Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘ankara çıkışlı doğa gezileri’

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

DSC09077

Bugün 2017 yılının 2 Nisan Pazar günü. Artık kara veda edildi. Bu sene bahar gibi bahar mı olacak? Pek öyle görünmüyor. Serin bir bahar olabilir ya da sıcak bir bahar olabilir; iklim değişikliği bağlamında her ikisi de mümkündür ve doğrusu bu evrende her şey de mümkündür! Ama yine de bahar bahar gibi olmalı, yaz da yaz gibi; kış kışlığını yapmalı, sonbahar da kuyumcu vitrini gibi parıldamalı!

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Rota, Bolu ilinin Yumrukaya köyüne yakın bir yerden başlıyor. 916 rakıma sahip toprak yolda araçtan inip kuzeydoğudaki Yumrukaya göletine gideceğiz. Bu gölet 1020 rakımdadır. Bundan sonraki hedefimiz ise yine biraz daha kuzeydoğuda bulunan At Yaylası göletidir. Geçen sefer bu bölgeye gece karanlık çökmüşken gelmiş ve At yaylasını çok iyi görememiştik. Bu kez gündüz orada bulunmak güzel olacak.

DSC09113

Bir sonraki hedefimiz ise kuzey batıya doğru yürümekti. Bolu dağı tünelinin Düzce’ye bakan tarafını da uzaktan yukarıdan görebilecektik. Daha sonra 400 rakımlardaki viyadüğün altından geçeceğimiz yere kadar vadilerdeki patikaları, doğaçlama kısa yolları ve orman yollarını takip edecektik. Viyadüğe ulaştığımızda burası Düzce Kaynaşlı, Kulübeyanı Köyü civarıdır. Buraya Darıyerihasanbey köyü de denir. Bütün o civarlar Kulübeyanı mahallesidir. Köyün olduğu bölgeden de 300 metre kadar yükselerek Adapazarı yolunu da geçip Darıyeribakacak köyünde, Bolu dağının yüksekliklerinde yürüyüşümüz sona erecekti. Bolu ilinden başlayıp Düzce iline geçecektik!

yumrukaya

Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarına geçeceğim. Öncesinde her zaman olduğu gibi maziye kısa bir bakış atacağım. Maziyi bilen geleceği de daha kolay okuyabilir. Memlekette çok yakında bir referandum var, gereksiz bir referandum. 20. Yüzyılın başlarındaki ve devamındaki tarihimizi iyi bilen bir kişi ne oy vereceğini de çok net olarak bilir. 1923 yılı keyfilikten sorumluluğa, biatten şahsiyetli, karakterli bir duruşa, kulluktan bireye geçiştir. Millet ne karar verecektir göreceğiz; fakat görünen köy kılavuz istemez: Şahıs rejimleri ciddi bir geriye gidiş ve ciddi bir küme düşüştür! Şahıs rejiminin özelliği Kuzey Kore’deki gibi bir deli başkan olursa felaket olur, ama Atatürk gibi bir sivil ve askeri deha başkan olursa, o zaman her şey iyi olur. Kısacası “şahsa” bağlıdır bu rejim türü, yani “şansa” bağlıdır yani güvenilir değildir, fren mekanizmaları çok iyi kurulmamışsa ülkeleri – tarihte pek çok kez görüldüğü üzere – savaşlara, felaketlere sürükler. Büyük yetkiler özellikle küçük adamları çabucak şımartır ve küstahlaştırır. Türkiye, hangi rejime geçerse geçsin o rejimde mutlaka kuvvetler ayrılığı çok bariz ve çok sağlam bir şekilde olmalıdır yoksa dünyada ciddi ve saygın bir yer edinemez.

2 Nisan 1948 yani 69 yıl önce bugün! Ankara’da Opera binası açılıyor. İsmet İnönü de ilk eseri seyretmeye geliyor. Bu çok önemli bir olaydır. Bir ülkede birinci öncelikli önemli şey ahlaktır, etik değerlere bağlılıktır. İkincisi bilimdir ve yine onunla aynı ağırlıkta olan sanattır. Bugün yolu köprüsü olan pek çok ülkenin bilim ve sanatı ileri değilse itibarı yoktur. Bugün İngiltere dendiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden biri Shakespeare ise ya da Charles Darwin ise, fakat İngiliz köprüleri, İngiliz yolları değilse memlekette yaşayan herkes bunu iyice kavramalıdır! Yüksek bilimin ve yüksek sanatın yoksa, adaletli bir ülke yaratmamışsan adam olamamışsın demektir!

Biz şimdi doğa etkinliğimize dönelim. Memleketin harika doğasında dolaşalım. Yukarıda belirttiğim gibi birinci öncelik ahlaktır ve yurdun doğasını korumak da en büyük ahlaktır. Bunu korumanın yolu yurdun doğasını sevmektir, onu kendi parçamız gibi görmektir! Kesilen her ağaç bizim vücudumuzun kesilmesidir!

DSC08996

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMegx1USw_clupCLv04uKR7Mt7x7lbwc-unuejgP_uN7hfoFz4RDEQlLxgI3S7ysA?key=bmY5ZS1yanFsNTIzY0RGTm5fSW1ya0F6QzhZbHFn

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move149820632

Sabah Sarı’nın yerinde yani Huzur Lokantası’nda açık duble çay içilip, zeytinli beyaz peynirli sandviç yenilip, çeşitli çorbalardan içilip Bolu’ya doğru yola koyulduk. Otobandan gidilince Bolu’ya varmak çok uzun sürmez.

10.22’de yürüyüşümüz başladı. Hava güneşli ama biraz da pusluydu; bu taraflar sabahları sıklıkla sisli de olur. Doğa henüz canlanma aşamasındaydı. Ancak dağların zirve kısımlarında karlar görülebiliyordu ve en çok da Kartalkaya’da vardı. Sabah bir muz takviyesiyle yürüyüş başladı.

DSC08978

Hedefimize 25.7 km var görünüyordu ki bugün 23.78 km yürüdük. Yemeği kaçırmamak için ve de asfalt yolda yürümemek için Ergün hoca rotayı 4 km kadar kısalttı ki bu kısım yokuş yukarı 3-4 kilometreydi!  Bugün toplamda 504 metre çıkıp 1073 metre indik ve en yüksek ulaştığımız rakım 1207 metreydi.

Sarı çiçeklerin üzerlerinde henüz arılar yoktu; çiçek dükkânlarının bu iğneli müşterileri daha ortalıkta görünmüyorlardı. Doğa yarı soluk, yarı cansızdı. Ama yol boyunca epeyce kertenkele gördük; yaprakların arasında küçük boylarının 10 misli kadar ses çıkarabiliyorlardı. Ağaçlar sanki oksitlenmiş gibilerdi. Unutulmuş, ya da çoktandır kullanılmamış orman patikalarında çıkış yapmaya başladık. Sararmış sonbahar yapraklarının arasında yemyeşil parlayan kaya sarmaşıkları hemen dikkat çekiyorlardı. Küçük dereler şırıldıyordu; minik su birikintileri adeta kurbağa larvalarıyla birer kurbağa fabrikasını andırıyorlardı. Nerede su varsa orası sabah güneşiyle ışıl ışıl yanıyordu!

Gazanfer hoca zaman zaman bana “bugün de öykü çıkacak sana” diyordu ki zaten doğanın kendisi başlı başına bir öyküydü; bir mucizenin öyküsü! Kayın ağaçları gerçekten Alman tankları gibi çok sağlamdılar. Onları sarmaya çalışan kaya sarmaşıkları muhtemelen bir kayaya veya bir tanka sarıldıklarını düşünüyorlardı! Saat 11’de 1020 rakımlarda yapraksız ağaçların ince gölgeleri altında yürümeye devam ediyorduk.

Reha hocayı henüz görebiliyorduk ama kısa süre sonra önlerden gözden kaybolacaktı, muhtemelen Koray hocayla önden hızlıca ilerleyecekti! Sarı çiçeklerin bazıları sudaki Lotus çiçekleri gibi duruyorlardı. Bir nergis, bir orkide, bir karanfil görmüyorduk ama onlar kadar güzel çuha çiçekleri, siklamenler ve papatyalar görüyorduk. Sararmış yapraklara bakarsak sanki sonbaharda yürüyor gibiydik.

Ve elbette otların da güzelliğini görmek gerek; mesele, her bir canlının önemli olduğunu kavrayabilmektedir! Belki yılan sevimsizdir ama en azından doğaya yaptığı katkı bağlamında saygı duyulmayı hak eder!

3 km kadar yürümüşken Yumrukaya göletine geldik. Fırsat buldukça mandalina, cevizli kuru dut yiyorduk ve dutlar Elazığ Ulukale dutlarıydı! Bazen de bitter çikolata. Genelde tatlı yendiği için tuzlu aranıyordu ve imdada Hasan hoca yetişiyordu, güzel yer fıstıkları veriyordu.

Yürürken düşünmeyenler doğanın bizzat kendisi oluyorlardı. Ölmek nedir? Düşüncenin, bilincin yok olmasıdır! Düşünmeyen ölmüştür. Meditasyon ölmektir. Meditasyon anında artık siz yoksunuz; siz her şey olmuşsunuzdur. Artık ağaç gölgeleri sizsiniz, ağaç da sizsiniz, kuş da sizsiniz. Doğa yürüyüşünden sonra şehirdeki zihin yorgunlukları kaybolur ve insan doğaya yenilenmek için çıkar; doğa, yenilenme, tazelenme yeridir, şu kullanmakta olduğumuz bilgisayarlardan kaçıp kurtulduğumuz yerdir, bir limandır, bir sığınaktır!

Nadiren tamamen bahar çiçekleri açmış ağaçlar görüyorduk. Her şey açma aşamasındaydı; ok, yaydan fırlamaktaydı fakat henüz yayın dışına çıkmamıştı. Hedef tahtaları görüyorduk. Yurdum insanı kurşunu, yüksek sesle patlayan aptal silahları seviyordu. Gürültü, cahil insanın sevdiği bir şeydir; sessizlikse gelişmiş insanın sevdiği bir şeydir!

Karmaşık bir rotada ilerliyorduk. Öyle ki 7 tane orman yolunun olduğu yerlere bile geliyorduk. 7 farklı yön! Hangisine girsen başka tarafa gidersin! Ağaçlardaki yeşil likenler güneşte sanki fosforlularmış gibi ışıldıyorlardı. Çürümekte olan orman kütüklerinin üzerindeki yapraklar da kesinlikle bir tabloya konu olabilirlerdi. Doğanın insanı sanata davet eden müthiş bir sihri vardır!

DSC09130

  1. kilometreye yaklaştığımızda At yaylası göletine ulaştık. Aslında burası tam bir huzur mekânıydı ancak karşı taraftaki ormancıların ağaç yükleme sırasındaki gürültüleri bu güzelliği biraz bozuyordu. Memleket son sürat ağaç kesmeye devam ediyordu. Ormanları azalan ve seyrelen bir ülkede yaşadığının kaç kişi farkındaydı ki? Yazımın başındaki ahlak meselesine, etik değerlere dönüyoruz yine! Biz ormanı yaşıyoruz, şanslıyız ama gelecek kuşaklar – eğer bilim hızlı büyüyen ağaçlar vesaire bulmazsa ya da etik düşünce egemen olmazsa – ormandan yoksun kalabilecekler!

Gölette yemek molası verildi. 1075 rakımda, saat 12.42’de Akçaabat köfte yendi, tarçın karanfilli çay içildi bir de bir parça Laz böreği! Biz yerken Ergün hoca da gölet çevresinde dolanıyor, bir balıkçıl kuşu fotoğraflamaya çalışıyordu. Kuş, zaman zaman mekân değiştirip gölün üzerinde dolaşıyor, şiir gibi süzülüp duruyor, gölgesi de göletteki kırmızı balıkların üzerine vuruyordu. Bunlar pelikanlar takımındandırlar. Uzaktan leyleğe benzetilebilirler ama uçarken bir tane fotoğraf çekebildim, oraya dikkatlice bakarsak bu kuş uçarken boynunu geriye çekmiştir oysa bir leylek uçarken boynunu ileri uzatır!

DSC09036

Sisli sabahların bu gizemli kuşlarını, kırmızı göl balıklarını, ormanı adeta hırsız gibi soyan “aptal medeniyeti” ve ışıldayan gölü geride bırakıp, neredeyse psikopat bir çalışkanlığa sahip karınca yuvalarının yanlarından geçerek kuzeybatıya, At yaylasına, hiç at görmediğimiz o büyük yaylaya doğru yöneldik. Kimliği belirsiz erenler adına yapılmış türbemsi mezarlığı da geçerek yaylaya ulaştık. Rüzgâr ve serinlik arttı.

DSC09029

Yaylada bizi silah sesleri karşıladı! Yurdum insanı kuşların seslerinin dinlenmesi gereken güzel bir yaylada atış talimi yapıyordu! Memlekette pek düzen falan olmadığı için böyle serserilikler, sersemlikler ve başıboşluklar almış başını gidiyordu! Fakat neyse ki ileride battaniyesini sermiş sessiz sakin oturan, yemeğini yiyen, kimseyi rahatsız etmeyen güzel vatandaşlarımız da vardı. Bu olay elbette bütün ülkeler için geçerlidir: Bir ülkede hem akıllı insanlar hem de aptal insanlar vardır; melekler ve şeytanlar vardır, bilgililer ve cahiller vardır, onurlular ve onursuzlar, ahlaklılar ve hırsızlar vardır!

Bu devasa yaylanın dev bir yeşil havaalanı görünümü vardı. Sonunda At yaylasının evlerine ulaştık. Oldukça canlıydı etraf. Tarlalar sürülüyordu, genellikle bir-iki dönümlük küçük tarlalardı bunlar. Torun gezdiren genç babaanneler, bahçesinden bizi görüp sohbete dalmak isteyen yaşlı köylüler epeyce çoktu. Son derece sevimli ahşap evler görüyorduk. Yaylada çok fazla köpek yoktu; çeşmelerden sular fışkırıyordu. Ergün hoca ve Gazanfer hoca pet şişelerini dolduruyorlardı. Ahşap kulübeleri fotoğraflamak keyifliydi; beton evlerin yüzüne bakan yoktu!

Yayladan çıktığımızda 10 km geride kalmıştı. Kuru dere yataklarını patika gibi kullanıyorduk. Ender de olsa kar öbeklerine rastlıyor, ayakkabı temizliği yapıyorduk. Artık daha geniş ve oldukça uzun olan bir orman yoluna girmiştik. Bu bölgede orman yolu dışındaki her arazi oldukça zorluydu ve girilmesi, uzunca yürünmesi durumunda gece yarılarına kalmak içten bile değildi. Fakat tabii özellikle yazın geceye kalınmasının da güzelliği ay ışığı, gizemli orman gürültüleri ve akşamın getirdiği farklı bir kokuydu. Değişik olan mutlaka yaşanmalıydı. Gündüzü yaşamak yetmez; gece de yaşanmalıdır, geceyi de yaşamalıdır insan. Hep sakin hava değil fırtına da bize çok şey katar çünkü o bizden çok farklıdır! Sana senin gibi biri ne katar? Sana senden farklı biri çok şey katar!

Sağımızdan solumuzdan derecikler akıyordu; devasa kayın ağaçları gördük. Doğaçlama kısa yollardan geçerken Vietnam tarzı bir sık orman içinden geçmenin o heyecanı duyuluyordu. Keşke bütün bir memleket böyle sık ağaçlarla örtülü olsaydı, keşke ağaçlardan yürüyemiyor olsak! Ama Türkiye, elbiselerinin oradan buradan büyük parçaları kopmuş biriydi artık, bir gün bu gidişle çıplak kalacaktı!

DSC09093

Havada pus artmıştı. İnişe geçmiştik ve 400 rakımlara kadar da inecektik. Yolda nadiren uçan kelebekler görüyorduk. Orman işçileri için yapılmış orman kulübeleri, açık havalı orman tuvaletleri, Reha hocanın hangi yöne dönüldüğünü gösteren tahta okları ve çamura çizdiği çizgiler de geride kaldı ve en sonunda 1 nolu Viyadüğe vardık. Tam karşıda Kulübeyanı köyü görünüyordu. 23. Kilometreye ulaşmıştık. Aracımız yaklaşık 3-4 km daha yukarıdaydı. Ergün hoca aracı aşağıya çağırdı ve doğruca Hayrettin Tokadi türbesinin olduğu yere gittik.

DSC09166

Hayrettin Tokadi türbesi, manevi hava yaratması beklenen bu yer gördüğüm kadarıyla bir satış mağazaları görünümü, ticari görünüm almış bir yere dönmüş. Girişte Edeb Ya Hu, yazısı yer alıyor. Dergâhların girişlerinde de görürüz bu deyişi, kişinin Tanrı’dan edeb istemesi, Tanrı’ya edeb yakarışıdır. Şimdi cahiller tarafından “edep yahu” ya dönmüş bir şeydir bu. İşin aslı yahu değil Ya Hu yani Ey Tanrım olacak!

Bu türbenin olduğu yerdeki ağaçlar gerçekten çok eskidir, anıt ağaçlardır; üzerlerinde de çok sevimli sincaplar dolaşmaktadır. Biz buradaki aş evinde yemek yedik. Herkese açık bir yer. Burada istenilen şey yemeği israf etmemek, tabağı tamamen bitirmektir. Ben makarnamı ve ekmeğimi yememiştim ama ekip bu sorunu çözdü! Hafta sonları 1500 kişiye yemek verilmektedir. Yemek sonrası bölgeyi gezdik. Ağaçların arasında yükselen ve sonbahar yapraklarıyla örtülmüş taş merdiven burada aklımızda kalan bir anıydı. Sanki göğe yükselen bu merdiveni düşününce bunun yolunu da düşünmektedir insan ve bunun gerçek yolu sadece bilimdedir…

Ne Sufizm, ne tasavvuf, ne din, ne de bu tarz spiritüel şeyler bizi kurtuluşa götüremez; bunun yolu sadece bilimden geçer… Ve kurtuluş nedir? Kurtuluş, varoluşumuzu sürekli kılmaktır!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Laia o Laila; Rostam’dan güzel bir Pakistan şarkısı.

https://www.youtube.com/watch?v=EAwJynFW64U

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

038

2014 yılının son ayına girmek üzereyiz; aslında bütün yılların son aylarına girmek üzereyiz, işte öyle hızlıdır zaman denen bu meret! İşte o yüzden zaman diye bir şey yoktur dersek pek de yanlış olmaz! Şimdi vardır, şimdi yoktur; görünür ve yok olur!

Bu haftaki etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Bolu bölgesini, o coğrafyanın doğal güzelliklerini Pazar günü en çok ziyaret eden gruptur Yeni Rota. Cumartesi günleri de yine sıklıkla bu bölgeye daha hafif bir yürüyüş içeren (ama rotaya göre 15 km’yi de bulabilen) güzel fotoğraf gezileri de düzenlemektedir.

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

http://yenirota.com/gezi.html

Bugün 30 Kasım, yılın 335. günü. Bugün aynı zamanda üstat Oscar Wild’ın ölüm yıldönümü. Tam 114 yıl önce üstat Paris’te yaşamını yitirmişti. Şimdi ondan birkaç sözle yazıma resmi olarak başlayacağım: “Akıp giden bir bataklığın içindeyiz hepimiz ama yıldızlara bakıyor bazılarımız.” Bu önemli bir sözdür; hepimiz aynı bataklıktayız, fakat yıldızlara bakanın bir avantajı vardır, çünkü orada gördüğü güzelliklere ulaşma hırsına sahiptir yıldıza bakanlar! Bir kurbağa bile çamura değil de yıldızlara bakıyorsa öteki kurbağalardan farklı hale gelir muhakkak! Ve üstat yine şu güzel sözü söylemiştir: “Eğer bir insan bir kitabı okuduktan sonra onu tekrar okumaktan zevk almıyorsa, o kitabı okumuş olmasının bile hiçbir değeri yoktur.” Son bir söz daha vereyim ondan: “Herkes benim düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKorogluDagTransNewRouteKorogluMountainsTransBoluTurkey#

Bugünkü “Yeni” rotamız bir trans rotasıydı. Yarın için Bolu hava durumu AccuWeather.com sitesinde 6 derece yağmurlu görünüyordu; Dörtdivan bir iki derece daha düşüktü, 4 civarları; yürüyüş yaptığımız yerlerin yüksek irtifasında eksileri görecektik.

Köroğlu Dağlarının en yüksek tepesi Köroğlu Tepesi’dir ve 2400 metredir. Kışın her dağ ekstradan ciddi olduğu için Köroğlu da bir istisna olmadı. Bugün sabah 11 civarlarında yürüyüşe başladık. Yağmur vardı, yükseldikçe sulu kara dönüştü ve daha yüksek irtifalarda, 2200’lerde ciddi kar yağmaktaydı. Aşağıda yağan ince yağmur yukarıda ince tipi şeklindeydi ve yüze çarpınca kuvvetli rüzgârla birlikte yüzü acıtıyordu ya da pozitif düşünceyle söylemek gerekirse yüze masaj yapıyordu! Yanağımıza çarpıp yüzümüzden sekerek yere düşüyorlardı, tıpkı bir oyun gibiydi!

Bölgeye değişik yerlerden ulaşılabilmektedir: Eski yoldan Kızılcahamam üzerinden Gerede’ye gelmeden Kartalkaya yazan yere dönülür. Oradan da Dörtdivan’a gelinir. Dörtdivan oldukça sessizdi, yağmurdan dolayı insanların çoğu evlerindeydiler, muhtemelen dizi seyrediyorlardı! Toplumumuz bir dizi ve haber toplumu olmuş, bilgiden eser yok! Bilgi toplumu olmadan, yüz yıl geçse bile gelişmiş bir ülke olamayız; “az gelişmiş” ya da onun kibarca söylenmiş hali olan “gelişmekte olan ülke” konumunda durağan bir biçimde kalırız!

Dörtdivan’dan sonra Dülger, Çalköy, Cemaller, Yağbaşlar ve Tekkedere’ye gidilir. Biz bu son köyün yaylasına yakın bir yerlerde, 1650 rakımlarda inip buradan Tembel yaylasına gidecektik. 1300 rakımlı Tekkedere’yi geçerek Dörtdivan Kartalkaya yolundan ilerledik ve ileride sola saparak yükseldik. Araçtan indiğimiz yer 1650 rakımlardaydı. Hemen karşımızda Tekkeköy yaylasının ahşap evleri karlarla yeşillerin karışımı bir ortamda hoş bir şekilde duruyorlardı. Hava tertemizdi. Şehirlerden her fırsatta kaçmak gerek! Araçtan 10.53’te indik; kaptan Apo’ya iyi dinlenmeler diledik. Grup oldukça kalabalıktı, 2 araçla gelinmişti.

Akşam araca dönüş saatimiz olan 19.03’e dek hiç durmadan yağmur ve onun üst model versiyonları olan sulu kar, kar, tipi vs. aralıksız yağdı. Önce kuruyduk, sonra ıslandık, yaş olduk! Pahalı malzemeler de ancak bir dereceye kadar kuru tutabildi bizi!

İlk temel hedefimiz 2000 metrelerdeki Tembel yaylasıydı. 2053 rakımlı Tembel tepe de oradaydı. Koray hocanın saati 1595 rakım gösteriyordu. Sabah 11’de yürüyüş başladı. ADKK gibi değişik gruplardan tanıdığım tecrübeli, yıllardır yürüyen yürüyüşçüler de vardı.

Tembel yaylasına gelmek için Çalışkan olmak gerekiyordu, yani hızlı ulaşmalıydık oraya çünkü kışın erken kararan havayı dikkate almalıydık. Tembel yayladan sonra sırta uzanıp oradan da Köroğlu zirve yapacaktık. Zirve sonrası ise güney batıda duran derin vadiye inişe geçecektik. Bu vadi doğrudan Çökeler köyüne iner. Bu vadiye inmek önemlidir çünkü o vadide orman yolu vardır. Orman yoluna girdiniz mi artık karanlık da olsa kafa lambanızla daha rahat ilerlersiniz, 3 saat bile kalsa aracınıza fark etmez, yürürsünüz güzel orman yolunda. Kafa lambası kullanmadan, gözü alıştırarak yürümek ise daha doğru olur.

Zirvenin Güney doğusunda da derince bir vadi vardır orası da sizi Kıbrısçık’a götürür. Biz bugün toplam olarak 24 km civarında karlı bir yürüyüş bekliyorduk ki yaklaşık 24-25 km civarında yürüdük. Planımız buydu; dağın kuzey batısından güney batısına trans yapacaktık. Fakat ciddi hava muhalefeti nedeniyle zirveyi pas geçtik. Tembel yayladan sırta çıktık; yatay geçiş yapıp boğaza geldik. 2200 metrelerdeydik ve halen 200 metrelik bir çıkış vardı; tipiye, şiddetli rüzgâra rağmen zirveyi zorlasak hava henüz zirvedeyken kararacaktı ve Ergün hoca doğru bir kararla zirveyi pas geçti. Çünkü zirve hep orada; oraya her zaman gidilip zirve yapılabilirdi!

Zirveyi pas geçince, zirveden aşağıya ineceğimiz vadi yerine bir yukarıdaki vadiye indik. Yol biraz daha uzadı ama orman yoluydu ve inişti; 19 gibi yürüyüşü tamamlamıştık. Ben o yolu 2011 yılı DASK Anadolu Dağ Maratonu kampından hatırladım; güzel bir yoldu, yürünmeye değer bir yoldu.

Yürüyüşün başlarında Tanzanyalı İsa ile yine Tanzanya üzerine epey sohbet ettik. Şimdilerde oradaki 35 derecelik sıcakları andık. Pançosu rüzgârda uçtuğu için ve şapkası da uygun olduğu için bir fotoğrafta İsa Johnston McCulley’in hayali kahramanı Zorro’ya benzetildi, gerçek ve adalet için mücadele eden El Zorro! O artık yarı Türk yarı Tanzanyalı; hem bizi tanıyor, hem orayı, 2 kültürü de biliyor o yüzden bu onu daha bilge yapmış!

Malzemelerimizi yeniden gözden geçirmemize vesile olacak zorluca ama keyiflice bir yürüyüş oldu. Uzun süredir yağan yağmurdan dolayı orman yolları bile dere olmuştu. Sular tertemiz, pırıl pırıldı. Donmuş sarkıtlara rastlıyorduk. Kar miktarında artışlar başlamıştı. Demir Tepenin doğusundan ilerledik. Uzaklarda Kıbrısçık Deveören yaylasını (Ardalan yaylasını) gördük. Vahşi doğada mütevazı medeniyet görmek yine de sevindirici olabiliyordu! Kartalkaya da Ardalan yaylasının kuzey batısındaydı ama sisten görünmüyordu. Ardalan’ın hemen arkasındaki 2223’lik Resuldede zirvesi de görünmüyordu. Tembel’e doğru yol alıyorduk.

Reha hoca her zamanki gibi elinde telsiz önden ok gibi fırlayıp gitmişti. Yol ayrımlarına gelince telsizle Ergün hocayı arayıp rota soruyor sonra da gelenler tereddütte kalmasınlar diye gittiği yöne taş babaları koyuyordu. Tabii üst üste dizilmiş ve başka yönü gösteren öteki taş babaları varsa onları da yıkmak lazımdı! Araçta Reha hoca benim de sıklıkla yaptığım bir şeyi yapıyordu, mesela yağmur artıyorsa yağmurluğunu koyup pançoyu çıkarıyor veya tozluğu takıyor, kısacası araç durduğunda yürüyüşe hemen hazır konumda olmak istiyordu. Su takviyesi de yapıyordu.

2000 metrelerdeki Tembel yaylaya varmıştık. Ağaç mantarları görmüş, kuş seslerini dinlemiştik. Hava sertleşmişti. Elleri ıslananlar tekrar eldivenleri giymekte çok zorlandılar. Ben de ince ipek iç eldiven almamıştım ve her fotoğraf çekişte elim ıslandı sonra eldivene girmez oldu, eldiven devre dışı kaldı gibi oldu, parmakları sokmadan sadece elimi yumruk yapıp eldivene sokuyordum! Decathlon’dan aldığım el ısıtıcısı sol elimde başarılı olmuştu ancak sağ elimdekini ıslatınca ısı vermez oldu! Bunlar hepsi değerli tecrübelerdir; el ısıtıcıları kuru olmalıdır!

Kural 1: Ya elini ıslatmayacaksın, el ısıtıcıyı da eldivene atıp keyif yapacaksın ya da ince iç eldiven giyeceksin ya da eldiveni unuttuysan Ergün hocanın önerdiği metodu kullanıp elini koltuk altında, göğsünde ısıtacaksın! Kural 2: Kış yürüyüşlerine varsa 2 tane su geçirmez eldiven getirmek güzel olur, size lazım olmasa bile eli üşüyen birine verirsiniz. Kural 3: Yine bildiğimiz bir kuraldır bu; yağışlı yürüyüşlerde çantadaki her şeyi poşetlemek lazım ki sanırım Reha hoca öyle poşetlemişti. Benim çanta yağmurluğum vardı ama çanta içi yine ıslandı, o yüzden üşenmeden mesela eldiven varsa, balaklava varsa onları poşetlemek güzel olur. Kural 4: İster yaz, ister kış olsun, panço hep çantada duracak ki ben yağmurluk almıştım, panço gerekmez dedim, ama gerekir! Kural 5: Gore-tex bile olsa her malzeme bir süre sonra su geçiriyor o yüzden araçta mutlaka yedek çorap-kıyafet bırakmak lazım. Kural 6: Bende neredeyse her malzeme vardı, ama tipi gözlüğümü ya da kayak gözlüğümü çantanın en altına koymuştum, çıkarmak zor oldu! Malzemeyi akılcı yerleştirmek lazım! En gerekliler en kolay yerlere!

Bu kurallar böyle devam eder, ama hayat her zaman sizin karşınıza farklı bir durum çıkarır ki bu da hoştur, çünkü yaşam bir problem çözme yeridir! Karşınıza bir sorun çıkar ve siz panik yapmadan onu çözersiniz.

Mesela ben pantolonumun yanlış ipini çektim düğüm oldu! Ergün hoca 2197 metrede imdada yetişti. Eli donuyordu ama bir hamleyle ipi çözdü yoksa çiçek toplamak için farklı bir yöntem gerekecekti! Buradan da tekrar teşekkür edeyim, o düğüm baya zordu! Murphy yasaları şehirde olsun dağda olsun hep karşımıza çıkar. Araçta kafa lambam düşmüştü, olabilecek en olasız yere düştü! Ama Murphy yasalarını artık anladığımız için ben de en zor yere baktım, oradaydı! Bu etkinlikte bolca malzeme kaybedildi. Reha hocanın batonlar unutuldu ama kargoyla geri gelecekler. Maalesef numaralı gözlük kaybeden oldu. Eldiven düşürenler vs… Bu yürüyüşlerin fıtratında vardır bu, yani bazıları öyle der, öyle düşünür! Fıtratı biz yaratırız!

Tembel yaylada 2020 metreye geldiğimizde grupta açılmalar olmuştu, içerden terleyenler olmuştu. Herkes toplansın, içlik değiştirenler içlik değiştirsin denerek oradaki yayla evinin iplerinden birini çözdük ve içeri daldık. Yaban hayvanı olabilir diye de biraz gürültü yaparak dikkatlice açtık kapıyı. Güzel bir mola oldu; rüzgâr içeri giriyordu ama zayıflamış bir halde; içeride bir de kurumuş ama yine de capcanlı sarı bir çiçek de vardı. Rüzgâr müzik çalıyordu! Reha hoca da 2024 metredeki öteki eve dalmıştı. Ergün hoca artçılık yaparak geridekilerle beraber geldi. Hava daha da bozmuştu. Yayla evlerinde dinlendik ve ne yapılacağına yukarıda karar vermek üzere yola koyulduk.

Güneye dimdik yukarı vurup sırta ulaştık. Kar yarım metrelere yaklaşmıştı. Tipi vardı. Sis vardı. Tabii bunları yaşamanın keyfi de vardı, herhalde şehirde bunlar yaşanamazdı! Ergün hoca Boğaza kadar gidip orada karar alalım dedi, tamam mı devam mı kararı. Keldiş tepeyi doğudan yatay geçişle geçecektik. Boğaza gelecektik ve öyle de yaptık. Sis artmıştı, rüzgâra rağmen sisler pek de dağılmıyorlardı. Ya karşımızdaki Karlık tepeye de çıkıp oradan zirveye yönelecektik ya da aşağıya vadiye inişe geçecektik. Ergün hoca riskleri analiz etti ve inelim dedi! İyi bir karardı. Eller ve ayaklar çok üşümüştü, irtifa kaybı, ormana giriş pek hoş olacaktı, hava yumuşayacaktı.

Boğazdan aşağı indiğimizde bizim ilk planladığımız vadiye değil onun bir yukarısındaki vadiye inmiş olacaktık. Ama hayat da budur zaten! Bir satranç oyunudur! Bu oyunu profesyonelce, panik yapmadan oynamak gerek. Değişecek olan değiştirilir. Vadiye indiğimizde Kılkara yaylasının birkaç evini gece karanlığında siluet halinde görünceye dek daha önce buraya gelmiş olduğumu hatırlayamadım. Harika bir vadi; dev ağaçlar! Koyunlarını kaybetmiş ve hastalanmış bir çoban vardı bir zamanlar burada, şimdi hatırladım!

Rüzgâr ve yağmur nedeniyle öğle yemeğimizi yiyememiştik ve ta ki saat 19.05e kadar yiyemedik, tabii aralarda siyah üzüm meyve, dido, püskevit vs atıştırdık, cepte ne bulduysak.

Orman yoluna indiğimizde hava aydınlıktı henüz. Fakat en az 2-3 saatlik bir yürüyüş daha kalmıştı. Hava karardı. Reha hoca hava kararmadan önce ayı gördü, güzel bir gelişmeydi! Üzerindeki suları silkiniyormuş; herhalde dereden balık avlamaya çalışmıştı! Reha hoca ayı diye elini ona işaret edince ayı ormanda kaybolup gitmiş. Yaban hayvanları genel olarak insandan korkarlar, uzaktan görünce çekip giderler. Fakat Reha hocayı tebrik etmek gerek, ayı görmek her zaman mümkün olmuyor! Ayı görünce elinizi başınızın üzerinde sallayın derler ki ayı insan olduğumuzu anlasın!

Akşam 19’a kadar serbest sitilde, herkes kendi temposunda ilerledi, karanlıkta güzel bir yürüyüş oldu. Gökte hilal vardı ve bulutların arkasından bile yolu az da olsa aydınlatıyordu. Taşlar hayvanlara benziyor, kanat sesleri duyuluyordu; orman canlıydı, daha da canlanıyordu gece vakti. Soldan akan dere de coşmuştu. Bir beton köprüden geçince dere bir anda başka tarafa geçiyor ve insanı şaşırtıyordu! Çokça köprüden geçtik, gürül gürül akan dereyi dinledik! Aktıkça akıyordu. Örencik deresiydi bu.

Güzel bir etkinlik oldu. Zorlanmadan bir insanın kendisini geliştirmesi imkânsızdır! Zorluk yaşamaktan korkma! Ama hayati riskler doğduğunda da hemen geri adım at, çünkü yaşam güzel, çünkü yaşam değerli.

Bu yürüyüşte en çok kuru kalanlardan biri bendim fakat yine de North-Face su geçirmezin altındaki içlik nemliydi, belki sisler de etkili oldu. Cep telefonumun şarjı doluydu ama sis ve ıslaklık şarjı yiyip bitirdi, %20’lere düştü. Dağlarda tuşlu telefonlar dokunmatiklerden daha akılcıdır ki Ergün hocadaki tuşluydu! Islak elle dokunmatikler hiçbir işe yaramıyorlar! Yaşam bir okuldur; her gün bir şey öğren ve bir sonraki sefere yaşama biraz daha hazırlıklı ol! Ama çok da hazırlıklı olursan o zaman maceranın getirdiği bazı şeyleri de kaçırırsın! Hazırlan ama mükemmel bir şekilde de hazırlanma!

Dönüşte Beypazarı Ayaş üzerinden Ankara’ya geri döndük!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, bütün zamanların en güzel parçalarından: Cielito Lindo

https://www.youtube.com/watch?v=dx5cL_6z_cY

Ve bir de Kardeş Türküler, Oioi:

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »