sapma, bir nano sapma yapıp zirvenin başka noktasına düşse Hint Okyanusuna gidiyordu! Yine Tahir dağından bahsetti; Erzurum-Ağrı yolu arasındaki bir dağdır bu; doruğun neresine düştüğüne göre su farklı havzalara yolculuk eder, Hazar denizine bile gidebilir! Yerel rüzgâr su damlasının kaderini belirlemektedir. Su, gittiği yerin kültürünü de değiştiriyordu ve o yüzden çok çok önemliydi! Memleket suyun önemini bilir mi? Gerede suyunun Ankara’ya gelmesinin planını çok yıllar önce yapan akıllı adamlar varmış! Dünyanın 4’te 3’ü su diyoruz ama kullanılabilir su miktarı % 2’nin de altındadır; altını falan geçiniz, su, altından kat be kat daha değerlidir! Hasan Akyar’ın da belirttiği üzere virüsler bile suya ihtiyaç duyarlar! Uzay denilen o devasa kumaşın üzerine oturmuş yeni gezegenlerde yaşayacak yeni yerler arıyoruz ve ilk baktığımız şey orada su var mı?

Bu seminerden ve genel mantıktan yola çıkarak şunu anladık ki derelerin üzerlerini örtmek pek çok açıdan yanlış. Birincisi derelerin o harika görünümleri katledilmiş olur; yani eski fotoğraflardan Hasan bey Sıhhiye’yi ve o zaman ortada akan dereyi (İncesu deresini) gösterdi. Bu gerçekten harika bir görünümdü; pek çoğumuzun babası bu harika dereyi hatırlar. Şimdi o derenin aktığı yerde “Alo Belediye” tarzı aptal binalar var, dere yok olmuş, yeraltına inmiş, aptallık ise yüzeyde duruyor! Oysa Avrupa’daki birçok kentte olduğu gibi ya da Eskişehir’de olduğu gibi açıktan akabilirdi.

Ankara’daki bütün dereler birleşip Ankara çayını oluşturuyorlar. 3 temel su kaynağından, 3 akarsudan bahsedildi: Çubuk çayı ki bu Çubuk Barajına gelmektedir. Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır bu ve tamamen Türk mühendislerin çabalarıyla, kazma kürekle inşa edilmiştir  ve Hasan beyin dediği gibi 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı varken, para yokken yapılmıştır. O döneme ait fotoğraflarda barajın alt kısmında sütunlardan oluşmuş güzel bir kapı vardır ve o zamanlar pek çok kişi gelip orada hatıra fotoğrafı çektirirmiş; barajda yüzülürmüş. O dönemim resimlerindeki modern kıyafetler de memleketin o dönemki modern ışıltısını gösteriyordu; evet, bu ülkenin insanlarının o zamanki bir kesimi şimdiki modern dediğimiz bir kesimden bile fersah fersah moderndi! Bugün barajın hali içler acısı. Meşhur gazino yıkılmaya terk edilmiş. Atatürk’ün özel eşyalarının bulunduğu müze tarzı yerin sonu da pek parlak değil!

Diğer bir su kaynağı da Hatip çayıdır. Kalecik taraflarından gelir İdris dağından doğar, bizim zaman zaman yürüyüş yaptığımız Hasanoğlan’dan geçer ve ayrıca Mamak ve Kayaş’tan!

Bir de Elmadağ’dan gelen İmrahor vadisinden geçen İncesu deresi var ki bu kısım halen yeryüzündedir, o yüzden de Hasan beyin dediği gibi dere halen güneş görürken gidip görmek ve hatta fotoğraf çekmek gerekir. İşte bu Çubuk çayı, Hatip çayı ve İncesu deresi Akköprü civarlarında birleşip Ankara çayını oluşturuyorlar. Ankamall’in parkından dereyi zar zor da olsa görebilirsiniz; bu derenin videoları da internette var.

Hatip çayıyla ilgili 1900’lerin başı ve hatta 1890 civarlarına ait pek çok fotoğraf gösterdi Hasan Bey. Ankara kalesiyle Hıdırlık tepe arasında bir vadi var ve işte o vadide şimdi orada olmayan çok güzel bir Roma su bendi yer alıyormuş. Bent-deresi’nin kenarında bir beyaz burç var, halen de oradadır ve işte Roma su bendinin duvarı da bu burca dayanmıştı. Bu bölgede tabakhaneler (deri işleyen atölyeler) vardı ve bu sular bu tabakhanelerde kullanılıyordu. Burada ayrıca ismini şimdi hatırlamadığım bir yabancı araştırma ekibinin fotoğrafı da ilginçti. Ankara kalesini araştırmak için gelmişler, bir Madam ve ona yardımcı olan bir heyet. Şimdi orada çay falan akmıyor, o da yeraltına itilmiş! Bir güzellik daha yok edilmiş! Güneşin parıldadığı dereler teker teker ilkel bir zihniyet nedeniyle ortadan kalkmışlar ve birer hayalet derelere dönüşmüşler!

Bentderesi eskiden bir mesire alanıymış; bağlar bahçeler varmış. Sazlar çalar, kumpanyalar temsil verirlermiş. Bütün bu dereler boyunca harika tahta köprüler varmış ve bunların çoğunun fotoğraflarını Hasan Akyar beyin arşivinden görebildik! 1957 tarihli bir su baskınından sonra derenin üzeri kapatılmıştır ve böylece Ankara çayını besleyen bir dere daha hayalet dere olmuştur.

Fotoğrafları izlerken Ankara’nın kaybolan doğal değerlerini açıkça görebildik. Dereler karanlıklara itilmişler, tarihi köprüler yıkılmışlar ve dere kenarındaki bağlar bahçeler yok edilmişlerdir. Düşünün ki artık dere boyunca çamaşır yıkayan kadın fotoğrafları tarih olmuştur. Dere boyu gezintileri tarih olmuştur, oysa Ankara’nın dereleri akılla korunabilirlerdi ve biz halen dere boylarında gezinti yapıyor olabilirdik! Akıl olmayınca her şey tahrip edilir, yok edilir! Hasan bey en çok ördekleri vurgulamıştır ki hemen bütün dere fotoğrafları ördeklerle doluydu. Ankara’nın simgesi olarak da Atakule yerine bu harika köprüler vardı! Kent hafızası olmayınca Atakule denilen beton işe yaramaz ucube kent simgesi olur!

Ayrıca eski paralarda harika köprü ve dere resimlerinin fotoğraflarını da gördük. Mesela gençlik parkındaki o güzel köprünün fotoğrafı Stat otelin reklamında gururla kullanılmış. Ya da Çakırlar köprüsü parada resim olarak kullanılmış. Yok edilen köprüler Vandalizm’dir! Barbarlar tarihi yok ederler, uygar insanlar tarihi korurlar, ırmakları, dereleri korurlar! Küçük bir tahta köprü bile korunmalıdır! Uygarlık, ucube beton binalar yapmakla olmaz, geçmişi korumakla, bağlı bahçeli, dereli, doğal bir yaşam alanı yaratmakla olur!

Bu konuları araştırmak isteyenler için bu kısa yazıyı yazdım. Hasan beyin dediği gibi dereler konusunda bir farkındalık yaratılmalıdır! Bentderesi dereyken caddeye dönüştü! Bunu bilmeliyiz. Ankara’da akşamları dere boyu yürüyüşleri yapamıyorsak bu cehaletin sonucudur, doğaya ilkel bir yaklaşımın sonucudur! Dere açıktan akmalıdır ve akarken de etrafına canlılık katar, güzellik getirir! Dereleri görünmez bir şekilde yer altlarından akan bir şehir cahil bir şehirdir!

Harbiye köprüsü vardı dereler üstünde, nerede? Kolej köprüsü nerede? Onlarca harika köprü neredeler? Üstat August Strindberg’in bir tiyatro eserinde (Düş Oyunu) söylediği meşhur “Yazık Olmuş İnsanlara” sözünü Ankara için söyleyeceğim: Ankara’ya yazık etmişler! Yazık olmuş Ankara’ya! Hasan bey Jansen’den bahsetti; Ankara imar planını hazırlayan Alman şehircidir Jansen. Ankara kalesi eteklerinde bir plaj planlamış Jansen. Keşke o planlara sadık kalınsaydı! Yukarıdaki kale resmi de Hermann Jansen’e aittir! Berlin’i de planlayan odur; Jansen planı önemli bir plandı. Ankara kalesi yakınlarında bir plaj planlamış Jansen!

Eski fotoğraflarda sağda solda bilgi toplayan yabancı arkeologlar, mühendisler, araştırmacılar gördük! Türk toplumu bugün neden geride kalmıştır? Bilgi açlığı dediğimiz şey bir toplumu ileri götürür; merak ve onunla birlikte gelen araştırma bir toplumu ileri götürür! Biz ise meraksız, uyurgezer bir toplum yarattık! Yolda karşıdan karşıya geçerken bile yoldan geçtiğinden bihaber bir insanlar topluluğundan harika şeyler çıkarmasını ve yapmasını bekleyemeyiz… Değişmek zorundayız! Eğitim sistemimiz baştan sona değişmelidir, başka da bir kurtuluş reçetesi yoktur ama zaman da dardır, hızlı olmalıyız!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=praJSAyoXn0

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »