Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Tiyatro Yazarı Mehmet Murat ildan’

Bugün 10 Nisan Pazar günü; 2022 yılının 100. günü. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi yine Ergün Erdem hocanın Yeni Rota’sıyla yapacağım. Yeni Rota bir mukavemet grubu, uzun mesafe yürüyen, her tür araziye çekinmeden giren, çıta yükselten, mobilitesi yüksek atak bir grup!

Ergün Erdem

Yürüyüş yazımdan önce geçmişe kısaca bakacağım. 10 Nisan 1919 Emiliano Zapata’nın ölüm günüdür. Meksika Devrim lideri Zapata’dan birkaç söz alıntılayarak bugünkü etkinliğimizin bir tasvirini yapacağım.” Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur. Evet, oldukça güçlü bir söz! Ve bir söz daha: “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır.”

Çeşme Başı Sohbet

 Bu haftaki yürüyüşün oldukça uzun bir isim serisi var, çünkü uzun bir rota! Öncelikle Sarı’nın yerinde kemik çorbasıyla huzur bulduktan sonra Kızılcahamam Kırköy yakınlarındaki Bayırköy’e gideceğiz. 1350 rakımdaki küçük bir köydür burası. Sonraki hedef Bayırköy’ün güneydoğusunda bulunan 1250 rakımdaki Balcılar köyü. Bu mesafe kuş uçuşu 7,5 km’dir.  Daha sonra yine güneydoğuya devam ederek Otacı Mavi göle ulaşacağız, 1645 rakımdadır bu göl. Bu da kuş uçuşu 3,5 km’dir. Bu kez yönümüz değişecek ve kuzeydoğuda kuş uçuşu 4,5 km’de Yıldırım Evci göletine ulaşacağız. Sırada kuş uçuşu 2,5 km güneydoğuda bulunan 1516 rakımlı Çubuk Karagöl! Ardından yine kuş uçuşu 3,5 km güneybatıda yer alan 1722 rakımlı Yaylak Göleti ve nihayetindegüney doğuda bulunan 7 km kuş uçuşu uzaklıktaki Durhasan köyüne ulaşacağız! Durhasan köyü Kavşakkaya barajının hemen yakınındadır. Toplamda 28,5 km kuş uçuşu var, yani rahatlıkla 35 km üzerinde, inişli çıkışlı, ciddi bir efor gerektiren, Yeni Rota klasiğine uygun bir mesafedir bu.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPUpzvqt4HMISIW0ePwYjx4wg4l5JLCOxybDGb-QEMcHGcFzwJR1PcWHap6H6vkkg?key=OVM0T2ZOLVBvYlVEZFFFeUNTRWtNN2t4T3FkQ0NR

Bugün Sarı’nın yerindeki yemek-çay molamızdan sonra doğruca araziye intikal ettik ve tabii arazi de bize intikal etti doğal olarak! Sabah 7.39 gibi oldukça erken bir saatte 1390 rakımdan Bayırköy’ün hemen kuzeyinden uzun yürüyüşümüze başladık. Hava gayet güzeldi; hafif bulutlu ve serinceydi. Hemen hemen bütün yol boyunca güney doğu istikametinde yol aldık.

Ertan Doğmuş

Yükseklerde karlar görülebiliyordu, yama şeklinde. Her yer domuzlar tarafından deşilmişti; mübarek domuzlar sanki domuz değil tarla süren traktörler gibiydiler! Tarla fareleri de güzel ve yüzlerce tünel açmışlardı, düşmanlarına karşı iyi bir savunma sistemidir bu. Güneye bakınca karlı ve heybetli Köroğlu dağlarını görebiliyorduk. Mükemmel konik biçimli bir dağ da bize sanki insan yapımı havası vermişti. Eski zamanlarda krallar için böyle devasa dağ biçimli mezarlar yapılırmış, içlerinde de mutlaka hazineler olurmuş. Işık dağı, çiğdemler derken uzaklardan güneydeki Kurtboğazı barajını da gördük.

Sabah 8.53 olduğunda 3,5 km yol almış 1769 rakımlara çıkmıştık, 1 saatten az bir sürede hemen hemen 400 rakımlık sağlam bir yükseliş gerçekleştirdik, helikopterlerin hızlı irtifa kazanımları tarzı tempolu bir çıkış oldu! Bu rakımlarda karda çamurlu ayakkabılarımız temizlendi. Yeni açmaya başlayan Arap Sümbüllerine rastlıyor, onlara Arapça merhaba deyip yola devam ediyorduk; zaman zaman esen serin rüzgârda polar giyiyorduk sonra çabucak çıkarıyorduk. Bugün vadi ve kuytuluklarda yandık, piştik, güneş etkiliydi.

Ökse otlarıyla sarılı ağaçların yanlarından geçiyor, sulak zeminlere batıp çıkıyorduk. Etraf her yer volkanik taşlarla doluydu ve bazen yere bakmaktan etrafa bakamıyorduk! Kayalar lav demir ne varsa birbiriyle eriyip kaynaşmış müthiş sert ve sağlam hale gelmişlerdi, bazen kalem inceliğindeki bir taşı bile koparamıyorduk! Civar, kanyonlarla doluydu. Sırt yerine vadilerden de rota çizilebilirdi ama vadiler, kanyonlar hep sürprizlerle doludur, yol bir anda bitebilir ve bir şelale yüksekliğiyle önünüzü kesebilirdi.

Uzaklardan Balcılar köyünü gördük, zaten oraya doğru yönelmiştik. Ökselerle kaplı ağaçlar, çalılara takılmış tiftik keçisi yünleri derken iyice kayalık bir yere geldik. Biraz labirentimsi yanı vardı buranın. Bazen bir anda yol bitiyor, alternatif yol arıyorduk, güzel bir oyun gibi. Geyik dışkılarına rastlıyor, sık meşelikler içinde ilerlemeye çalışıyorduk; bazen ince dallar gözümüze tokat atıyorlardı. Böyle mücadele içindeki yürüyüşü seviyorduk. Bütün kaslar çalışıyordu. Vücudu elma, muz, su takviyesiyle diri tutuyorduk ve bazen de Ayhan hocanın yemiş torbasıyla enerji alıyorduk. Ben, bitter çikolatayla canlanıyordum.

Gizli kalmış yerlerde gizemli çeşmeler karşımıza çıkıyorlardı; insanın oraya hamak atıp yatası geliyordu. Ahmet hoca oturmayın yoksa kalkmak zor olur diyordu! Sular bulanıktı, taze eriyen kar sularıydı bunlar. Bir süre sonra Balcılar köyüne ulaştık; bu köyde hiç arıcılık yokmuş, Bal sadece bir kelimeydi burada! Ama “tilkicilik” vardı! Köyün dağdan taraf girişine ölü tavuk asılmıştı; tilki gelecek sonra köylü tilkiyi vuracak ve kürkünü satacak! Yurdum insanın çok ahlaki para kazanma metodu! Tilkinin doğada oynadığı rolü bilse belki tilki avından vazgeçerdi!

Köyün yaşlıları nereden gelip nereye gittiğimizi soruyorlardı. Bakırköy’den Çubuk’a gitmek delilikti; ama köyde kös kös oturmak akıllı işiydi!! Yıkılmış sac sobalar, harabe evler, tiftik keçi ahırları, canından bezmiş köpekler, bazalt sütunları gördük ve hiçbir köpeğin havlamadığı bu ilginç köyden ayrıldık. 1250 rakımlardan 1650 rakımlara doğru sırtları kullanarak tırmanmaya başladık. Uğur böcekleri bu çorak araziye güzel bir renk katıyorlardı. Bu bölümde yükseldikçe güneş yaktı; buz gibi çeşmelerde yüzler yıkandı.

Artık ormanlık bölgedeydik; ormanı özlemişiz ve belki orman da bizi özlemişti. İşin doğrusu da şu ki her kim doğayı kalben sever, doğa da onu severdi! Vadilere doğru tepelerden hızla karlar eriyor, Kaçkar bölgesi derelerini andıran bir görüntü ve suların enfes melodisi ortaya çıkıyordu. Saat 13.30’da öğle yemeği için sulak bir yerde mola verdik. Ertan’ın ikram ettiği tuzlu siyah zeytinler yendi; etli sarma ve Hacıbaba su böreği yendi. Tatlı niyetine de bitter çiko, ama keşke fıstık ezmesi olsaydı! Yolun yarısındaydık, 15 km yürümüştük. Durhasan köyüne gidiş biraz zorlaşmıştı çünkü Durhasan köyüne gidişimiz 40 km demekti, geceye kalmak demekti. Yeni Rota esnek bir grup; planlarını akılcı bir şekilde çabucak değiştirebilen bir grup ve öyle de yaptı!

Mehmet Murat ildan – A Photo by Ergün erdem

Mola bitti; hedef Otacı Mavi göldü. Oraya gittik, göl yeşildi! İşte hayat bu, mavi beklersin yeşil çıkar, kırmızı beklersin, mor çıkar! Bunlar elbette göl değil yapay göletlerdi. Yüzülebilecek ölçüde temizdiler. Orman içi çok çalı çırpı dal vardı, çatır çutur ses çıkararak yürüdük. Uzunca bir yürüyüşten sonra Yıldırım Evci göletine geldik ki ben buraya herhalde en son 15 yıl önce gelmiştim! Ortada mangalcılar yoktu; insansızlığın sessizliği ve doğallığı vardı. Gölde batan güneş parıldıyor, yaşamın en sihirli anları yaşanıyordu. Gölün 3te 1i halen buz kaplıydı. Karşıda bir bölümü yanmış ormana baktık; orayı yakan ve genelde Dünyayı yakan şey hep cehaletti! Aptalın teki mangal yakmış, muhtemelen iyi söndürmemiş ve sonuç yok olup gitmiş yüzlerce ağaç!

Ve nihayet Karagöl yakınlarına ulaştık. Durhasan köyüne en az 10 km daha vardı. Ergün hoca bugün grubun yemek durumunu ve kararmakta olan havayı göz önüne alarak 10 km’yi iptal etti, Yaylak göleti de es geçildi. Herkes açtı, iftar öncesinde açık olan bir lokanta bulduk, Ahmet hocanın meşhur köftecisi ise kapalıydı. Başarılı kuşbaşı yapan Çelebi İbişoğlu Et Lokantasında epeyce yendi içildi. Yozgatlı usta göçüp gitmişti ama oğlu burayı yine babası gibi başarılı bir şekilde yönetiyordu.

Bir yürüyüş de böylece bitti. Hasan Dağı çıkışından daha fazla bir çıkış yapıldı. Eğer bir gün insanoğlu sonsuz bir yaşama kavuşursa onu sıkılmaktan alıkoyacak şey kesinlikle sonsuz maceralara atılmak olacaktır! Ve son olarak şunu da ekleyeyim ki vatanı sevmenin en güzel yollarından biri vatanı yürüyerek dolaşmaktır, çeşmelerinden su içmektir, taşlarına basmak, çiçeklerini görmek, ağaçlarına dokunmak, çobanlarını, sürülerini, patikalarını tanımaktır, yosunlarını koklamak, dikenleriyle kanamaktır!!

Etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Bu kez değişik bir grup, Elazığ yöresinden diyeceğim ama hayır Tuva Cumhuriyeti! Huun Huur Tu – Chiraa-Khoor

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

Bugün 5 Ocak 2020, Pazar günü. 360 gün gibi çok kısa bir sürede bu yıl da tarihe karışacak ve aslında zamanın hızına bakarsak çoktan karıştı bile! Bazen bir ışık parlaması olur, şimşek çakmıştır, sesi sonradan kulağa gelir, işte bu da böyledir; yıl parlamıştır ve kaybolmuştur ama biz gecikmeli olarak bunun farkına varırız!

2

Geçmişte ne olmuşa bakınca, bugün olan şeylerin aslında geçmişte olan şeylerin sadece ismen farklı versiyonları olduklarını görebiliriz. Mesela 1989’da ABD iki Libya uçağını düşürmüş ya da 1854’te San Francisco’da buharlı gemi batmış ve 300 kişi ölmüş, 1919’da Alman işçi partisi kurulmuş, falan yerde şu olmuş filan yerde bu olmuş, bütün zamanlarda sanki aynı şeyler olmaktadır! O yüzden haberlerle çok da fazla ilgilenmemek gerek, zamanın lokal meseleleridir bunlar! Kasim Süleymani öldürülmüş, ee ne olmuş, evrensel bakış açısıyla bakınca böyle lokal konuların esamesi bile okunmaz! İnsanlar zamanın anlamsız haberlerinin peşine takılıp zamanlarını yok eden tuhaf canlılardır! Önemli, anlamlı diyebileceğimiz haberler nedir? Mars’ta yaşam bulundu veya kanser tarihe karıştı ya da insanoğlu Ay’da üs kurdu veya geçmişe bakarsak antibiyotik bulundu, aşı icat edildi vs. İşte bunlar haberdir, gerçek manada değer taşıyan haberdir bunlar!

Şimdi bugünkü rotamıza gelelim: Başlangıç noktamız Kızılcahamam Bulak yakınları olacak; 1060 rakımlıdır burası. İlk hedefimiz kuş uçuşu 6.5 kilometre uzaklıktaki ve 1380 rakımdaki Çamkoru gölü olacak. Oldukça iniş çıkışlı bir bölgedir burası o yüzden genel olarak sırtlar ya da yan geçişler kullanılacak ve elbette iniş çıkışlar kaçınılmaz olacak.

14

Bu göletten sonraki temel hedef kuş uçuşu 4.5 km uzaklıkta bulunan Aktaş Yangın kulesine yöneleceğiz ki burası da yaklaşık 1854 metrelik bir rakıma sahiptir. Ben Pınar Tepe Yangın kulesiyle bu Aktaş’ı karıştırdığım için yol boyunca sürekli yanlış hesaplamalar yaptım çünkü Pınar Tepe en az 40 km kadarlık bir yürüyüş mesafesi yaratacaktı!

DSC06637

Bugün 28.5 km yürüdük, ancak ilk yarısı oldukça sıkı bir rotaydı ve etki olarak ayaklarda sanki 40 km yürümüşüz izlenimi bıraktı. Zaten toplamda 1267 metre çıkış yapmışız ki bu çıkış dağ-zirve çıkışları kategorisindedir. Etkinlik 9 saat 14 dakika sürdü, toplam 20 dakikalık mola hariç hep hareket halindeydik; benim GPS’in pili 2.5 km kala bittiği için bu etkinlik zamanı üzerine daha da eklemek gerekir.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum. Kışın ve de yazın Türkiye’de en sıkı, en sıra dışı yürüyüşleri yapan grup işte bu gruptur!

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipOskIJslLEB10XfZeYtywReGXrA4xOn_WUKJlQV0oH3sf1LcddFaxik6J0_ifvrlA?key=akVPeFhqOU1vdGVfVVdGZjBZTHJHUno3TUNlY1BR

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto saatimin kaydettiği bilgilerin linkini aşağıya aktarıyorum:

http://www.movescount.com/moves/move322234639

Kızılcahamam ve Çamlıdere bölgeleri için hava durumu şöyle: En yüksek 1 derece görünüyor. Sabah 8.13’de güneş doğuyor ki hava bulutlu olacağına göre pek güneş beklemiyoruz! Saatler 17.37 olduğunda da güneşimiz batacak! Bugün yaklaşık -5 derecelerde yürüdük; özellikle öğleden sonra pet şişelerdeki sular dondu.

34

Etkinlik her zamanki gibi Sarı’nın Huzur lokantasındaki kahvaltıdan sonra başladı. Hava kapalıydı; kar yoktu. Asa da yoktu; Osman, meşhur asasını getirmemişti o yüzden yürüyüşte bir mucize beklemiyorduk! Sabah 8.24 gibi çok erken bir zamanda 1049 rakımdan yürüyüş başladı ve yokuş çıkarak hemen ısınmalar gerçekleşti.10

Çam ve meşe ağırlıklı bir arazide sisler içinde ilerlemeye başladık. Güneş, yüzünü bize göstermek için çırpınıyordu sanki! Beyaz karla sarı meşe yaprakları birbirleriyle hoş bir renk uyumu kurmuşlardı. Yolda elma, siyah üzüm ve ceviz takviyesi yapılıyordu; yüksek rakımlarda da bitter çikolata ve tuzlu yer fıstığıyla enerji alınmaya çalışıldı. Sis bir yoğunlaşıyor bir kayboluyordu. Ahmet hoca zaman zaman dekor bitkileri topluyordu. Kar vardı ama miktarı azdı; kuşburunlarının dışı donmuştu fakat halen içleri yumuşacıktı.

30

Sisin arkasında güneş varsa işte o zaman en gizemli görüntüler ortaya çıkar ve çıkıyordu. Sanki bir kapı aralanır, ışıklar sisli karanlık yere doğru adeta akarlar.

81591461_2668959596486222_8775181337544884224_o

Devrilmiş sarıçamlar, terkedilmiş kuyular, yosunlu kayalar, ipince patikalar ve polarlara takılan öfkeli dikenleri geride bırakıp genel olarak yükseliyorduk. Güneşin ani çıkışı havayı hemen kısa süreliğine ısıttı. Toz kar henüz yürüyüşü zorlaştırmamıştı. Yere eğilip sıfır noktasından güneşe bakınca olağanüstü pırıltılar görülebiliyordu. Yürüyüşçüler sislerin arasında sadece birer gölgeye dönüştüler.

27

6 km yürüdüğümüzde 1500 rakımları geçmiştik. Arazi zorluydu; bazen dik çıkışlar vardı; bazen titrek kavakların aşırı yoğun olduğu yerlerden geçerken dallar kamçı gibi vuruyorlardı. Aşağı ovalardaki sis okyanusunu keyifle seyrederek volkanik arazide yürümeye devam ettik. Dizler ve baldırlar epeyce çalışıyorlardı bu rotada. Yukarı çıktıkça, buzdan likenlere rastlamaya başladık. Dallardan sarkan buzların güneşe rağmen erimemesi havanın en az -5 civarlarında olduğunu gösteriyordu.

DSC06641

1600 üstü sırtlardan Çamkoru gölüne doğru ilerliyorduk. Kar iyice artmıştı. 1700 rakımların beyaz mükemmellikleri bize yorgunluğu unutturuyordu. Kesilmiş kütükler, muhteşem kar manzaraları, avukatlardan oluşan bir yürüyüş grubu ve onlara eşlik eden köpekler geride kaldı, ama köpeklerden iki tanesi bizim gruba transfer oldu üstelik bir transfer ücreti almadan!

3

Kuş uçuşu 6.5 km olan mesafeyi 15 kilometrede aldık, arazinin dikliklerini yumuşatmak isteyince kıvrımlı yol aldık ve mesafe uzadı. Köprülüğü gitmiş sadece demiri kalmış bir köprüden geçerek Hacettepe üniversitesine ait terkedilmiş, ama halen camları duran bir tesisin içine girdik ve öğle molası verdik.

24

Saatler 13.30 ve rakım da 1382’ydi. Sucuklu ekmek yendi; peynirli sandviç yendi, Osman’ın dağıttığı çaylar içildi, Stanley termosların kalitesi bir kez daha görüldü ve yeniden yürüyüş başladı.

İlk etap yorucuydu; ikinci etap orman yollarından daha rahat ilerliyordu. Amacımız Aktaş Yangın Kulesiydi. Buradaki levha 16 km yazıyordu ancak biz kestirmeden çıkıyorduk. Kuleden sonra da Alakoç yaylasına geçecektik. Ergün hoca planları 6’da minibüste olmak üzere ayarlıyordu. Çok uzaklardan Kuşçular köyünü gördük, daha geride Avdan köyü vardı. Alacakaranlıkta bu köylerin ışıkları yanmaya başlamıştı.

37

1800 rakımlara çıktığımızda hava iyice soğudu. Ekibin mukavemeti, dayanma gücü iyiydi ve durmadan ilerleniyordu. Saat 16’ya yaklaşırken 21 km yürümüştük. Ve nihayetinde harabeye dönmüş Aktaş Yangın Kulesine çıktık. Rakım 1853. Benim karıştırdığım Pınar Tepe Yangın kulesi kuş uçuşu 10 km daha uzaktaydı! Yangın kulesine en yakın yayla Alakoç yaylasıydı ve biz de hızlıca oraya yöneldik. Alacakaranlık iyice bastırırken yayladaydık. Burada ayrıca Afşarlar ve Meşeler yaylaları var. Yaylalar sona ermiş ve buralar genel olarak hayvancılığın yapılmadığı yazlık evlere, yazlık apartmanlara dönüşmüşlerdi ve umarım yazlık gökdelenlere dönüşmezler.

8

Böyle yaylalara gece girmek hoştur; köpekler havlar, hatta tehdit ederler, evlerin titrek ışıkları sanki soğuktan üşüyorlardır; bazı evlerin ahırlarında birkaç inek olur, onların sesleri yankılanır, bazen bir kaz sesi ya da bir horoz sesi duyulur; yukarıda Ay vardır, hilal şeklinde hafif ışık huzmeleri yollar. Sobalar tütüyordur ve tüten dumanın bacadan çıkarken çıkardığı ses bile sanki duyulabilir! Tamamen doğal bu sesler biz şehirlileri fazlasıyla büyüler. Doğa yürüyüşçüleri geceye kalmaktan korkarlar ama tam da gece özellikle böyle yaylalardan geçerken çok enfes güzellikler sunar. Hep gündüz dolaşan, gecenin hazinelerinden mahrum kalır!

DSC06728

Uzun zamandır bizi takip eden köpeğe de sucuklu bir sandviç vererek yürüyüşü tamamladık. Tam bir mukavemet yürüyüşü oldu. Yürüyüşçüler yorulsa bile dayanıklı oldukları için durmadan yürüdüler. Böyle bir rotayı zaten Yeni Rota dışında bir grup göze alamazdı. 3 ilçeden geçtik. Bulak-Kızılcahamam ilçesi, Çamkoru-Çamlıdere ilçesi ve Bolu-Gerede ilçesi. İnsan geçmişe dönüp bakınca doğada yaşadığı zor olan etkinlikleri, maceraları hatırlar! Güzel bir yürüyüş oldu.

DSC06747

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle, başarılı bir sesle sonlandırıyorum: Ana Gabriel, Vamonos! Vámonos  Let’s leave this place, buralardan gidelim ya da gidelim anlamına geliyor.

https://www.youtube.com/watch?v=NXMLsNWKq44

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

DSC09077

Bugün 2017 yılının 2 Nisan Pazar günü. Artık kara veda edildi. Bu sene bahar gibi bahar mı olacak? Pek öyle görünmüyor. Serin bir bahar olabilir ya da sıcak bir bahar olabilir; iklim değişikliği bağlamında her ikisi de mümkündür ve doğrusu bu evrende her şey de mümkündür! Ama yine de bahar bahar gibi olmalı, yaz da yaz gibi; kış kışlığını yapmalı, sonbahar da kuyumcu vitrini gibi parıldamalı!

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Rota, Bolu ilinin Yumrukaya köyüne yakın bir yerden başlıyor. 916 rakıma sahip toprak yolda araçtan inip kuzeydoğudaki Yumrukaya göletine gideceğiz. Bu gölet 1020 rakımdadır. Bundan sonraki hedefimiz ise yine biraz daha kuzeydoğuda bulunan At Yaylası göletidir. Geçen sefer bu bölgeye gece karanlık çökmüşken gelmiş ve At yaylasını çok iyi görememiştik. Bu kez gündüz orada bulunmak güzel olacak.

DSC09113

Bir sonraki hedefimiz ise kuzey batıya doğru yürümekti. Bolu dağı tünelinin Düzce’ye bakan tarafını da uzaktan yukarıdan görebilecektik. Daha sonra 400 rakımlardaki viyadüğün altından geçeceğimiz yere kadar vadilerdeki patikaları, doğaçlama kısa yolları ve orman yollarını takip edecektik. Viyadüğe ulaştığımızda burası Düzce Kaynaşlı, Kulübeyanı Köyü civarıdır. Buraya Darıyerihasanbey köyü de denir. Bütün o civarlar Kulübeyanı mahallesidir. Köyün olduğu bölgeden de 300 metre kadar yükselerek Adapazarı yolunu da geçip Darıyeribakacak köyünde, Bolu dağının yüksekliklerinde yürüyüşümüz sona erecekti. Bolu ilinden başlayıp Düzce iline geçecektik!

yumrukaya

Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarına geçeceğim. Öncesinde her zaman olduğu gibi maziye kısa bir bakış atacağım. Maziyi bilen geleceği de daha kolay okuyabilir. Memlekette çok yakında bir referandum var, gereksiz bir referandum. 20. Yüzyılın başlarındaki ve devamındaki tarihimizi iyi bilen bir kişi ne oy vereceğini de çok net olarak bilir. 1923 yılı keyfilikten sorumluluğa, biatten şahsiyetli, karakterli bir duruşa, kulluktan bireye geçiştir. Millet ne karar verecektir göreceğiz; fakat görünen köy kılavuz istemez: Şahıs rejimleri ciddi bir geriye gidiş ve ciddi bir küme düşüştür! Şahıs rejiminin özelliği Kuzey Kore’deki gibi bir deli başkan olursa felaket olur, ama Atatürk gibi bir sivil ve askeri deha başkan olursa, o zaman her şey iyi olur. Kısacası “şahsa” bağlıdır bu rejim türü, yani “şansa” bağlıdır yani güvenilir değildir, fren mekanizmaları çok iyi kurulmamışsa ülkeleri – tarihte pek çok kez görüldüğü üzere – savaşlara, felaketlere sürükler. Büyük yetkiler özellikle küçük adamları çabucak şımartır ve küstahlaştırır. Türkiye, hangi rejime geçerse geçsin o rejimde mutlaka kuvvetler ayrılığı çok bariz ve çok sağlam bir şekilde olmalıdır yoksa dünyada ciddi ve saygın bir yer edinemez.

2 Nisan 1948 yani 69 yıl önce bugün! Ankara’da Opera binası açılıyor. İsmet İnönü de ilk eseri seyretmeye geliyor. Bu çok önemli bir olaydır. Bir ülkede birinci öncelikli önemli şey ahlaktır, etik değerlere bağlılıktır. İkincisi bilimdir ve yine onunla aynı ağırlıkta olan sanattır. Bugün yolu köprüsü olan pek çok ülkenin bilim ve sanatı ileri değilse itibarı yoktur. Bugün İngiltere dendiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden biri Shakespeare ise ya da Charles Darwin ise, fakat İngiliz köprüleri, İngiliz yolları değilse memlekette yaşayan herkes bunu iyice kavramalıdır! Yüksek bilimin ve yüksek sanatın yoksa, adaletli bir ülke yaratmamışsan adam olamamışsın demektir!

Biz şimdi doğa etkinliğimize dönelim. Memleketin harika doğasında dolaşalım. Yukarıda belirttiğim gibi birinci öncelik ahlaktır ve yurdun doğasını korumak da en büyük ahlaktır. Bunu korumanın yolu yurdun doğasını sevmektir, onu kendi parçamız gibi görmektir! Kesilen her ağaç bizim vücudumuzun kesilmesidir!

DSC08996

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMegx1USw_clupCLv04uKR7Mt7x7lbwc-unuejgP_uN7hfoFz4RDEQlLxgI3S7ysA?key=bmY5ZS1yanFsNTIzY0RGTm5fSW1ya0F6QzhZbHFn

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move149820632

Sabah Sarı’nın yerinde yani Huzur Lokantası’nda açık duble çay içilip, zeytinli beyaz peynirli sandviç yenilip, çeşitli çorbalardan içilip Bolu’ya doğru yola koyulduk. Otobandan gidilince Bolu’ya varmak çok uzun sürmez.

10.22’de yürüyüşümüz başladı. Hava güneşli ama biraz da pusluydu; bu taraflar sabahları sıklıkla sisli de olur. Doğa henüz canlanma aşamasındaydı. Ancak dağların zirve kısımlarında karlar görülebiliyordu ve en çok da Kartalkaya’da vardı. Sabah bir muz takviyesiyle yürüyüş başladı.

DSC08978

Hedefimize 25.7 km var görünüyordu ki bugün 23.78 km yürüdük. Yemeği kaçırmamak için ve de asfalt yolda yürümemek için Ergün hoca rotayı 4 km kadar kısalttı ki bu kısım yokuş yukarı 3-4 kilometreydi!  Bugün toplamda 504 metre çıkıp 1073 metre indik ve en yüksek ulaştığımız rakım 1207 metreydi.

Sarı çiçeklerin üzerlerinde henüz arılar yoktu; çiçek dükkânlarının bu iğneli müşterileri daha ortalıkta görünmüyorlardı. Doğa yarı soluk, yarı cansızdı. Ama yol boyunca epeyce kertenkele gördük; yaprakların arasında küçük boylarının 10 misli kadar ses çıkarabiliyorlardı. Ağaçlar sanki oksitlenmiş gibilerdi. Unutulmuş, ya da çoktandır kullanılmamış orman patikalarında çıkış yapmaya başladık. Sararmış sonbahar yapraklarının arasında yemyeşil parlayan kaya sarmaşıkları hemen dikkat çekiyorlardı. Küçük dereler şırıldıyordu; minik su birikintileri adeta kurbağa larvalarıyla birer kurbağa fabrikasını andırıyorlardı. Nerede su varsa orası sabah güneşiyle ışıl ışıl yanıyordu!

Gazanfer hoca zaman zaman bana “bugün de öykü çıkacak sana” diyordu ki zaten doğanın kendisi başlı başına bir öyküydü; bir mucizenin öyküsü! Kayın ağaçları gerçekten Alman tankları gibi çok sağlamdılar. Onları sarmaya çalışan kaya sarmaşıkları muhtemelen bir kayaya veya bir tanka sarıldıklarını düşünüyorlardı! Saat 11’de 1020 rakımlarda yapraksız ağaçların ince gölgeleri altında yürümeye devam ediyorduk.

Reha hocayı henüz görebiliyorduk ama kısa süre sonra önlerden gözden kaybolacaktı, muhtemelen Koray hocayla önden hızlıca ilerleyecekti! Sarı çiçeklerin bazıları sudaki Lotus çiçekleri gibi duruyorlardı. Bir nergis, bir orkide, bir karanfil görmüyorduk ama onlar kadar güzel çuha çiçekleri, siklamenler ve papatyalar görüyorduk. Sararmış yapraklara bakarsak sanki sonbaharda yürüyor gibiydik.

Ve elbette otların da güzelliğini görmek gerek; mesele, her bir canlının önemli olduğunu kavrayabilmektedir! Belki yılan sevimsizdir ama en azından doğaya yaptığı katkı bağlamında saygı duyulmayı hak eder!

3 km kadar yürümüşken Yumrukaya göletine geldik. Fırsat buldukça mandalina, cevizli kuru dut yiyorduk ve dutlar Elazığ Ulukale dutlarıydı! Bazen de bitter çikolata. Genelde tatlı yendiği için tuzlu aranıyordu ve imdada Hasan hoca yetişiyordu, güzel yer fıstıkları veriyordu.

Yürürken düşünmeyenler doğanın bizzat kendisi oluyorlardı. Ölmek nedir? Düşüncenin, bilincin yok olmasıdır! Düşünmeyen ölmüştür. Meditasyon ölmektir. Meditasyon anında artık siz yoksunuz; siz her şey olmuşsunuzdur. Artık ağaç gölgeleri sizsiniz, ağaç da sizsiniz, kuş da sizsiniz. Doğa yürüyüşünden sonra şehirdeki zihin yorgunlukları kaybolur ve insan doğaya yenilenmek için çıkar; doğa, yenilenme, tazelenme yeridir, şu kullanmakta olduğumuz bilgisayarlardan kaçıp kurtulduğumuz yerdir, bir limandır, bir sığınaktır!

Nadiren tamamen bahar çiçekleri açmış ağaçlar görüyorduk. Her şey açma aşamasındaydı; ok, yaydan fırlamaktaydı fakat henüz yayın dışına çıkmamıştı. Hedef tahtaları görüyorduk. Yurdum insanı kurşunu, yüksek sesle patlayan aptal silahları seviyordu. Gürültü, cahil insanın sevdiği bir şeydir; sessizlikse gelişmiş insanın sevdiği bir şeydir!

Karmaşık bir rotada ilerliyorduk. Öyle ki 7 tane orman yolunun olduğu yerlere bile geliyorduk. 7 farklı yön! Hangisine girsen başka tarafa gidersin! Ağaçlardaki yeşil likenler güneşte sanki fosforlularmış gibi ışıldıyorlardı. Çürümekte olan orman kütüklerinin üzerindeki yapraklar da kesinlikle bir tabloya konu olabilirlerdi. Doğanın insanı sanata davet eden müthiş bir sihri vardır!

DSC09130

  1. kilometreye yaklaştığımızda At yaylası göletine ulaştık. Aslında burası tam bir huzur mekânıydı ancak karşı taraftaki ormancıların ağaç yükleme sırasındaki gürültüleri bu güzelliği biraz bozuyordu. Memleket son sürat ağaç kesmeye devam ediyordu. Ormanları azalan ve seyrelen bir ülkede yaşadığının kaç kişi farkındaydı ki? Yazımın başındaki ahlak meselesine, etik değerlere dönüyoruz yine! Biz ormanı yaşıyoruz, şanslıyız ama gelecek kuşaklar – eğer bilim hızlı büyüyen ağaçlar vesaire bulmazsa ya da etik düşünce egemen olmazsa – ormandan yoksun kalabilecekler!

Gölette yemek molası verildi. 1075 rakımda, saat 12.42’de Akçaabat köfte yendi, tarçın karanfilli çay içildi bir de bir parça Laz böreği! Biz yerken Ergün hoca da gölet çevresinde dolanıyor, bir balıkçıl kuşu fotoğraflamaya çalışıyordu. Kuş, zaman zaman mekân değiştirip gölün üzerinde dolaşıyor, şiir gibi süzülüp duruyor, gölgesi de göletteki kırmızı balıkların üzerine vuruyordu. Bunlar pelikanlar takımındandırlar. Uzaktan leyleğe benzetilebilirler ama uçarken bir tane fotoğraf çekebildim, oraya dikkatlice bakarsak bu kuş uçarken boynunu geriye çekmiştir oysa bir leylek uçarken boynunu ileri uzatır!

DSC09036

Sisli sabahların bu gizemli kuşlarını, kırmızı göl balıklarını, ormanı adeta hırsız gibi soyan “aptal medeniyeti” ve ışıldayan gölü geride bırakıp, neredeyse psikopat bir çalışkanlığa sahip karınca yuvalarının yanlarından geçerek kuzeybatıya, At yaylasına, hiç at görmediğimiz o büyük yaylaya doğru yöneldik. Kimliği belirsiz erenler adına yapılmış türbemsi mezarlığı da geçerek yaylaya ulaştık. Rüzgâr ve serinlik arttı.

DSC09029

Yaylada bizi silah sesleri karşıladı! Yurdum insanı kuşların seslerinin dinlenmesi gereken güzel bir yaylada atış talimi yapıyordu! Memlekette pek düzen falan olmadığı için böyle serserilikler, sersemlikler ve başıboşluklar almış başını gidiyordu! Fakat neyse ki ileride battaniyesini sermiş sessiz sakin oturan, yemeğini yiyen, kimseyi rahatsız etmeyen güzel vatandaşlarımız da vardı. Bu olay elbette bütün ülkeler için geçerlidir: Bir ülkede hem akıllı insanlar hem de aptal insanlar vardır; melekler ve şeytanlar vardır, bilgililer ve cahiller vardır, onurlular ve onursuzlar, ahlaklılar ve hırsızlar vardır!

Bu devasa yaylanın dev bir yeşil havaalanı görünümü vardı. Sonunda At yaylasının evlerine ulaştık. Oldukça canlıydı etraf. Tarlalar sürülüyordu, genellikle bir-iki dönümlük küçük tarlalardı bunlar. Torun gezdiren genç babaanneler, bahçesinden bizi görüp sohbete dalmak isteyen yaşlı köylüler epeyce çoktu. Son derece sevimli ahşap evler görüyorduk. Yaylada çok fazla köpek yoktu; çeşmelerden sular fışkırıyordu. Ergün hoca ve Gazanfer hoca pet şişelerini dolduruyorlardı. Ahşap kulübeleri fotoğraflamak keyifliydi; beton evlerin yüzüne bakan yoktu!

Yayladan çıktığımızda 10 km geride kalmıştı. Kuru dere yataklarını patika gibi kullanıyorduk. Ender de olsa kar öbeklerine rastlıyor, ayakkabı temizliği yapıyorduk. Artık daha geniş ve oldukça uzun olan bir orman yoluna girmiştik. Bu bölgede orman yolu dışındaki her arazi oldukça zorluydu ve girilmesi, uzunca yürünmesi durumunda gece yarılarına kalmak içten bile değildi. Fakat tabii özellikle yazın geceye kalınmasının da güzelliği ay ışığı, gizemli orman gürültüleri ve akşamın getirdiği farklı bir kokuydu. Değişik olan mutlaka yaşanmalıydı. Gündüzü yaşamak yetmez; gece de yaşanmalıdır, geceyi de yaşamalıdır insan. Hep sakin hava değil fırtına da bize çok şey katar çünkü o bizden çok farklıdır! Sana senin gibi biri ne katar? Sana senden farklı biri çok şey katar!

Sağımızdan solumuzdan derecikler akıyordu; devasa kayın ağaçları gördük. Doğaçlama kısa yollardan geçerken Vietnam tarzı bir sık orman içinden geçmenin o heyecanı duyuluyordu. Keşke bütün bir memleket böyle sık ağaçlarla örtülü olsaydı, keşke ağaçlardan yürüyemiyor olsak! Ama Türkiye, elbiselerinin oradan buradan büyük parçaları kopmuş biriydi artık, bir gün bu gidişle çıplak kalacaktı!

DSC09093

Havada pus artmıştı. İnişe geçmiştik ve 400 rakımlara kadar da inecektik. Yolda nadiren uçan kelebekler görüyorduk. Orman işçileri için yapılmış orman kulübeleri, açık havalı orman tuvaletleri, Reha hocanın hangi yöne dönüldüğünü gösteren tahta okları ve çamura çizdiği çizgiler de geride kaldı ve en sonunda 1 nolu Viyadüğe vardık. Tam karşıda Kulübeyanı köyü görünüyordu. 23. Kilometreye ulaşmıştık. Aracımız yaklaşık 3-4 km daha yukarıdaydı. Ergün hoca aracı aşağıya çağırdı ve doğruca Hayrettin Tokadi türbesinin olduğu yere gittik.

DSC09166

Hayrettin Tokadi türbesi, manevi hava yaratması beklenen bu yer gördüğüm kadarıyla bir satış mağazaları görünümü, ticari görünüm almış bir yere dönmüş. Girişte Edeb Ya Hu, yazısı yer alıyor. Dergâhların girişlerinde de görürüz bu deyişi, kişinin Tanrı’dan edeb istemesi, Tanrı’ya edeb yakarışıdır. Şimdi cahiller tarafından “edep yahu” ya dönmüş bir şeydir bu. İşin aslı yahu değil Ya Hu yani Ey Tanrım olacak!

Bu türbenin olduğu yerdeki ağaçlar gerçekten çok eskidir, anıt ağaçlardır; üzerlerinde de çok sevimli sincaplar dolaşmaktadır. Biz buradaki aş evinde yemek yedik. Herkese açık bir yer. Burada istenilen şey yemeği israf etmemek, tabağı tamamen bitirmektir. Ben makarnamı ve ekmeğimi yememiştim ama ekip bu sorunu çözdü! Hafta sonları 1500 kişiye yemek verilmektedir. Yemek sonrası bölgeyi gezdik. Ağaçların arasında yükselen ve sonbahar yapraklarıyla örtülmüş taş merdiven burada aklımızda kalan bir anıydı. Sanki göğe yükselen bu merdiveni düşününce bunun yolunu da düşünmektedir insan ve bunun gerçek yolu sadece bilimdedir…

Ne Sufizm, ne tasavvuf, ne din, ne de bu tarz spiritüel şeyler bizi kurtuluşa götüremez; bunun yolu sadece bilimden geçer… Ve kurtuluş nedir? Kurtuluş, varoluşumuzu sürekli kılmaktır!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Laia o Laila; Rostam’dan güzel bir Pakistan şarkısı.

https://www.youtube.com/watch?v=EAwJynFW64U

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

29

Bugün 4 Aralık 2016, Pazar günü. Yılın 338. gününe gelmişiz; 27 gün sonra 1 yıl gibi evren ya da uzay zamanında çok önemsiz, çok minik bir zaman süresi daha geride kalacak ve her zamanki gibi insanlar yeni yıla yeni umutlarla ama eski akıllarıyla girecekler! Oysaki yeni umutların gerçekleşmesi eski akılla değil yenilenmiş, kendisini geliştirmiş, geçmişten dersler çıkarmış yeni akılla olur ancak! Yeni bir şey, yeni bir aksiyon, yeni bir düşünce gerektirir; aynı aksiyonla, aynı düşünceyle yeni şeyler çıkmaz!

yurecikk

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum. Her zaman olduğu gibi yine grubun web sitesi linkini ve Facebook sayfasını aşağıya veriyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Ayrıca etkinliğin fotoğrafları için de aşağıdaki linke bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMFAxAln20s0c1XwMCjdPwk-pZNbwcfVrR5qMdpknIDRdMW1QoWEWSKF2isDje-lQ?key=TFVYM0t6aXB3ZWRkWmtzZkdiLWx6djhtN0dTX3RB

Karabük Eskipazar ilçesinin Yürecik köyünden başlıyor bugünkü yeni rotamız. Gerede’ye girmeden Ankara Karabük yoluna sapıp oradan ilk önce Eskipazar’a gideceğiz. Sonra da Mengen yolunu alarak Yürecik köyüne doğru ilerleyeceğiz.

28

1220 rakımlı Yürecik köyü rotamızın start aldığı yer. Buradan batı yönünde 1440 rakımlı Çilekbeli geçidine doğru yürüyeceğiz. Bu geçide ulaştıktan sonra ise güney batı yönünde bulunan 1430 rakımlardaki Dökük yaylasına doğru inişli çıkışlı bir rota izleyeceğiz. Köknar ağaçları, anıt çamlar, yer yer kayın ağaçları, az da olsa kuşburunları yol boyunca bizimle beraber olacak.

Dökük yayladan sonra hafif güney batıdaki komşu yaylaya geçeceğiz. 1420 rakımlı bu yaylanın ismi Kurtça yaylası! Kurtlarla özdeşleşmiş bir yayla! Bu küçük yaylaları bitirip bu kez daha büyük bir yaylaya, güney batıdaki Soğucak yaylaya geçeceğiz. Adı üstünde soğuk bir yayla çünkü rakımı yüksek! 1700’ün üzerinde bir rakıma sahiptir bu yayla ve elbette bol karlı olmak için gerekli bir yapıya da sahip.

dsc02221

Soğucak’tan sonra güneye, daha doğrusu hafif güney doğuya doğru epey bir inişimiz olacak. Adiller köyünün hemen batısında yer alan küçük mahalleye kadar gideceğiz. Bu mahallenin hemen güneyinde iki vadi yer almaktadır. Soldaki uzun vadiye gireceğiz. Bu çok uzun vadi bizi Çayören Güneyköy yaylasına kadar götürecek. 1700’lere yakın bir rakımı olan bu yayla da bol karlı olmaya aday bir yayladır! Buranın biraz daha güneyi Bolu – Çerkeş -Ilgaz – Samsun yoludur, biraz derken irtifa olarak en az 350 metre aşağıdadır. Bu yol üzerindeki 1345 rakımda bulunan OPET benzin istasyonuna inerek yürüyüşümüzü tamamlayacağız; planımız kabaca buydu. Ancak derin kar nedeniyle bu plan değişti. Yaşam dediğimiz şey zaten yapılan planlardır ve bu planlara hayatın müdahalesidir ve sonrasında da bizim yeni planlarımızdır, hayat budur!

Ergün hoca bu yukarıdaki plana bağlı kalırsak derin kardan dolayı sabah saatlerine kadar sürebilecek “ultra” bir yürüyüşe sebep olacağından rotayı kısalttı. Kurtça yaylaya kadar plana sadık kaldık oradan Soğucak yaylaya çıkış yapmayıp batıdaki MengenÇayköy’e gittik. Rota kısalmasına rağmen 20 km uzunlukta 9 saat 7 dakika süren ve toplamda sadece 15-20 dakika durduğumuz çok sağlam, bir anlamda kardiyo geliştirici bir derin kar yürüyüşü ve bir “dondurma soğukluğu” yürüyüşü oldu. Hareket halinde olduğumuz için soğuğu çok hissetmiyorduk ama durduğumuz zaman bu soğuğu çok daha iyi algılayabiliyorduk.

Biz kar yürüyüşlerine yıllardan beri genel olarak kademeli geçerdik, vücut kademeli olarak alışırdı. 5 cm, 10 cm, 30 cm, 1 metre derken bu kez bu sene hızlı bir geçiş oldu, bir anda yarım metre, zaman zaman 1 metreye yakın derinliklere de rastladık. Yılın ilk ciddi kar yürüyüşüydü ve umarım devamı da gelir çünkü derin kar yürüyüşleri bir ayrıcalıktır.

Bugünkü etkinliğimizin ayrıntılarına geçmeden önce geçmişte bugün ne olmuş şimdi ona bakacağım kısaca. 4 Aralık 1131 yılı İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın ya da orijinal ismiyle Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’ın yaşamını yitirdiği gündür. Şimdi Hayyam’dan birkaç özlü söz verip yazıma resmi olarak başlayacağım. Şöyle der Ömer Hayyam: “Eğer her şeyini kaybetmişsen ve cebinde bir ekmek alacak kadar paran kalmışsa, git kendine bir demet menekşe al ve ruhunu besle. Bence bu çok anlamlıdır ve kişinin öncelikle ruhunu beslemesi lazım.Şu sözü de güzeldir: “Cehennemi gerçekten bilmek mi istersin? Dünyada cehennem, ehil olmayanla konuşmandır.” Ve son olarak şunu vereyim, Shakespeare-vari bir cümledir bu: “Girme şu alçakların hizmetine: konma sinek gibi pislik üstüne. İki günde bir somun ye, ne Olur! Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!” Ömer Hayyamı da ve onun yaşam dolu güzel sözlerini de burada sevgiyle anmış olalım ve gelelim bugünkü etkinliğimize.

Yürüyüş yapacağımız Eskipazar bölgesi dendiğinde akla ilk gelen isim Hadrianapolis’tir! Bu Roma antik kenti henüz önemli ölçüde günışığına çıkmamıştır! Memleket boş işlerle ilgilendiğinden böyle önemli şeylere, geçmişimizin bilimsel olarak karanlıktan aydınlığa çıkarılması meselelerine, Mars projesi gibi büyük düşünce konularına zaman kalmamaktadır! Güzergâhımız üzerinde olsaydı Hadrianapolis antik kentinin bir havasını koklayıp, kendimizi kısa bir süre de olsa geçmişe, Romalıların çağına ışınlayabilirdik!

Eskipazar’ı da Hititler kurmuşlardır! Sonra Romalılar burayı alınca ismi “Hadrianopolis in Paphlagonia” olmuştur. Tabii bize geçince önce Viranşehir ve sonra da Eskipazar’a dönüşmüştür. Kim bir yeri ele geçirdiyse onun ismini de değiştirmiştir çünkü şişkin ego ve ilkellik eski ismi muhafazaya, geçmişe saygıya pek izin vermez!

Sabah 6.40 Ankara’dan yola çıkış zamanıydı, 6.30’larda duraklarda yerler alındı. Sabah kapkaranlıktı! Yaz saati denilen akılcı ve mantıklı bir uygulama vardı bir zamanlar! Bir süre sonra hep böyle konuşacağız: Bir zamanlar şu güzel şey vardı, bir zamanlar bu güzel şey vardı, bir zamanlar memlekette kitap okunurdu; yanlışlara battıkça geçmiş de bize daha güzel görünecektir!

Araçta giderken Cihan hoca kendi tabletinden güzel bir Sebastian Bach klasik müziği çaldı. Sabah Kurtboğazı Baraj bölgesi sislerle kaplıydı; baraj gölü enfes bir güzelliğe bürünmüştü. Böyle güzellikleri genellikle balıkçılar, avcılar ve elbette yürüyüşçüler yakalar ve yaşamın bütün derinliği işte bu anlarda, bu anlara tanıklık etmekte yatar!

Her zamanki gibi önce Sarı’nın Huzur Lokantası’nda kahvaltı yaptık ve ardından Yürecik köyüne ulaştık, daha doğrusu Yürecik köyünün Taşmanlar mahallesine 1 km kadar uzaklıkta ana yolda araçtan indik. Pazar günü için hava durumu en yüksek 3 derece görünüyordu ve parçalı bulutluydu. Bu bölgede nem oranı da %80’ler civarında olduğundan oldukça serin bir hava ve elbette karla kaplı orman yolları bekliyorduk ve öyle de oldu. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru rahatlıkla -8’lere, -15’lere kadar inecekti.

Araçtan iner inmez güneşin altında parıldayan kar zerrecikleri “iyi ki geldik” sözünü hemen söyletti bize ya da Yahya Kabak hocanın bir zamanlardaki sözünü hatırlattı bize: “İyi ki geldik yav, iyi ki buradayız!” Doğa bir diriliştir, varoluşumuzun derinlerine hitap eden bir şiirdir!

Hava soğuktu, güneşse yalnızca yüzümüzü ona döndüğümüzde ısıtıyordu. Ancak güneşte nadiren yürüdük, çoğu kez orman içlerindeydik. 1282 rakımdan yürüyüşe başladık. Yüreciğe 3 kilometre yürüyecektik. Yolun önemli kısmının kar açıcılık işini Ergün hoca ve Cihan hoca yaptılar.

Saatlerimiz 10.12’yi gösteriyordu. Mevsimler içerisinde “masalsı güzellik” deyimini insan en güzel karlarla kaplı bir ormanda, o bembeyaz sessizlikte, o gerçekdışı gerçeklikte yaşar. Sabah kalkmak zordur, hava soğuktur, yürümek epey bir çaba gerektirir ama işte bunları yapmadan o masalsı güzellikler yaşanmaz; kömür kokulu rezil bir şehrin çaresiz sokaklarında, trajik haberlerin moralleri dinamitlediği bu akıldışılık dünyasında çürür gider insan! Doğa yürüyüşü bu çürümeye karşı bir isyandır, rezilliği, medeniyet adı altındaki çirkinlikleri, aptal haberlere boğuluşu bir reddediştir!

Taşmanlar mahallesi yakınlarından Yüreciğe doğru yürüyüşe başladık. Yollar buzluydu, köylerin ara yolları daha şimdiden kapanmışlardı. Kar taneciklerinin mükemmel geometrik görünüşlerine hayranlıkla baktık; fiziki evrenin, fizik kanunlarının sanat şaheserleriydi bunlar.

Güneş de gölgeler vasıtasıyla inanılmaz sanatlar yaratıyordu. Dik bir çıkışa geldik. Ergün hoca haritayı zaman zaman inceliyordu. Yürecik pek sevimli, pek hoş, pek sakin bir dağ köyüydü; güneşin altında ışıl ışıl parıldıyordu. Öylesine doğal, öylesine huzur veren bir yerdi! Köpeksiz köy olmaz derken havlama sesleri duyuldu. Eski bir fırının ahşap kulübesine, çeşmenin buzlanmış yosunlarına, samanları traktöre yükleyen samimi köylüye veda ederek yolumuza devam ettik.

8

Reha hoca kısa kolla soğuğa meydan okuyordu ve Cihan hoca da onu uyarıyordu, üşüyeceksin diyordu! Tozluklarımız çabucak donmuşlardı. Gölgeler kutupsal bir karaktere bürünüveriyorlardı. Şanslıydık çünkü rüzgâr yoktu, yaprak kımıldamıyordu.

Hedefimiz Çilekbeli geçidiydi ki 1440 rakımdaki bu noktaya 3 saat yürüyerek 6.76 km kat edip geldik. Burada 10-15 dakikalık hızlı bir yemek molası verdik. Boşalan baterilerimizi, boşalan midemizi doldurduk. Tatlı bir güneşin şefkatli eli altında ton balıklı sandviç, Amasya elma, kakaolu Eti gofret, mandalina yedik ve ardın da ayvalı ıhlamur içtik ve vakit kaybetmeden yola koyulduk.

Şimdi iniş zamanıydı. 1437’lerden 1290 rakımlara dek inecektik. Ormanda yürürken güneşin ağaçlar arasından ani beliriveriş ve ani kayboluşlarını ilgiyle izleyecektik. Sanki oyun oynayan haylaz bir çocuk vardı tepemizde! Öteki yıldızlar, onun hemcinsleri ondan çok uzakta olduğundan bu kozmik bebek de bizimle oynamayı seçmişti! Sararmış yapraklara tutunmuş karlar, güneşin ve dondurucu soğuğun birer oyuncağıydılar adeta çünkü güneş karı suya çevirmeye, soğuk da onu dondurmaya çalışıyordu. Zıt güçlerin çatışma alanındaydık.

Nadiren ayı yavrusu ve domuz izlerine ve bir de tavşan izlerine rastlıyorduk. Bugün hocalar günüydü: Reha Bahtiyar hoca, Hasan hoca, Gazanfer hoca, Uğur hoca, Koray hoca, Cihan hoca… Tecrübeli ve sağlam bir ekiple yürüdük.

Orman içinden orman yoluna çıkar çıkmaz yürüyüş zorlaşıyordu çünkü kar çoğalıyordu! Dökük yaylaya vardığımızda 1420 rakımlardaydık, 10 kilometreden ve 5 saatten fazla yürümüştük. Halen orijinal rotadaydık. Ve bundan sonraki hedefimiz Kurtça yaylasıydı. Oraya gittiğimizde Ergün hoca durum değerlendirmesi yapacaktı. Kurtça yaylasına vardığımızda hemen güney batıdaki Soğucak yaylasını görebiliyorduk. Burada Soğucak’tan vazgeçme kararı alındı çünkü 300 metrelik bir derin kar çıkışı olacaktı ve oradan Adiller’e insek bile uzun vadi rotası çok karlı olduğundan orijinal rotada kalmakta ısrar edersek sabah saatlerini bulacaktı yürüyüşümüz.

Rotamız doğru bir şekilde Mengen’in bir ilçesi olan Çayköy’e döndü! Ergün hoca zaman zaman telsizle Reha hocayla konuşuyor ve kararan ortamda ekibin arkasında kalan var mı diyordu. Ekipte kopma olmadı. Hemen her zaman herkes görüş alanındaydı.

Artık hava kararmaya başlamıştı, ortam esrarengiz güzelliğe bürünmüştü; doğa gece kıyafetini giymekteydi. 15. kilometreye geldiğimizde rakımlar da 1300’ü göstermekteyken kuzeyde uzaklarda ışıklar gördük ve ezan sesi duyduk. Orası Banaz’dı, Mengen ilçesinin köylerinden biriydi. Güneş batınca hava sıcaklığı da ani bir düşüş gösterdi.

1200 rakımlardaki bir açıklığa geldiğimizde müthiş bir manzara da bizleri bekliyordu! Karlı dağların ardında güneş batmıştı; kızıllıkta kırmızının tonları ve sarının tonları hâkimdi; uçakların bıraktığı izler avuç içi yaşam çizgileri gibi karmaşıktı! Aşağıdaki ovalara ise harika sisler inmişti. Bu mistik görüntü bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü! Bizi, varoluşun mucizeleri denen olağanüstü bir boyuta taşıdı. Bu doğal seyir terasında biraz zaman harcayıp inişe devam ettik.

32

1050 rakımlarda bulunan ve Çayköy’ün mahallelerinden biri olan Gülistan mahallesine inmiştik. Hoşsohbet yerel halktan birileriyle muhabbet yapıldı. Kaptan Gökhan’ın buraya gelmesi zordu, gerekirse zincir takacaktı. Yol buzluydu ve o yüzden 870 rakımlı Çayköy’e birkaç kilometre daha, yaklaşık 3 kilometre daha yürüyüp aracımıza ulaşmaya karar verdik ve de iyi ki de vermişiz çünkü kafa lambalarımızla aşağıya inerken karların üzerindeki ışıltılar bizi büyüledi. Sanki binlerce göz bize bakıyordu.

Tuhaf, esrarengiz kuş ötüşleri duyduk bu yolda ve tepede Ay, hilal şeklinde bizi izliyordu, doğa her zaman bizi izler! Bir de parlak bir yıldız vardı. VenüsJüpiter mi? Doğu ufkunda gördüğümüz bu parlak yıldız muhtemelen Jüpiter’di. Gökyüzü bize Mars gezegenine gidiş projelerini anımsattı. Biz bu projenin neresindeydik? Değiştirilemez gerçekleri değiştiren milletler büyük milletlerdir! Mars’ta koloni kurmak böyle bir iştir, imkânsız görünenin peşine düşmektir bu! Yüksek bilime sahip olmayan bir ülke ciddiye alınan bir ülke değildir! Yüksek bilimin, yüksek sanatın peşine düş, yoksa itibarın hiçbir zaman olmayacaktır!

Sonunda mutlu sona ulaştık ve kaptan Gökhan bizi henüz Çayköy’e varmadan aldı, sonra da dönüş yeri olmadığından geri geri köye gittik! Sarı’nın yerinde fındıkla yanan sıcak soba ve kemik suyu çorba molası verdik. Sıcak sobanın kor görüntüsünde düşüncelere daldık ve sonra doğruca Ankara’ya döndük.

Şimdi bir Zen hikâyesi verip yazımı sonlandıracağım:

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra topraktaki bir delikten iki farenin çıktığını ve hemen yanı başındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı…

İşte doğa da bizim için bu yaşamdaki çileklerdir, geleceği unuttuğumuz şimdiki andır! Yukarıda bir kaplan veya bir sırtlan, aşağıda bir uçurum, ama bir de bize umut veren çilekler var, doğa var, doğanın güzellikleri var ve biz çirkinlikler içinde bulduğumuz bu güzelliğe, doğaya, akıllı insanların bu ebedi limanına sığınıyoruz, yukarıyı ve aşağıyı unutuyoruz!

Güzel bir rotaydı “yeni” bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kongar-ol Ondar, Büyük Nehir, değişik bir türkü!

https://www.youtube.com/watch?v=MfHmjHEKygs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

004

Bugün 2015 yılının 28 Haziran Pazar günü. Zaman zaman olduğu gibi ani bir kararla ve 10 dakikalık bir ön araştırmayla Safranbolu Tokatlı Kanyonu’na bir keşif gezisi yapmaya karar verdik ve sabah 11.30’da yola çıktık. Birazdan bu etkinliğin kısa bir hikâyesini anlatacağım ve değerli okuyucuya kanyona ve mağaraya dair bir ön bilgi vereceğim. Mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu belirterek yazıma 28 Haziran tarihinin geçmişiyle başlıyorum.

28 Haziran günü önemli bir filozofun doğum günüdür: Üstat Jean Jacques Rousseau. Fransız Devrimi’ni de etkilemiş sarsıcı bir isim! Üstat ilginç biriydi. Bir keresinde şöyle demiştir: “Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder.” Onun şu güzel sözlerini de hatırlamakta yarar var: “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu benimdir’ diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, ‘Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir’ diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı!” Onu şu meşhur sözüyle yazıma resmi olarak başlayacağım şimdi: “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür.” Güzel söylemiştir üstat. Devlet dediğimiz aygıt halkın örgütlenmiş biçimidir ama halkın kendisi olduğunu unutup kendi kendine bir varlık olur ve sorun orada başlar; halkın çocuğudur, ondan doğmuştur ama ana babasına kötü davranmaya onu sömürmeye, onun özgürlüklerini kısıtlamaya, onun parasını çalmaya başlar. Sıklıkla kullanırız ‘Devletin Parası’ kavramını ki böyle bir şey de yoktur, sadece ‘Halkın Parası’ vardır! O yüzden halk, kendi parasının her bir kuruşunun hesabını sormak durumundadır! Onu sormayan halka da en hafifinden enayi derler; soran halk ise ahlaki değerlere ve adalet duygusuna sahip akıllı, onurlu bir halk demektir! Bu evrensel konu üzerinde bütün toplumların düşünmesi ve devlet dediğimiz bu aygıta bu özgürlük meselesini demokratik yollardan hatırlatmaları gerekir.

Yağmurlu bir Haziran geçirdik. Eğer Temmuz-Ağustos ayında da bu yağmurlu durum devam ederse iklim değişimi olayına önemli bir kanıt teşkil edebilir bu durum, çünkü özellikle Ankara Temmuzda oldukça yağmursuz geçer!

Yağmurlar yağıyor ama memleketteki kirlilikler de temizlenmiyor; zaman zaman yazılarımda memleket ne âlemde diye soru soruyorum, yanıt hep aynı: Memleket aynı! Aynı aptallıkların içinde battıkça batıyor, çünkü aynı tarz aptal ve yetersiz aktörlerin çevirdikleri trajikomik bir film olduğundan doğruyu, güzeli, sanatı, kaliteyi, gerçek gelişmeyi, yükselmeyi, ahlakı yakalayamıyoruz! Çürümüş toplumların tek bir kurtuluşu vardır: Tam çürüyüp topraktan yeniden doğmak! Tam çürümenin en iyi yanı budur, artık ötesi yoktur, en dibe vurulmuştur ve tek yön yeniden diriliş ve yükseliş kalmıştır!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/SafranboluTokatlCanyonBulakMencilisCave235KmFromAnkara

Saat 11.30’da Ankara’dan yola çıktık. Serince bir hava vardı öyle ki Cankurtaran’da 1580 rakımdan geçerken aracın termometresinde 13 derece yazıyordu! Otobandan doğruca Gerede yakınlarına geçtik ve Gerede’ye uğramadan Karabük yoluna saptık. Karabük’le Safranbolu birleşmişler ve Ankara’dan yaklaşık 230 kilometre. Özel araçla 2 saatte varılabiliyor ve yol son derece düzgün, akıcı bir yol. Ankaralı gezginlerin rahatlıkla gelebilecekleri bir güzergâhtır burası.

Karabük’ün bir ilçesi olan Eskipazar’dan geçerken gözümüze her zaman o meşhur levha takılıyor: Hadrianapolis Antik Kenti, kazıların daha doğru dürüst yapılmadığı şansız bir antik kent! Burası Eskipazar’dan sadece 3 km içeride ancak olayı her zaman dönüşte uğrarıza bıraktığımız için zaman kalmıyor gezmeye. Bir gün buraya özellikle gidilecek ve gezilecek, notumu düşüyorum tarihe! Karabük yakınlarından geçerken meşhur Kardemir ve onun kirli havası görülür. Temeli Atatürk’ün talimatıyla atılmış bu devasa demir-çelik işletmesi civarında yoğun bir kirlilik vardır; ülke ekonomisi için önemli bir kuruluştur.

Paflagonya bölgesindeki Safranbolu’ya girdiğimizde saatler henüz 14 olmamıştı. Safranbolu’nun merkezinde yol ikiye ayrılır. Sağdaki yol Fethi Toker Güzel Sanatlar Fakültesinin önünden eski Safranbolu’ya yani Eski Çarşıya soldaki yol da İncekaya köyüne gider ki biz sola saptık. Eski adıyla Gayza köyünde bir antik su kemeri vardır ve bizim hedefimizdeki yerlerden biridir orası.

Safranbolu’dan 8 km kadar sonra İncekaya köyü muhtarlığına ait otoparka gelinir. Otomobiller için 2 TL’lik bir park ücreti vardır. İncekaya köyü 660 rakımdadır ve otopark 70 metre daha aşağıdadır. Meşhur Kristal Teras da buradadır! Yerden 80 metre yüksekliğe inşa edilmiş olan bu Cam Seyir Terası epeyce bir turist çekmektedir. Roketatar mermisiyle de kırılmayacağı söylenen bir cama sahiptir ki ben bu bilgilere pek de itibar edilmemesinden yanayım! Çünkü iddialı sözlerin ardında genellikle ya abartı ya da palavra yatar! Eğer bilimsel olarak bu söylenen şey denenmişse, camlar öyle test edilmişlerse o zaman bu roketatar ifadesi kullanılabilir!

100 metrekarelik bu teras Tokatlı Kanyonu’nun harika bir manzarasını bize sunar. Kristal Teras’a giriş 3 liradır. Girişte galoş giyin der ama galoş yoktur, tükenmiştir. Ayakkabılar camları kirlettiği için camın üzerinde tam da o korkutucu psikolojik durum yaşanmaz, çünkü önemli olan aşağıdaki uçurumun net olarak görülmesidir yürürken! O yüzden ya galoş kullanılacak ya da camlar sürekli silinecek; sadece üstünün değil altının da silinmesi gerekmekte. Altının silinmesi için özel bir düzenek var mıydı ona dikkat etmedim. Kare kare şeklindeki bu camların her biri 750 kg taşıyabiliyormuş. Uç noktasında sallantı rahat bir şekilde hissedilebilmekte.

Her şeyi abartmakta yaman olan yurdum insanı bu seyir terası için bir cesaret testidir demekteyse de gerçekle pek bir ilgisi yoktur. Teras 1 ayda inşa edilmiş. Bununla övünülür ama önemli olan ne kadar sürede yapıldığı değil ne kadar sağlam olduğu ve ne kadar süre dayanacağıdır, ölçüt budur yani! Bir akşam vakti de burayı görmek gerekiyor çünkü terasın akşam aydınlatması var ve görünümün muhteşem olması ihtimali yüksektir. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de başka bir cam teras yok. Oysa cam teras yapılabilecek önemli yerlerimiz var, Valla Kanyonuna da yapılması turistik açıdan akıllıca olur, çünkü orada 80 değil en az 500 metrelik uçurum olan yerler mevcuttur.

Terasta manzara mükemmeldir. Karşıda akan bir şelalenin sesleri bütün vadide yankılanır. Bitki örtüsü çok yoğundur. Flora (Bitki varlığı), fauna (Hayvan varlığı) çok zengindir. Terasın kafesi de vardır, çay içmek için güzel bir mekândır. Yukarıdan baktığınızda Tokatlı kanyonuna inen tahta merdivenleri görürsünüz. Buraya mutlaka inmek gerek. Aşağıya inmeden yaklaşık olarak 200 metre yürünürse meşhur İncekaya Su Kemerinin enfes görüntüsüyle karşılaşılır. Tam bir antik tablo görünümü vardır burada. 6 kemerli bu harika kemer 116 metre uzunluğundadır ve 30 metre yüksekliğindedir; genişliği ise 1 ile 2 metre arasındadır. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır bu kemer. Zaman sorunumuz olduğundan kemerin yakınlarına kadar yürümedik. Esasen kanyona inip kemerin altına kadar yürümek gerekir. Eskiden kemerin üstüne çıkılabilmekteymiş ancak güvenlik sebebiyle bu durum yasaklanmış çünkü kenarlarında korkuluklar yok, yine de giriş kapalı mıdır bakmadım. Bir şey yasak olunca oraya ilgi de artar; kışın kar yağdığında bile o kemerden karşıya geçip bunu videoya dökenler de var:

https://www.youtube.com/watch?v=N5IZkXvduDY

Kemerlerin fazla olması yapının rüzgâra karşı direncini de artırmaktadır. Bu kemer daha önce Bizans döneminde yapılmış sonra da restore mi edilmiş bu konuyu araştırmadım ama değerli okuyucu bunu merak bağlamında inceleyebilir. Çünkü eğer daha önce Bizans zamanında yapılmışsa Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’yı andığımız gibi ilk yapanları da anmak gerekir, daha etik olur!

Kanyona iniş yolu pek güzeldir. Tahtadan sandalyeler yapılmıştır aşağıdan çıkanlar için. Gerideki dağlar sislerle birlikte pek bir gizemli hava yaratırlar. Her yer kuş sesleriyle doludur; özellikle sabah buraya gelmek gerekir. Kanyona iniş 2 liradır. Tahta köprülerle doludur kanyon. Tokatlı (Gümüş), Akçasu ve Bulak dereleri bu kanyonları oluşturan unsurlardır. Bu dereler başka derelerle birleşip Karadeniz’e kadar giderler.

Yol boyunca kertenkelelere, ağaç mantarlarına ve çok sayıda kelebeğe rastlanır. Ortalık salyangozlarla da doludur. Küçük mağaralara giden küçük tahta merdivenler vardır. Her yerde minik şelalelerin sesleri duyulur; küçük göletlerde balıklar vardır. Cins kuşlar sağda solda sıkça görülürler. Göletlerin yansımalarında devasa ve eski ağaçlar görülür; göletlerin ağızlarından çeşme gibi sular akar. Ağaçlara salıncaklar asılmıştır. Kaya sarmaşıkları ve yosunlar her yeri kaplamışlardır.

Aşağıdan bakıldığında Cam Teras görkemli bir şekilde durmaktadır. Kanyonda at gezinti yeri de vardır. “Atlarımız Eyitimlidir” diye yazmışlardır burada! 10 liraya at turu yapılır ama pazarlıkla 5 liraya da inerler diye düşünmekteyim. Biz oradayken at durması gereken yerde durmamıştı ve sahibi de müşteriyi attan indirip atın eğitimini tamamlamaya çalıştı! Ata binmenin yanlış bir kültür olduğunu pek çok sözümde belirttim o yüzden burada tekrar etmeyeceğim! At pek sevimliydi ama üzgün de bir hali vardı, kendi hayatını yaşayabilecekken insanlara hizmet ettiği için mutsuz olması normaldi!

Kanyon içinde 1 km kadar daha yürüdük, çok çamur vardı, sağlam bir yağmur yağmıştı. Aracımız tepede olduğundan yürüyerek Eski Çarşı’ya gitmedik ama burada yapılması gereken budur, 2 km kadar daha gidip çarşıya inmek ve çarşıyı gezmek. Hatta Eski Çarşıdan yürüyerek tersten bu kanyona gelmek de alternatif olabilir.

Henüz keşif yapmadım ama Safranbolu Danaköy’e gitmek ve oradan da kanyon boyunca ya da kanyon içinde yürüyerek önce Su Kemerine gelmek oradan da Cam Terasa çıkıp-inip Eski Çarşıya gitmek pek güzel bir rota olur. Danaköy ya da Aşağı Danaköy kanyonun da başlangıç yeridir zaten. Eğer kanyonun içinde bir patika varsa bu yolun enfes olduğunu söyleyebilirim. 6 km kadarlık bir yoldur bu. Burayı mutlaka incelemek gerek. Ankara’dan ulaşım da otobüslerle bile 2,5 – 3 saatte mümkündür, yol temizdir.

Kanyondan sonraki durağımız Mencilis Mağarasıydı. İncekaya köyünün güneybatısında kalır bu mağara. Safranbolu’ya dönerken levhaları takip edip Alemdar caddesi üzerinden güzel bir orman yolundan 800 rakımlı mağaraya gelinir. Cam Terastan burası 8 km kadardır, yakındır yani. Mağaranın bulunduğu dar vadi de tam bir keşif bölgesidir!

Bulak Mencilis Mağarası 3 milyon yıllık bir mağara. Sümela Manastırına çıkıyormuş gibi taş merdivenli bir çıkışı vardır. Ücret tam 4 liradır, öğrenci daha ucuzudur. 400 metresi gezilebilmektedir. Yüzyıllar önce insanlar buraya korunma amacıyla sığınmışlar. Mağaranın aktif bölümüne giriş yasaktır. Burada 15 metrelik bir şelale varmış. Bu su 540 rakımdaki Bulak köyüne kadar ulaşabilmektedir. Safranbolu Eski Çarşı denen yerden minibüsler de mağaraya yolcu taşımaktadırlar.

Zirvesi 1500’lerden daha fazla olan Gayüzü dağının altındadır bu mağara. Sarkıt ve dikitlerin dünyasına demir bir kapıdan girilir ve sabit-serin bir serinlikte 400 metre ilginç bir sessizlik içinde gidilir. Toplam uzunluğu 6 kilometreden fazladır bu mağaranın. Girişten 281 metre kadar yüksekliğe kadar çıkar. Çok katlı bir mağaradır. Gizemi yaşamak için, karanlığı yaşamak için burayı ziyaret etmek gerekir. İçeride Sufi müziği tarzı bir müzik çalmaktadır. Daha birkaç yıldır ziyarete açılmış bir mağaradır. Türkiye’nin 4. Büyük mağarasının ön keşfi de tamamlanmış oldu böylece. Ankara’ya dönüş yolunda kömürde mısır kaynatan esnafı da unutmamak ve durup süt mısırlardan yemek geziyi tamamlayacaktır!

Yazımı bir Karadeniz müziğiyle sonlandırıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=ThBSxvCXksM

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

1149

Etkinliğin beşinci günündeyiz. Tarihler 3 Ağustos Pazar günü. Bugün zirve günü, bugün ciddi gün, bugün kayalar üzerinde yürüme günü, etkinliğin doruk günü! Bugün erkenciyiz. Saatler 6.15’i gösterdiğinde kahvaltı yapılmıştı ve yürüyüşe hazırdık. Ben Jak’ın saatine bakıyordum ve bana her seferinde saatinin 5 dakika ileride olduğunu söylüyordu!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Soğanlı gölün üzerine henüz tam olarak güneş gelmemişti. Soğanlı gölden Büyük Deniz Gölü aşıtına doğru yol alıyorduk. Aşağıdan bakınca yukarıda patika ya da yol yokmuş gibi görünüyordu ama ilerledikçe patika açığa çıkıyordu. Savaşım, Tea ve Ezgi kampta kalmaya, kampın keyfini çıkarmaya karar verdiler ve böylece 3 eksikle yola çıktık. Ana rehber Bekir Görmüş’tü. Gökhan da arkayı kontrol ediyordu. Cemil libero oynuyordu! İş bölümleri istendiği zaman değişebiliyordu.

Taşlarda yavaş yavaş ciddi artışlar oldu. Kısa bir süre sonra Deniz Gölü manzarası karşısındaydık. Göl tam durgundu, harika bir yansıma vardı. Mavi gölün üzerinden zirvedeki bayrağı fotoğrafladık. Buradan çok çok uzakta görünüyordu zirve. Oraya gidecek ve tekrar geri dönecektik! 10 saat kadar bir süre alacaktı bu. Kimse gölden ayrılmak istemiyordu, herkesin gözleri göle kilitlenmişti. Bu büyüleyici göle veda vakti geldi. Google Earth’e göre 3381 rakımda olan bu göle doğru ince bir patikadan iniş başladı. Bazen yarım ton kadar bir ağırlıkta görünen kayalar bile üzerlerine basılınca oynuyorlar ve hatta dengeyi bile bozabiliyorlardı! Öyle bir açıyla duruyorlardı ki küçük bir güç uygulayarak koca kayayı oynatabiliyordunuz!

Daha önce de belirttiğim gibi kask zorunluluğu yoktu ama kask takılması kesinlikle faydalıydı. Gerek Tamzara tur ve gerekse de öteki Kaçkar tur düzenleyicilerine tavsiyem zirve çıkışında kaskı zorunlu hale getirmeleridir, zararları olmaz karları olur! Ama tabii iyi bir kask en az 250 civarındadır; ilan edilirse katılımcılar kendi kasklarını getirebilirler ki benim son derece hafif bir Petzl kaskım vardı. Yürüyüşçü çok deneyimli olabilir ama 1 saniyelik dikkatsizlikle düşme anında kask çok çok değerli bir iş yapabilir! Kısacası kaskı tur düzenleyicilere tavsiye ediyorum, iyi olur diyorum, fotoğraflarda da daha güzel, daha artistik, daha dağcı çıkar kasklar!

Deniz gölünden su doldurma zamanıydı. Suyu pek lezzetliydi. Güneş yavaş yavaş yakmaya başlamıştı. Yol babaları sıklaştı. Bekir hoca bölgeye dair bilgiler veriyordu, mola verilecek yerleri saptıyordu. Küçük bir göle daha geldik. 3474 rakımlardaydı. Öbek öbek karlar bizi mutlu ediyorlardı ve unutma beni çiçeklerine bakmayı da unutmuyorduk! Zaman zaman taşlar kayabiliyordu. Bunlardan bir tanesi, en çok sayıda taşın kaydığı bir olayın tam önündeydim ve heyecanlı anlar oldu. Tabii kayalar gelirken sadece kayalara odaklanmıştım, Aladağlar’da da bunları konuşmuştuk yani yukarıdan taş kaya gelirken rastgele kaçmak yerine onların nereye geleceklerine göre pozisyon almak daha akılcıydı. Elbette blok halinde onlarca taş ve kaya gelirse o zaman komplike bir durum garantilenmiş olurdu! Genel olarak küçük yuvarlanma şeklinde bizzat katılımcıların yürürken yarattıkları taş kaymaları oldu ve ciddiyet arz etmiyorlardı.

Bekir hoca kar gördü mü hemen yüzünü kara yaslıyordu. Tabanı toptan çıkmış ayakkabı gördük ki herhalde dağda insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi, o yüzden çantada bir ip bulundurmak faydalıydı, tabanı ayakkabıya bağlamak için! Ayakkabı Adidas’tı, yani gerçek dağ ayakkabısı değildi. Asolo, Boreal, La Sportiva, Dolomite gibi ayakkabılarda böyle şeyler yaşamak oldukça zordur.

Küçük gölden sonraki rotanın tamamı küçük inişler ve büyük çıkışlar şeklindeydi. Karların üzerlerinden geçerken kısa serinlemeler yaşıyorduk. Taşlara dikkat etmekten etrafa çok sık bakamıyorduk. Uzaklarda bir buzul gördük, halen taş gibi sert olduğu belliydi. Cemil’i yine bir orada bir burada görüyorduk tavşan misali! “Ah ülen hayat” diye bağırıyordu ve bir de uzun Karadeniz haykırışları yapıyordu! Fakat hafızam bazen de Cemil’in Ayhan Alptekin’in şarkısında olduğu gibi “Ah ulan ah” dediğini kulağıma fısıldıyordu!

Zirveye yaklaştıkça diklik arttı. Uzaklarda yeşil bir teras gördük; oraya ulaşacaktık ve bir yan geçiş olacaktı. Buzul manzarası karşısında kuruyemişler pek lezzetli oluyordu. Kumanyalarımız çantalarımızdaydı. Kumanyaların içleri de Bekir hocanın çantasında! Yeşil terasa gelmek üzereydik. Hafif zorluca bir yan geçiş oldu. Gökhan, Bekir hoca, Cemil biraz aşağıda durup önlem aldılar. Yürüyüşün genel olarak en kritik bölümü burasıydı orada da önlem alınarak herkes dikkatlice geçti. Oldukça kısa bir geçişti bu. Yeşil terasta harika çiçekler bizi karşıladılar ve kayalardan süzen sular pet şişelere dolduruldu. Çıkış devam etti, bayrak yakınlaştıkça enerji arttı ve nihayet mutlu son! Küçük Şebnem yukarıda Roketsan bayrağını açmıştı bile! Bu reklamdan sonra yarım kilo roket alacağımız geldi ya da 1 kilo!

Dağdaki levha 3932 metreden 3937 metreye değiştirilmişti! Fotoğraflar çakmaya-çekmeye başladı! Sağa mı sola mı bakalım diye bir o yana bir bu yana gidiyorduk. Yaklaşık yarım saat zirvede kaldık. Zirvedeki en komik an da şuydu. Kuzeyin uçurumuna bakıyordum buradan da kim çıkar ki derken bir kask tam uçurumun önünde yanı başımda yükseldi! Sanırım TODOSK (Toroslar Doğa Sporları Kulübü) dağcılık ekibiydi onlar. Hoş bir andı, cehennemden yukarı, Kurtuluş Ülkesi’ne yükselen insanlar tarzı bir görüntüydü!

Zirve kalabalıklaştı, bayrakla çekilen fotolar çoğaldı. Karşıda 3711 metrelik Mezovit’i, 3760’lık Geztepe’yi ve 3800’lük Kardovit’i ve 3860’lık Sönmez tepeyi görebiliyorduk. Öğle yemeğimiz zirvede yendi. Zirve kaynaşması oldu, zirve defterleri imzalandı. Yavaş yavaş bulut toplanmaları görüyorduk. Bekir hoca biraz hızlanmamızı istedi. Bulut toplanmalarında zirveler yıldırım çekerler. Cep telefonlarının kapatılması istendi. Zirvede saatler 11.02’yi gösteriyordu. Yaklaşık 4 saatte çıkmıştık zirveye. Baykar’ın zirve mesajını görüntüledim, duygusal bir mesajdı. Artvin Barosu defteri zirve defteri yapılmıştı. Kayanın tekinde Şahin Kafeterya yazıyordu. Jak meşhur Toblerone çikolatalarını dağıttı. Onun da 18. Kaçkar çıkışıydı bu ve muhakkak ki Hollanda’dan ve belki de Avrupa’dan bu dağa en çok çıkan kişiydi! Gökhan, Metin hocayı (Ayşiiin’i) beklediği için zirveye geç katıldı ve böylece hepimiz zirvedeydik. Cemil de artçı olarak en son geldi! “Ah ülen hayat!” ya da “Ah ulan ah!”

İniş vakti geldi. Uzaklara yağmur yağmaya başlamıştı bile. Telefonlar kapalıydı. İnişler daha fazla dikkat gerektiriyordu ve daha çok zaman alabiliyordu. Bekir hoca “hava patlayabilir” şeklinde bir terminoloji kullanıyordu! Rüzgâr havayı hızla değiştirebiliyordu. Çiseleme başladı, yağmurluklar giyildi. Terasa inildi. Kritik yan geçiş yapıldı. Dönüşte biraz daha farklı bir rotadan indik. Uzunca bir kar kulvarının üzerinden yürüdük. Minik göl derken Deniz gölüne ulaştık. Gölde anı fotoğrafının ardından nihayet ana-kampa geri döndük ve burada Jak’ın eşi Tea herkesi samimi bir şekilde sarılarak kutladı. Zirve yürüyüşü sona ermişti. Savaşım mutfakta çorba yapıyordu. Nes, Ezgi’den makarna istemişti ve akşam makarna da vardı. Ezgi de hastalığı epeyce atlatmış, toparlamış görünüyordu. Tea da kitap okumuştu: Caesarion, Tommy Wieringa, güzel bir roman sanırım.

Tea gölde ikinci kez yıkandı. Akşam ateşi için odunlar toplandı. Bu odunları Bekir hoca daha önce bizim çadırın arkasına yığdırmıştı. Yağmur çiselerken ateş yandı, biralar içildi ve gün geceye dönüverdi! Yorgunluk herkesi yatağa sürükledi. 4 Ağustos Pazartesi günü çabucak geliverdi!

Sabah toparlanma, çadırları temizleme vaktiydi! Kısa süre içinde biraz olsun temizleyebildik ama kesinlikle daha sonra detaylı bir temizlik yapmak gerekiyordu. Özellikle nemli kalan çadırlarda küflenmeler olabiliyordu. Bugün kahvaltıda ekstra olarak devasa sucuklu yumurta vardı. Katırcı Ali dayı atlarla erkenden geldi. Uyku tulumları ve matlar ayrı bir yere depolandı. Otele gidecek olan eşyalar ayrıca torbalandı ve heybe şeklinde atlara yerleştirilecekti. Çocuklarla vedalaştık ve 9 olmadan yola koyulduk. Bugün Trans-Kaçkar günüydü. Batıya doğru aşağıya inecektik ve 3400’lük bir aşıttan geçip batıya doğru yol almaya devam edecektik. 2 Aşıt daha geçip Kuzeye vurarak Kavrun geçidine girecektik. Kısacası çıkması ve inmesi bol ve uzunca bir parkurdu.

Davalı geride kaldı ama koca taşlar halen yolumuzun üzerindeydiler. Bekir hocanın elinde bir sis düdüğü vardı ve bir de çantasına asılı ayı çıngırağı! Ayılar bu sesi duyup uzaklaşmaktaydılar! Ayılar bu yüksekliklere de çıkıp kök aramaktalar, toprakları eşelemektedirler. Düğün çiçekleri, eğrelti otları, çekirgeler bize eşlik ettiler. Ayı pisliklerine benzer şeyler gördük. Havada çok sayıda kuzgunlar görüyorduk. Kumanyalarımızdan gofretleri arada ağzımıza atıyorduk. Şeftali suları güzel gitti. Kavrun geçidine yaklaştığımızda sisler ortaya çıktılar ve etkinliğimize müthiş görsellik kattılar. Dağlar daha da güzelleşti. Bekir hoca zaman zaman sigara içiyordu ve izmaritleri de ayakkabı iplerine sıkıştırıyordu.

Yavaş yavaş Kavrun vadisini görebileceğimiz tepeye yaklaşıyorduk. Sonrası hep iniş olacaktı. Öğle molamızı düzeltilmiş taşların olduğu bir düzlükte verdik. Yağmur çiseledi, saflar sıklaştırıldı, düdükler çaldı, dağlar sanki yoktan var olup yine sislerin içinde yok oluyordular. Çiçekli vadiye doğru ve Yukarı Kavrun’a doğru görsel bir iniş başladı. Kayalara tünmüş kuzgunları gözlerimizle yakaladık! 2868 rakımdaki Derebaşı gölüne geldik. Çiçekler arasında oturduk, otlardan pantolonlarımız ıslandılar. Saat 15’e doğru yaklaşıyordu. Öküz Yatağı gölünün ve Mezovit çayırının solundan, orman güllerinin arasından, odun toplamış genç kızların önlerinden, su damlalarını hapsetmiş kabalak yapraklarının yanlarından, sevimli danaları severek serbest sitilde yürüyerek 2270 rakımlı Yukarı Kavrun’a ulaştık. Böylece Trans-Kaçkar turumuz sona erdi. Bizim geçtiğimiz vadi birkaç ay sonra karlarla örtülecek ve oradaki evler bile karlar altında kalacaklardı.

Yukarı Kavrun’daki kahvehanede simitler, ay çekirdekleri, burma tatlılar yedik, çay içtik, maden suyu devirdik! Saatler 18.15 olmuştu. Kahvehanedeki dürbünleri görür görmez katırcı Ali dayının isteği aklıma geldi. Bana bir daha gelişinizde bir dürbün getirin dedi, objektifleri bile söyledi ve Çin malı da olmasın diye ekledi!

Araçlarımız geldi ve doğruca Ayder’e indik. Natura Lodge otelindeydik, bizi kapıda Cevdet bey her zamanki gibi güler yüzle karşıladı.

http://www.naturaotel.com/

Güzel bir oteldi, rahat ettik. Gelenlere tavsiye ediyorum. 20.30’da yemek vaktiydi ve acele herkes duşunu aldı. Yöresel yemeklerden tavalama pek hoştu. Üstü kadayıflı muhallebiyi de ben silip süpürdüm, ne de olsa tatlıydı! Ayder’de akşam kısa bir tur yaptık; pahalı arabalarıyla, çarşaflı eşleriyle pek çok Arap gördük. Nes yıllar önce buranın halini anlattı ve gerçekten de çok büyümüştü Ayder. İsmi Ayder yaylasıdır ama tarihte burası bir dinlenme yeri olarak kullanılmıştır ve yaylacılık yapılmamıştır. Ayder Ermenice tarla anlamına gelmektedir. Kaplıcalara giremediğimiz için üzüldük ki benim programımda vardı! Jak’ın torununun videosunu izledik, kuyruksallayan kuşları görüntüledik, teleferikle çantalarımızın otelden aşağıya inişlerini keyifle izledik.

6 günlük bu dağ ekspediyonunu kısaca anlatmaya çalıştım. Aklımda daha pek çok ayrıntı var ancak bir yerde durmak gerek! Değerli okuyucu Kaçkar bölgesini ziyaret etmek istediğinde bu bilgilerin yararlı olacaklarını düşünüyorum. Tamzara tura da gösterdikleri misafirperverlikleri için teşekkür ediyorum. Sonuç itibariyle bu turu herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum! Ve bir de şunu ekliyorum: Dağlara mutlaka bir rehberle çıkın! Yani değişik okumalar yapıp ben burayı çıkarım demektense daha önce defalarca bu dağa çıkmış bir rehber size çok şey kazandırır. Zirve yolunda en önemli şey emniyettir!

Zirve yolunda bütün o üzerinde yürüdüğümüz kayaları da düşündüm. Hepsi ufalmaktaydılar. Ufalacaklar, parçalanacaklar ve bir gün çok uzak zamanlarda tıpkı Ay’daki gibi her şey toz olacak, toza dönüşecek! Bugün Ay tozu dediğimiz olay var, dünyada da Dünya tozu olacak! Yaşadığımız evren budur!

Beşinci ve altıncı günlerin bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Borçka Hemşini, Bayar Şahin! Savaşım artık bu müziği duyunca horona başlar diye düşünmekteyim!

https://www.youtube.com/watch?v=6ZpMq9us6gM

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

651

Etkinliğin üçüncü günündeyiz. Tarihler 1 Ağustos Cuma günü. Memleketten tamamen koptuk; gazete yok, haber yok ve tam da istediğimiz bir olaydı bu! Uzak dursun bizden siyaset denilen delilik ve çirkeflik dünyası! Nihayet gerçek dağ yürüyüşümüz başlamıştı. Hodeçur’daki kilise ve orada bir ahıra dönüştürülmüş (!!) olan taş kıraathane çok kısa zamanda gerimizde kaldı. Tamamen açık, tertemiz güneşli bir hava vardı. Buralarda birkaç günün ardı ardına güneşli olması pek yaygın değildi. O yüzden güneşi bulunca derhal keyfini çıkarmak gerekliydi.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Uzaklarda ağaçsız dağları görebiliyorduk. Artık ağaçsız bir dünyaya, taşların, kayaların dünyasına, vahşiliğe, 2000’lerin üzerlerine yolculuk ediyorduk. Bu rotayı Tamzara turun dışında pek kullanan yok; sessiz sakin ve güzel bir rota. Çiçek tarlalarının arasından ilerledikçe ağaç gölgeleri azalıyordu ve gölgeler daha çok kıymete biniyorlardı. Ara sıra arkamıza bakıyor ve geriden gelecek olan sevimli atları bekliyorduk. Yanı başımızda Hodeçur deresi akıyordu. Bir kayanın üzerinde 2075 yazıyordu, herhalde oranın rakımıdır diye düşündük.

Hedefimiz Davalı yaylasıydı. Buranın asıl ismi Hodeçur yaylasıdır. 2500 rakımlardadır. Bir Hemşin yaylasıdır. Eskiden Çinçiva (Şenyuva) köyüne ait bir yaylaymış; mahkeme tarafından adı Davalı yayla olarak değiştirilmiş. Bu mahkeme süreci halen devam etmektedir ve biz oradayken de bir mahkeme keşif heyeti gelecek diye hatırlamaktayım.

Biz yürüyüşümüze devam ederken atlar sırtlarındaki ağır eşyalarla gelip bizi geçiverdiler; güçlü ve hızlı hayvanlardı ama zorlandıkları da sıkça oluyordu. Zaman zaman atlar durup otlamak istiyorlar ancak çocuklar iplerini çekiyorlardı; hedefe ulaşıncaya dek uzun otlama yasaktı! Yukarıda solda kalan teras gibi bir yükseltiye geldik. Yayla evleri vardı, orası 2300 rakımlardaydı. 200 metre kadar daha bir çıkışımız vardı. Yayla evleri taştı, buralar metrelerce kar altında kalıyorlardı ve başka tarz evler yapmak da mantıklı değildi.

Yol boyunca üst üste dizilmiş yol babalarına rastlıyorduk. Bunlar sisli havalarda çok faydalıydılar. Zaman zaman yerlerden bir taş alıp onların üzerlerine koymak gerek. Bu bölümdeki rehberimiz Bekir Görmüş hoca sık sık pet şişesini dere sularıyla dolduruyordu. Mola yerlerinde atlar ne kadar ot varsa çok kısa süre içinde yemeye çalışıyorlardı. Yeşil ormanlar geride kaldı, taşlı patikalar çoğaldı. Ve sonra çocuklara rastladık. Bizim geleceğimizi biliyorlardı ve Davalı yayladan aşağıya yürümüşlerdi. Günnur ve Derya isimli 2 sevimli kız zıp zıp koşuyorlardı. Bize durmadan “oradan değil, orası batak, buradan” diye bağırıyorlardı. Özgürce otlayan danalar, inekler çoğaldılar. Mavi naylon kaplı ağılların önündeki keçiler bizi izliyorlardı. Keçilerin hepsi kulaklarından numaralıydı. Yaylada mezarlar da görüyorduk.

Danalar buzağılar otlarda keyif çatıyorlardı. Atlarla eşyalarımızı taşıyan Ali dayı ve ailesi de oradaydı. Davalı’nın taş kemer köprüsü pek hoş görünüyordu; bu tarz köprüler bizi alıp antik çağlara götürüyorlardı. Kamp yerine gelmiş sayılırdık. Şelaleler ortaya çıkmaya başlamışlardı. Ankara civarında bir şelale görmek için en az 3 saat yol almak gerekirdi, üstelik de o şelale uyuz bir şelale oluyordu, mesela Nallıhan Uyuzsuyu Şelalesi gibi! Burada ise deyim yerindeyse “her yer şelaleydi!” Bir müddet daha gittikten sonra kamp alanına ulaştık ve hemen çadırları kurmaya başladık. Çocuklar bize yardım ediyorlardı. Daha önce kurmadığımız çadırlar olduğundan biraz zaman aldı kurmak. Bazıları Gökhan’la birlikte egzersiz yapıyorlardı.

Bizim çadırımızın tam ismi Quechua Quickhiker III’tü. Bu yeşil çadır 3 kişilikti. İç havalandırması biraz fazlaydı yani içte tepedeki tül perde (file) kısmı biraz yazlık çadır havası veriyordu. Gece de biraz üşüme oldu dersem doğru demiş olurum! Uyku tulumlarımız Husky markaydı. Üzerinde -15 yazıyordu ama bana pek sıcak gelmedi. -28’likler olsa daha sıcakça uyunurdu diye düşünmekteyim. Yani -28’lik tulumda hava sıcak olsa bile tulumu açıp uyuyabilirsiniz o yüzden tulum tercihlerinde eksisi yüksek olana yönelmek gerek, ağırlık ve boyut artsa bile! Yastık olmadan rahat uyunamıyor; polardan yastık yapsanız da yastık görevini tam olarak yapamıyor. O yüzden böyle turlara katılırken şişme yastık getirilebilir. Başlangıçta hangi uyku tulumu ve çadırda kalınmışsa sonra da aynı tulum ve çadırda kalınma kararı alındı. Bir ara Bekir hocanın uyku tulumu arandı; üzerinde ismi yazılıymış ama ilk gece bulunamadı!

Yemek çadırı hızla kuruldu. Herkes heyecanla yemeği bekledi. Dağda yemek önemliydi. İyi beslenememek dağ çıkışını güçleştirebilir ya da tamamen bitirebilirdi. Çorba tenceresi geldi çabucak bitti. Yemekte türlü vardı ve içindeki etin tadını pek beğendik; bölgenin organik etidir dedik ama kavurma etmiş, yani sanayi üretimi etlerden! Tadı yine de güzeldi. Yemekte yine tatlı yoktu; sanırım ben ilk gün yediğimiz şekerpareyi aradım hep! Kırmızı şarap geldi, beyaz şarap geldi, kişisel olarak alınmış biralar içildi. Şaraplar tadımlık sayılırlardı. Vedat hocanın dediği gibi bir bira akşam insanı daha iyi uyutabiliyordu. Çaylar yapıldı. Uyku zamanı hemen geliverdi. Sabahları kalkış 6, kahvaltı 7 şeklindeydi.

Akşam çiçek toplamaya çıkanlar muhteşem bir gökyüzüyle karşılaştılar. Öyle ki insan dışarı neden çıktığını unutup gökleri seyre dalmaktadır; milyarlarca yıldız! Gece bir vukuat da oldu. Kurt ailesinin çadırına sevimli küçük bir fare girdi ve hatta Ali beyin yüzünde yürüdü, Şebnem çığlık attı. Bu küçük macera da bize çadır fermuarlarını çekmek gerektiğini hatırlattı. Karasinekler sorun olmuyordu; 3400’lerde bile çadıra giriyor sonra da çıkıyorlardı. Bunlar davetsiz misafirler değildi; orada davetsiz misafir olanlar bizlerdik! Bizler onların evlerine ziyarete gelmiştik!

Ben çadırlarda pek uyuyamıyorum ki bu da bir istisna olmadı. Ama bir şekilde sabah oldu ve artık 2 Ağustos Cumartesi günündeydik. Bugün uzunca bir yürüyüş vardı ve 3400 irtifalara kadar çıkacaktık. Yayla bizden önce uyanmıştı; keçiler yayladan yukarı çıkmıştılar bile! Çadırlar hızla toplandı; çocuklara yiyecekler bırakıldı. Derede dişler fırçalandı ve ağaçsız dağlara yürüyüşümüz başladı. Davalı’dan sağa dönüp yükselip bir aşıttan Kaçkar yönüne girecektik. Cemil artçıydı, Gökhan öncüydü. Ama Cemil bir önde bir gerideydi. Bazen Cemil’in ikizi mi var diye espri yapıyorduk. Hava enfesti. Cebimizdeki kuruyemişleri yiyorduk.

“Ayşiiin” diye bağırmalar oluyordu ki etkinliğe katılanlar hemen anlayacaklardır kimdir bu bağıran! Bir Trabzonlu! Yol boyunca dağlar Ayşin’le inledi. Metin beyin eşiydi. Taşlar çoğalıyordu. 2800 rakımları geçmiştik. Buralarda dahi çeşmelere rastlıyorduk. Çeşmelerden birinin suyu müthiş soğuktu, eriyen kar sularının soğukluğu vardı! Pek tatlı olmayan armutları mideye indiriyorduk. Ve soğanlar çıktı piyasaya! Soğanlı yaylasındaydık. Bu yabani soğanlar çok keskindiler, harika kokuyorlardı ve insanı acıktırıyorlardı. İnsanın ekmeği kesip arasına bunları koyup yiyesi geliyordu!

Sarı sarı düğün çiçekleri artmaya başlamışlardı, bunların taze kısımları zehirlidir ve hayvanlar da bunları yiyince zehirlenebilirler. O yüzden her organik şey yenmez, her organik şey faydalı olmaz! Çan çiçeklerine de rastlıyorduk. 3 saatten fazladır yoldaydık. Vakit öğleyi geçmişti.

Karşımızda Soğanlı gölünü bulduk. 3370 rakımlardaydı bu göl. Etrafında halen karlar vardı ve muhtemelen onlar eriyemeden yeni karlar yağacaktı. Yeniden aynı süreçlere başladık yani çadırlar kuruldu. Bu kez fazla rüzgâr yoktu, Davalı’da esen rüzgâr burada epeyce azalmıştı. Biz bu kez farklı bir çadır aradık ve boşta bir çadır bulduk, Vedat hocanın çadırdandı. Ancak onun da pollerinden biri kırıldı veya önceden kırıktı ve yeniden yazlıkımsı Quechua Quickhiker III çadırı kurduk! Aslında çadırların içi genel olarak aynı soğuma derecelerine inerler o yüzden uyku tulumları çadırdan da önemlidir diyebiliriz. Katırcı Ali dayı da oradaydı. Bekir hoca biraz rahatsızlanmıştı, at üzerinde Davalı’dan buraya geldi. Fakat dağların müthiş iyileştirme yanları vardı ki ara sıra rahatsız hissedenler olduysa da çabucak toparladılar.

Yeni banyomuz Soğanlı gölüydü. Dişler de burada fırçalandı. Gölün uzaklarından içme suyu da alıyorduk. Ancak köylüler göllerden değil gölden aşağıya akan yerlerden su içiyorlardı. Göl kenarındaki yüksek aşıt tuvalet bölgesi ilan edildi ve bu öyle bir çiçek toplama yeriydi ki çıkacağımız Kavrun zirvesi ve hatta bayrak bile görülebiliyordu. Tea biz zirvedeyken bizi o noktadan zoom yaparak çekmişti!

Bugünü dinlenerek, sağda solda dolaşarak geçirdik çünkü yarın zirve çıkışı olacaktı. Yemekler yapıldı, kocaman çaydanlıklar göllerden dolduruldu. Güneş battı, ay çıktı; çadırların içinde ışık oyunları başladı. Yendi içildi, şarkı türkü söylendi ve çadırlara uykuya gidildi. Geceleri birtakım canlılar poşetleri çekiştirip durdular. 3 Ağustos Pazar sabahı geldi, güneşle birlikte hayatımıza girdi.

Şu an Cemil’in meşhur sözünü hatırladım; yol boyunca bir türlü kafamıza oturmamıştı ve halen de oturmadı. Kendisine mesaj atıp yeniden soracağım! Göz muanattır el ayak cummettir!  Muanat şu anlamlara geliyor: Bir şeyin zahmetini çekme; bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma; ona göz kulak olma. Değişik bir deyimdir bu, sanırım Cemil’in annesi ona söylermiş.

Üçüncü ve dördüncü günlerin bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek, 5. ve son yazımı daha sonra yazmak üzere bu yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Karmate!

https://www.youtube.com/watch?v=shSy9NGF8HI&list=PL94117434F4E1C1A4&index=26

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

328

Etkinliğin ikinci günündeyiz. Tarihler 31 Temmuz Perşembe günü; havalar güzel gidiyor, yağmur yok. Kaptanın seyir defterini yazmaya devam. Fırtına Pansiyonu’nda güzel bir sabah kahvaltısı yaptık. Kahvaltıda en çok beğendiğim şey mısır unundan yapılmış helva ile doldurulmuş poğaça idi. Tadı irmik helvasına çok benziyordu ama bir Karadeniz yemeği olan mısır unlu helvaydı bu.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Bugün artık İspir’e hareket zamanıydı. İspir’e gitmeden önce de ana-kamp yiyeceklerinin bir kısmının alınması gerekiyordu. Bu amaçla bir marketten epeyce bir alışveriş yaptık öyle ki marketin camına Tamzara reklamı da yapıştırıldı!

İkizdere’yi geçerek 45 km kadar gittik ve Ovit geçidine doğru yol aldık. Uzaklarda Ovit dağını gördük. Bu dağın altına tünel yapılmaktadır ve bittiğinde 15 kilometreyle Türkiye’nin en uzun tüneli olacaktır, Dünyanın da 5. en uzun tüneli. Ovit Dağı Tüneli’nin Kasım 2015’te açılması hedeflenmekte. Kasım-Nisan ayları arasında Ovit dağı geçidi çok kar almaktadır ve yollar kapanabilmektedir. İşte bu tünel bu sorunu tamamen ortadan kaldıracaktır. Buralarda bir gecede 2 metre kar yağdığı olmuştur ve aynı zamanda çığ bölgesidir de! Bu bölgeyi geçerken Ovit dağı tünel projesinin şantiye sahasını uzaktan görüntüledik.

Gecikmiş bir projedir, fikrin ilk çıktığı zamanları düşünürsek, II. Abdulhamit zamanları, yaklaşık 130 yıl gecikmiş bir projedir. Başka ülkeler Ay’da üs kurma çalışmaları yaparlarken biz halen tünel ve duble yol olaylarındayız, yani “geri kere geri” kalmışız! Daha da komiği bu geri kalmışlığımızla gurur duyuyoruz yani bir yere duble yol yapıldığında “vay canına işte budur medeniyet” şeklinde belki 100 yıl önce söylememiz gereken bir şeyi şimdilerde söylüyoruz! Vay canına metro yapılıyor, ne müthişiz! Ama başka ülkelerde 100 yıl önce metro vardı! Hız, bir ülkenin kaderini belirleyen faktörlerden biridir. İnsana yatırım yap, insanlara modern bir eğitim ver, onları bilimci yap, sonra sen de Ay’da üs kurmaya başlarsın, sonra senin teknolojik gelişmişlik düzeyin de belgesellere konu olur! Biz Ay’dan yeniden Ovit dağına, “vay canına ne müthiş projelerimiz var’a” geri dönelim!

Ağaçlar iyice azalmışlardı. Çayır Özü köyünde mola verdik. Buralar artık Erzurum’a bağlı köylerdi. Bu köy 2000 metrenin üzerinde bir köydü, serinceydi. Hacı amcalar köyün değişik yerlerinde oturmuş tembelce keyif çatıyorlardı. Çayır Özü’nden kuzeye doğru toprak bir yol çıkar ve biz de bu yola girdik. İlk hedefimiz 2300 rakımlardaki Moryayla’ydı. İspir ilçesine bağlı bu yayla Erzurum’a 156 km kadar bir uzaklıktaydı. Kaptan şoförümüz Ali’ydi. Kendisi off-road’cuydu ve zaten yol almakta olduğumuz yol da bir çeşit off-road yoluydu! Buraların şoförleri cambaz şoförlerdi, ama elbette her kim emniyetli araç kullanıyorsa o en iyi şofördür! Cambaz şoförlük Rus ruletidir!

Yollarda piknik yapanları görüyorduk. Piknik yapılırken bile insanların ellerinde tabancalar ya da tüfekler vardı. Silah kültürü benim sevmediğim bir kültürdür, çünkü silah cesur adamın değil korkak adamın aracıdır; insanın elinde korktuğu için, zayıf olduğu için silah olur; cesur adamın silahla bir işi olmaz çünkü adı üstünde cesurdur! Zaman içinde bu silah alt-kültürünün bölgede önemini yitirip ortadan kalkacağını düşünüyorum ve diliyorum. Gelenekmiş kültürmüş diye geçmişe ait her tuhaf şey korunmaz! Eğer silah Karadeniz kültürüyse o zaman Karadenizli bu kültürünü akıl süzgecinden geçirip değiştirecektir. Karadeniz’in bilinçli insanları bu kültür bize dededen kalmış deyip direnmeyecek, bu tarz alt kültürleri kendi bünyesinden ayıracaktır ve daha nezih daha etik bir yapıya doğru yol alacaktır.

Artık İspir-Yedigöller’e doğru yol almaktaydık ve yol da biraz daha heyecanlı-uçurumlu bir hal almıştı, balatalara daha çok iş düşüyordu. Moryayla’dan kuzeybatıya doğru giden yol doğruca Yedigöller bölgesine gider. Arabayla Yedigöller’e gelinen tepenin rakımı 3160’lara yakındır. Buraya gelirken bir kez aracımız ağır yüklerimiz nedeniyle dik bir rampadan çıkamadı ve araçtan inerek yukarı doğru kısa ve güzel bir yürüyüş yaptık. Tepede bizi muhteşem bir manzara karşıladı. Aşağılarda Çan çiçekleri, Dağ papatyaları, mavi centiyanlar, dağ korungaları, dağ minesi unutma beniler ve birbirinden güzel göller bizi bekliyorlardı. Oradaki sessizlik yine silah atışlarıyla bozuluyordu. İnsanlar silah yankısını duymak için bile ateş ediyorlardı. Her şey bir kültürdür. Bu da bir kültürdür, ama güzel bir kültür değildir. Silahtan, ölümü simgeleyen bir aletten güzel kültür mü olur? Tulumdan güzel kültür olur, tulum ruhları canlandırır, zihni coşturur, ama silahtan güzel kültür olmaz! Silah, alt kültürdür!

Göller 3065 rakımlardaydı. Bizse 3160’lara yakındık. Yani yaklaşık olarak 100 metre aşağıya inecektik. Tam karşımızda 3331 rakımlı Karaçalı Tepesini görüyorduk. Zeytin, helva, peynir, domates, salatalık tarzı yiyeceklerden oluşan öğle yemeğini yedikten sonra dikçe yamaçtan aşağıya, göllerin bulunduğu çanağa doğru indik. Kuş kayası denilen kayaya sanki orada dev bir kuş duruyormuş gibi bakakaldık. Göl temizdi ama derin değildi. Dileyenler suda yüzdüler. Jak’ın eşi Tea da yüzdü ve Jak da bir tepeye çıkarak oradan “Aslanım Tea!” diye bağırdı! Sudaki binlerce ışıltı bize “iyi ki geldik buralara, iyi ki buradayız, iyi ki bu turu almışız” dedirtti! Geliş yolu uzundu ve pek kolay değildi; ancak böyle hediyeler almadan buralara gelmek boşa zaman harcamak olurdu! Yolun solunda güzel bir şey olmalı ki oraya gidelim!

Göllerde balık avlayanlara rastladık ve yerlerde pek çok kovanlara! Yeniden indiğimiz tepeye geri döndük. Yukarıda bizi karpuzlar karşıladı; horonlar oynandı, ayaklar yerlerden tozları kaldırdı, tozlar rüzgârlarla göllere doğru yol aldı. Gölgeler de yerde horon teptiler ve yeniden Moryayla’ya geri döndük. Tepeler müthiş siluet ve profil görüntüleri yaratıyorlardı. Tepelerde bir kadın görüyorduk, birden sarıklı bir adam veya bir çocuk yüzü. Traktörlere balyalar yükleniyordu; bal kovanları geceyi bekliyorlardı.

Uzun yol bitti ve biz İspir’e ulaştık. Akşam olmaya başlamıştı. Doğruca kalacağımız Bungalov evlere gelmiştik. Hemen yanı başımızda Çoruh nehri akıyordu. İspir’in fasulyesi meşhurdu ve akşam da kuru fasulye yiyeceğimizi umuyorduk. Kentte dolaşırken hem Karadeniz ve hem de “Bilmirik!” tarzında Doğu aksanını duyabiliyorduk. Dut pestilleri de meşhur olan bir yerdi. Akşam tahmin ettiğimiz gibi İspir fasulyesi yedik. Yemekte en önemli eksik tatlı olmayışıydı! IDOS bungalov evlerinde yatmadan önce bahçede semaver çayı içtik. Bizim çalan müzikten rahatsız olduğumuzu bilen bir teyze gelip son bir kez bir parça çalıp oynayıp gideceklerini söyledi ve bizden izin istedi, hoş bir davranıştı.

Rahat bir uykudan sonra gözlerimizi 1 Ağustos Cuma gününe açtık. Kahvaltıdan sonra Gökhan’ın tanıdığı bir kuruyemişçiye giderek dut kurusu ve fındıklı pestillerden aldık. Peynirci Baba Necati Güven’in dükkânından epeyce bir alışveriş yapıldı. Sanırım Güven Ticaret’in sahibi Necati beyin oğluyla görüştük biz, yani dükkânın asıl sahibi babaları Necati beydi. Dut, Köme, pestil, Ceviz, Fasulye, Yağ, Peynir ve her çeşit organik ürün vardı. 0541 442 3553 numarayı ararsanız size kargoyla bu ürünlerden gönderebiliyorlar ki dut pestilini ben pek lezzetli buldum.

Çok geçmeden yollara koyulduk, Çoruh vadisi boyunca ilerledik. Eskiden buradaki yollar daha bozukmuş ve o yüzden de nehrin altında pek çok arabanın yattığı söylenir! Yani nehrin altı bir çeşit araba müzesidir! Dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir Çoruh ama biz bu hızı göremedik! Durgunlaşmıştı Çoruh, elbette Mayıs aylarında bu debi daha fazladır! Artvin’in en büyük akarsuyudur. Mescit dağından gelir Artvin’e kadar gider ve hatta oradan da Batum tarafında Karadeniz’e dökülür.

Bizim bugünkü temel hedefimiz artık Kaçkar Kavrun zirvesine yavaş yavaş yaklaşmaktı. Bunun için de ilk durağımız Hodeçur’du. Bu köyün şimdiki ismi Sırakonak köyüdür, İspir’e bağlıdır, 47 km uzaklıktadır ve 1700-1800 rakımlardadır. Hodeçur’un anlamı otu suyu bol demekmiş veya toplanan su. Köyde Ermeni taş yapılar bulunmaktadır. Hodeçur köyüne girdiğimizde burada güzel bir kilise gördük. Cücebağı mahallesidir kilisenin olduğu yer. Tam 50 yıl önce bu kilise camiye çevrilmiştir. Ben şahsen bu tür değişikliklere karşıyım. Orası kilise olarak yapılmışsa kilise olarak kalmalıdır, çünkü oraya bir emek verilmiştir ve o emeğe saygı duymak gerek! Bu caminin tekrar kiliseye dönüştürülmesi evrensel akla ve adalet duygusuna sahip her insanın normal karşılayacağı bir şeydir. Bu kilise zamanında henüz inşaat aşamasında terk edilmiştir. Bu yapılar bize mirastır ve biz bu miraslara sahip çıkmalıyız. Bir insan gelişmiş bir zihne ve vicdana sahipse başkalarının emeklerine zarar vermek istemez. Yani kilise kilise olarak kalmalıdır, başka kültürlerin değerlerine saygı bizi küçültmez tam tersine büyütür! Biz ne zaman küçülürüz? Bir kiliseyi alıp cami yaparsak o zaman küçülürüz! Orijinale dokunma! Saygılı ol! Yüksek ahlak bunu gerektirir! Yüksek ahlakı, gelişmiş zihni, gelişmiş vicdanı ve yüksek adaleti anlayabiliyor musun? O zaman doğru yoldasın! Köye geldin, baktın orada hazır bir kilise, boş yere uğraşmayayım dedin, hazır yapılmış kilise var onu cami yapayım! İşte bu köylü kurnazlığıdır ve alt kültürü simgeler! Burada yüksek ahlaktan bahsediyorum! Bunları anla ve değiş!

Kilisede epeyce zaman harcadık; ağaçlardan elma toplayıp yedik; içerdeki ışık huzmelerini seyrettik ve köyden ayrılarak doğruca Muhammet beyin evine çay içmeye gittik! Burası eşyalarımızın atlara yükleneceği son medeniyet noktasıydı, ama belki de gerçek medeniyet yukarılarda yaylalardaydı! Evin manzarası pek güzeldi. Eve iyice yayıldık, fotoğraf makinelerimizi şarj ettik ve hatta bir tanesi tahtaların arasına düştü, tahtalar sökülerek oradan alındı!

Aşağıda köyün içinden geçen tertemiz suyun şırıltılarına yemek yiyen kedilerin sesleri ekleniyordu. Özgürce dolaşan tavukları, inekleri, rüzgârda sallanan kavak ağaçlarını seyrederek iyice acıktık ve imdadımıza zeytin, peynir ve tereyağı yetişti. Ayrıca üzüm ve çay da bize enerji verdi. Eşyalarımız Muhammet beyin evinde kalmıştı, atlarla geleceklerdi ve Kaçkar yürüyüşümüz araçla biraz daha çıktıktan sonra başladı.

İkinci günün bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek, üçüncü günü de yakında yazıya dökmek üzere yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Gökhan Birben, hareketli bir parça, Oy Oy Güzelum

https://www.youtube.com/watch?v=UY0ghv4wZ00

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Older Posts »