Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Kızılcahamam’

Bugün 10 Nisan Pazar günü; 2022 yılının 100. günü. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi yine Ergün Erdem hocanın Yeni Rota’sıyla yapacağım. Yeni Rota bir mukavemet grubu, uzun mesafe yürüyen, her tür araziye çekinmeden giren, çıta yükselten, mobilitesi yüksek atak bir grup!

Ergün Erdem

Yürüyüş yazımdan önce geçmişe kısaca bakacağım. 10 Nisan 1919 Emiliano Zapata’nın ölüm günüdür. Meksika Devrim lideri Zapata’dan birkaç söz alıntılayarak bugünkü etkinliğimizin bir tasvirini yapacağım.” Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur. Evet, oldukça güçlü bir söz! Ve bir söz daha: “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır.”

Çeşme Başı Sohbet

 Bu haftaki yürüyüşün oldukça uzun bir isim serisi var, çünkü uzun bir rota! Öncelikle Sarı’nın yerinde kemik çorbasıyla huzur bulduktan sonra Kızılcahamam Kırköy yakınlarındaki Bayırköy’e gideceğiz. 1350 rakımdaki küçük bir köydür burası. Sonraki hedef Bayırköy’ün güneydoğusunda bulunan 1250 rakımdaki Balcılar köyü. Bu mesafe kuş uçuşu 7,5 km’dir.  Daha sonra yine güneydoğuya devam ederek Otacı Mavi göle ulaşacağız, 1645 rakımdadır bu göl. Bu da kuş uçuşu 3,5 km’dir. Bu kez yönümüz değişecek ve kuzeydoğuda kuş uçuşu 4,5 km’de Yıldırım Evci göletine ulaşacağız. Sırada kuş uçuşu 2,5 km güneydoğuda bulunan 1516 rakımlı Çubuk Karagöl! Ardından yine kuş uçuşu 3,5 km güneybatıda yer alan 1722 rakımlı Yaylak Göleti ve nihayetindegüney doğuda bulunan 7 km kuş uçuşu uzaklıktaki Durhasan köyüne ulaşacağız! Durhasan köyü Kavşakkaya barajının hemen yakınındadır. Toplamda 28,5 km kuş uçuşu var, yani rahatlıkla 35 km üzerinde, inişli çıkışlı, ciddi bir efor gerektiren, Yeni Rota klasiğine uygun bir mesafedir bu.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPUpzvqt4HMISIW0ePwYjx4wg4l5JLCOxybDGb-QEMcHGcFzwJR1PcWHap6H6vkkg?key=OVM0T2ZOLVBvYlVEZFFFeUNTRWtNN2t4T3FkQ0NR

Bugün Sarı’nın yerindeki yemek-çay molamızdan sonra doğruca araziye intikal ettik ve tabii arazi de bize intikal etti doğal olarak! Sabah 7.39 gibi oldukça erken bir saatte 1390 rakımdan Bayırköy’ün hemen kuzeyinden uzun yürüyüşümüze başladık. Hava gayet güzeldi; hafif bulutlu ve serinceydi. Hemen hemen bütün yol boyunca güney doğu istikametinde yol aldık.

Ertan Doğmuş

Yükseklerde karlar görülebiliyordu, yama şeklinde. Her yer domuzlar tarafından deşilmişti; mübarek domuzlar sanki domuz değil tarla süren traktörler gibiydiler! Tarla fareleri de güzel ve yüzlerce tünel açmışlardı, düşmanlarına karşı iyi bir savunma sistemidir bu. Güneye bakınca karlı ve heybetli Köroğlu dağlarını görebiliyorduk. Mükemmel konik biçimli bir dağ da bize sanki insan yapımı havası vermişti. Eski zamanlarda krallar için böyle devasa dağ biçimli mezarlar yapılırmış, içlerinde de mutlaka hazineler olurmuş. Işık dağı, çiğdemler derken uzaklardan güneydeki Kurtboğazı barajını da gördük.

Sabah 8.53 olduğunda 3,5 km yol almış 1769 rakımlara çıkmıştık, 1 saatten az bir sürede hemen hemen 400 rakımlık sağlam bir yükseliş gerçekleştirdik, helikopterlerin hızlı irtifa kazanımları tarzı tempolu bir çıkış oldu! Bu rakımlarda karda çamurlu ayakkabılarımız temizlendi. Yeni açmaya başlayan Arap Sümbüllerine rastlıyor, onlara Arapça merhaba deyip yola devam ediyorduk; zaman zaman esen serin rüzgârda polar giyiyorduk sonra çabucak çıkarıyorduk. Bugün vadi ve kuytuluklarda yandık, piştik, güneş etkiliydi.

Ökse otlarıyla sarılı ağaçların yanlarından geçiyor, sulak zeminlere batıp çıkıyorduk. Etraf her yer volkanik taşlarla doluydu ve bazen yere bakmaktan etrafa bakamıyorduk! Kayalar lav demir ne varsa birbiriyle eriyip kaynaşmış müthiş sert ve sağlam hale gelmişlerdi, bazen kalem inceliğindeki bir taşı bile koparamıyorduk! Civar, kanyonlarla doluydu. Sırt yerine vadilerden de rota çizilebilirdi ama vadiler, kanyonlar hep sürprizlerle doludur, yol bir anda bitebilir ve bir şelale yüksekliğiyle önünüzü kesebilirdi.

Uzaklardan Balcılar köyünü gördük, zaten oraya doğru yönelmiştik. Ökselerle kaplı ağaçlar, çalılara takılmış tiftik keçisi yünleri derken iyice kayalık bir yere geldik. Biraz labirentimsi yanı vardı buranın. Bazen bir anda yol bitiyor, alternatif yol arıyorduk, güzel bir oyun gibi. Geyik dışkılarına rastlıyor, sık meşelikler içinde ilerlemeye çalışıyorduk; bazen ince dallar gözümüze tokat atıyorlardı. Böyle mücadele içindeki yürüyüşü seviyorduk. Bütün kaslar çalışıyordu. Vücudu elma, muz, su takviyesiyle diri tutuyorduk ve bazen de Ayhan hocanın yemiş torbasıyla enerji alıyorduk. Ben, bitter çikolatayla canlanıyordum.

Gizli kalmış yerlerde gizemli çeşmeler karşımıza çıkıyorlardı; insanın oraya hamak atıp yatası geliyordu. Ahmet hoca oturmayın yoksa kalkmak zor olur diyordu! Sular bulanıktı, taze eriyen kar sularıydı bunlar. Bir süre sonra Balcılar köyüne ulaştık; bu köyde hiç arıcılık yokmuş, Bal sadece bir kelimeydi burada! Ama “tilkicilik” vardı! Köyün dağdan taraf girişine ölü tavuk asılmıştı; tilki gelecek sonra köylü tilkiyi vuracak ve kürkünü satacak! Yurdum insanın çok ahlaki para kazanma metodu! Tilkinin doğada oynadığı rolü bilse belki tilki avından vazgeçerdi!

Köyün yaşlıları nereden gelip nereye gittiğimizi soruyorlardı. Bakırköy’den Çubuk’a gitmek delilikti; ama köyde kös kös oturmak akıllı işiydi!! Yıkılmış sac sobalar, harabe evler, tiftik keçi ahırları, canından bezmiş köpekler, bazalt sütunları gördük ve hiçbir köpeğin havlamadığı bu ilginç köyden ayrıldık. 1250 rakımlardan 1650 rakımlara doğru sırtları kullanarak tırmanmaya başladık. Uğur böcekleri bu çorak araziye güzel bir renk katıyorlardı. Bu bölümde yükseldikçe güneş yaktı; buz gibi çeşmelerde yüzler yıkandı.

Artık ormanlık bölgedeydik; ormanı özlemişiz ve belki orman da bizi özlemişti. İşin doğrusu da şu ki her kim doğayı kalben sever, doğa da onu severdi! Vadilere doğru tepelerden hızla karlar eriyor, Kaçkar bölgesi derelerini andıran bir görüntü ve suların enfes melodisi ortaya çıkıyordu. Saat 13.30’da öğle yemeği için sulak bir yerde mola verdik. Ertan’ın ikram ettiği tuzlu siyah zeytinler yendi; etli sarma ve Hacıbaba su böreği yendi. Tatlı niyetine de bitter çiko, ama keşke fıstık ezmesi olsaydı! Yolun yarısındaydık, 15 km yürümüştük. Durhasan köyüne gidiş biraz zorlaşmıştı çünkü Durhasan köyüne gidişimiz 40 km demekti, geceye kalmak demekti. Yeni Rota esnek bir grup; planlarını akılcı bir şekilde çabucak değiştirebilen bir grup ve öyle de yaptı!

Mehmet Murat ildan – A Photo by Ergün erdem

Mola bitti; hedef Otacı Mavi göldü. Oraya gittik, göl yeşildi! İşte hayat bu, mavi beklersin yeşil çıkar, kırmızı beklersin, mor çıkar! Bunlar elbette göl değil yapay göletlerdi. Yüzülebilecek ölçüde temizdiler. Orman içi çok çalı çırpı dal vardı, çatır çutur ses çıkararak yürüdük. Uzunca bir yürüyüşten sonra Yıldırım Evci göletine geldik ki ben buraya herhalde en son 15 yıl önce gelmiştim! Ortada mangalcılar yoktu; insansızlığın sessizliği ve doğallığı vardı. Gölde batan güneş parıldıyor, yaşamın en sihirli anları yaşanıyordu. Gölün 3te 1i halen buz kaplıydı. Karşıda bir bölümü yanmış ormana baktık; orayı yakan ve genelde Dünyayı yakan şey hep cehaletti! Aptalın teki mangal yakmış, muhtemelen iyi söndürmemiş ve sonuç yok olup gitmiş yüzlerce ağaç!

Ve nihayet Karagöl yakınlarına ulaştık. Durhasan köyüne en az 10 km daha vardı. Ergün hoca bugün grubun yemek durumunu ve kararmakta olan havayı göz önüne alarak 10 km’yi iptal etti, Yaylak göleti de es geçildi. Herkes açtı, iftar öncesinde açık olan bir lokanta bulduk, Ahmet hocanın meşhur köftecisi ise kapalıydı. Başarılı kuşbaşı yapan Çelebi İbişoğlu Et Lokantasında epeyce yendi içildi. Yozgatlı usta göçüp gitmişti ama oğlu burayı yine babası gibi başarılı bir şekilde yönetiyordu.

Bir yürüyüş de böylece bitti. Hasan Dağı çıkışından daha fazla bir çıkış yapıldı. Eğer bir gün insanoğlu sonsuz bir yaşama kavuşursa onu sıkılmaktan alıkoyacak şey kesinlikle sonsuz maceralara atılmak olacaktır! Ve son olarak şunu da ekleyeyim ki vatanı sevmenin en güzel yollarından biri vatanı yürüyerek dolaşmaktır, çeşmelerinden su içmektir, taşlarına basmak, çiçeklerini görmek, ağaçlarına dokunmak, çobanlarını, sürülerini, patikalarını tanımaktır, yosunlarını koklamak, dikenleriyle kanamaktır!!

Etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Bu kez değişik bir grup, Elazığ yöresinden diyeceğim ama hayır Tuva Cumhuriyeti! Huun Huur Tu – Chiraa-Khoor

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

201

Bugün 2014 yılının Ocak ayının 19. günü; yine bir Pazar günü, yine doğadayız, yine yeşil ağaçların, yine yeşil dostların arasındayız; sarayların en güzelinde, şehirden uzaklarda, sessiz sakin bilge ormandayız!

Hafta içi çabucak geçti ve doğada saatlerce yürümeye alışkın bizler için yeni bir yürüyüşün heyecanıyla güzel bir tırmanış yaptık. Bu hafta sonu etkinliğimi Çamlıdere bölgesinde değerlendirdim. Geçmişte bugün ne olmuşa kısaca bir baktıktan sonra etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

Bundan tam 205 yıl önce 19 Ocak günü Edgar Allan Poe doğdu. Amerikan gotik edebiyatının önemli bir ismidir üstat Poe. Daha 1 yaşındayken babası evi terk etmiş; 2 yaşındayken annesini kaybetmiş. Kendisi de 40 yaşında yaşama veda etmiştir. Önemli isimlerin biyografilerini okumak insana çok mühim şeyler kazandırır. Hayat dediğimiz bu kısa zaman diliminde her şeyin tecrübe edilmesi imkânsız olduğu için başka tecrübelerden yararlanmak insana önemli avantajlar sağlayabilir ve ileri doğru kritik sıçramalar yaptırabilir; tecrübeyle belki 5 yılda ancak öğrenebileceğiniz bir şeyi bir başkasının yaşamından 1 dakikada öğrenebilirsiniz, en azından o konuda önemli bir fikir edinirsiniz. Şimdi üstattan güzel bir söz aktararak yazıma resmi olarak başlayacağım: “Dünya’nın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Ankara’ya 108 km uzaklıktaki Çamlıdere’nin ünlü yanlarından biri fosil ormanıdır. Çam, meşe ve ardıç ağaçları taşlaşmışlardır. Pelitçik köyü sınırlarındaki bu taşlamış ormandan dünyada çok fazla yok, sadece 4 tane olduğu söylenir. ODTÜ Jeoloji mezunu Dr. Latif Tufan Erdoğan bu bölgede 40 metrelik bir volkanik kül tabakası olduğunu söylüyor ki bu küllerin arasında çok önemli kalıntılar korunmuş bir şekilde bulunabilir. Kısacası, Çamlıdere bölgesi değerli bir bölgedir; incelenmeyi, gezilmeyi, görülmeyi ve hatta yaşanmayı hak eden bir bölgedir.

Geçmişteki yazılarımda Cibilli Dede’den de bahsetmiştim. İlçe girişinde heykeli olan bu dede, yanında sürekli tuz ve su taşır, ormandaki geyikleri gönüllü olarak beslermiş. Bu doğacı dede için dünyanın ilk çevrecisi gibi sıfatlar kullanılır ki bu biraz abartılıdır. Tarihte bu tarz şeyler yapmış pek çok insan vardır, elbette bunların belki de çok küçük bir kısmı kayıtlara girmiştir.

Hava durumu, Çamlıdere için parçalı bulutlu en yüksek 10 derece görünüyordu ki Ocak ayı için yüksek bir sıcaklıktır bu! Son derece uygun bir havada yürüyüş gerçekleştirdik. Aliş dağına (Ya da Aluç-Alıç dağına) senenin değişik mevsimlerinde çıktık; yazın da keyif aldık, kışın da! Ama bu kış arzuladığımız kar derinliği yoktu ve hatta pek çok yerde kar yoktu! Kar ne kadar derin olursa, yürüyüşümüz ne denli zorlu hale gelirse biz o kadar keyif alıyoruz, çünkü insanın çıtaları zorluklarla ve mücadelelerle birlikte yükselir. Kolay, insanı aşağı çeker; zor, insanı yükseltir! Kolayla hiç kimse yükselememiş ve kendisini geliştirememiştir! Eğer bu karsız ve yağışsız durum bahara kadar devam ederse bahar da cansız olacaktır. Eğer hava tahminleri değişmezse haftaya Pazar günü yörede kar yağışı bekleniyor ve biz de bekliyoruz derin karlarda terlemeyi, yorulmayı, debelenmeyi, batmayı çıkmayı ve dahi çıkamamayı, toptan batmayı bekliyoruz!

Yürüyüşümüzün başlangıç yeri Çamlıdere yaylasıydı. Kızılcahamam, Kızılcaören ve Yanık geçildikten sonra Çamlıdere yoluna sola sapılır. Bu yolda Avdan’dan sonra bir sol daha yapmak gerekir; Şeyh Ali Semerkandi’nin türbesinin bulunduğu Çamlıdere ilçesine varmadan bir sol daha yapılıp yaylaya ulaşılır! Çamlıdere yaylasına yaklaştığınızı Bernaz Dağ evlerini görerek anlarsınız. Çatıları dimdik olan bu evlerin bulunduğu site pek canlı değildir. Yaylanın hemen girişinde bir gölet vardır. Buralar yayladan ziyade yazlıkların bulunduğu tatil mekânlarına benzer. Yayla 1400 rakımlardadır ve buralarda ev alınıp hafta sonları yaşanabilecek bir yerdir, en azından teoride böyle görünmektedir. Yaylanın merkezinde 200 metrekare arsalar 25 bin civarındadır. Dubleks taş evler 130 bin civarındadır. Pek çok site vardır yaylada ve 400 bine kadar çıkan villa fiyatları da mevcuttur. Fakat elbette, tek katlı ve küçük bir villa burada fazlasıyla iş görür. Ankara’ya sadece 1 saat uzaklıkta tertemiz havası olan bu sakin yer, kirli şehirden birkaç gün kaçmak isteyenler için idealdir. İnsan burada yenilenir, tazelenir!

Bizim bugünkü ilk hedefimiz Dikmen tepesiydi. Çamlıdere yaylasının hemen güneyinde güzel bir tepe vardır, yemyeşil ormandan bir çeşit Çin Seddi gibi görünür aşağıdan. Oraya çıkınca bir açıklığa gelinir (devamında, güney batıda yine bir açıklık daha vardır) ve oralardan Dikmen tepesi görünür; 1650 rakımlardadır. Dikmen tepesinin hemen doğusunda ise Aliş dağı yer alır ve bu dağın üzerinde güzel bir Orman Gözetleme Kulesi vardır. Bizim ana hedef yerimiz de işte bu kuleydi.

Sabah 10 gibi vardık Çamlıdere yaylasına. Yayla her zamanki gibi çok sessizdi; buranın canlı ve gürültülü olduğu bir zamanı hiç hatırlamıyorum. Her zaman tam bir meditasyon alanı gibi öylesine sessizdi, öylesine durgundu. Ne bir köpek havlaması ne bir davul, ne bir gıcırtı, sadece ip gibi akan çeşmenin suyunun sessiz sesi ve batonlarımızın tıkırtıları ve gülüşlerimizin yankıları!

Hava güneşliydi; yer yer buzlanmış asfalt yoldan toprak yola geçtik, uygarlık kalıntılarını, modern villaları, geleneksel evleri geride bırakıp yeşil medeniyete geçtik. Tempo iyiydi; kuru dalların yerleri kapladığı çatır-çuturlu yerlerden geçtik. Batonsuzlar, sarı çamların diplerinden ağaç batonlar buldular. Şehirdeki kuruluk burada yoktu; hava nemliceydi ve ciltler de doğal bakım görüyorlardı. Kışın yeknesaklığı vardı; baharın o çiçekli, böcekli rengârenk çeşitliliği yoktu. Bir solgunluk hâkimdi; zaman zaman sağda solda uçuşan sivrisinekler, yukarıda “korkk” benzeri bir ses çıkaran hayalet kuzgunlar, dışkılarına rastladığımız geyiklerin sanki havada öylece asılı duran kokularından başka bir canlı yaşam görünmüyordu.

Jak’ın dağıttığı Toblerone çikolatalar ve Almanya’dan gelmiş kahveli çikolataların dağıtımıyla “çikolatalı” bir yürüyüş oldu. Ağaçların etrafını sarmış yosunların tazeliği insanı acıktırıyordu! Güneş, karda yatan ağaç kabuklarının üzerine düşünce kabuklar lamba gibi parlıyorlardı. Öğlene kadar bir çıkış rotasıydı bu. Kuşburunlarının olmamasından yakınıyorduk ki, tombul kuşburunlarına rastladık aniden; gerçekten lezzetlilerdi. İbrahim hoca bir plastik kutuya epeyce topladı ve gayet güzel bir fikirdi bu! Karda güneşleniyormuş gibi yatan sonbahar yaprakları, kayalara sarılmış sarmaşıklar yukarıda bahsettiğim “kış solukluğu”na renk katıyorlardı.

Timuçin hoca fotoğraf çekimlerini ağaçlara çıkarak yapıyordu ve değişik bir açı yakalıyordu! Güneşin adaleti pek yamandı; ışığını her yere, herkese hiçbir ayrım yapmadan gönderiyordu. Dikmen tepesine çıktık ve oradan aşağıdaki açıklığa indik. Uzaklarda Yangın kulesini gördük. Molalarda cevizli sucuk, kare şeklinde kesilmiş incirler ve havuç dahi ikram ediliyordu! Gerçek Gaziantep fıstık ezmesi de olsaydı pek mükemmel olacaktı ya da henüz yemediğim Beyran çorbası!

Süsengillerden bir çiğdem gördük, daha doğrusu Sait hoca gördü; havanın sıcaklığına bakarak Mart geldi sanmıştı herhalde. Montunu düşürenlerin montu geriden gelenlerce bulundu ve sahiplerine teslim edildi!

Orman gözetleme kulesine varmıştık. Eskimiş de olsa o halen o dağdaki kraldı! Bütün bölgeyi görüyor, sanki bütün ağaçları ve kuşları gözlüyordu. Sisli havaların gizemi değil, berrak havaların müthiş netliği vardı. Ufuklar sonsuza dek görünüyordu âdeta. Kule fotoğrafları çekilip yemekler yendi; kıymalı gözleme, kıymalı sigara böreği, yaprak sarma, kek, elma ve çaydan oluşan sağlam bir yemekle midemiz rahatladı! Enerjiler geri geldi; artık organik benzinimiz dolmuştu, depo fullenmişti! Güneş neredeyse yakıyordu; ama önünden hafif bir bulut geçse insan serinlikten hafifçe ürperiyordu. Kuleyi geride bırakıp inişe ve geri dönüşe geçtik. Geyik izlerine rastladık ve mutlu olduk; orman canlı olsun, hayvanlarla dolsun, her yerde onların ayak izlerine rastlayalım, ormanda mutluca yaşasınlar!

Rotada “action-ekşın” bölümüne geldik; farklı kasları çalıştırma imkânı bulduk. Biraz zorluk yaşayınca buna sevinmek gerek, zorluk iyi bir öğretmendir! Zorluktan kaçma; dikkatini topla ve zorluğun üzerine git! Ekşın iyidir!

Yeniden orman yoluna çıktık ve Çamlıdere yaylasına doğru ilerledik. Muhtemelen avcıların taştan ocaklarını gördük; pet şişeleriyle kirletilmiş yerleri, dikenleri, renkli kozalakları, terk edilmiş araba tekerleklerini gördük ve nihayetinde yaylaya vardık.

İsa’nın bir sözü vardır ve şöyledir: “Ne mutlu merhametli olanlara! Onlar merhamet bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Onlar Tanrı’yı görecekler.” Bu retorikten yola çıkarak bunu orman için de söyleyebiliriz: “Ne mutlu ormanlarda dolaşanlara! Onlar sessizliği, sakinliği, bilgeliği bileceklerdir!”

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Dünyamızdan değişik doğa görüntülerinin yer aldığı enstrümantal güzel bir parça:

http://www.youtube.com/watch?v=Wt0KCv2p1gc

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

konakl 002

2013 yılının son ayına girmiş bulunmaktayız; bir yıl daha bize veda edecek; aslında bütün yıllar birer limandırlar; biz gemimizle gelir o yıla demir atarız daha sonra da bir sonraki limana doğru yola çıkarız. Ne kadar çok limana uğramışsak o kadar şanslıyız demektir! Bu işlemi sonsuza dek yapabilirsek eğer, o zaman da ölümsüz bir kaptanız demektir!

Bugün 1 Aralık Pazar günü. 2 aylık bir aradan sonra yeniden tapınaktayım, ormandayım, bizim için tek gerçek kutsal mekânda, doğanın içindeyim, sessizlikle bütünleşmiş yeşil evdeyim! Bu hafta sonu etkinliğimi Çamkoru Tabiat Parkı taraflarında bulunan Üyücek-Konaklı yaylaları bölgesinde geçirdim. Etkinliğe dair ayrıntılardan önce mazinin ayrıntılarına bir bakacağım şimdi ya da iki bakacağım!

1 Aralık 1935 yılı Woody Allen’in doğum günüdür. İyi bir yönetmen olan Allen’in oldukça güzel özlü sözleri de vardır. “Hayatımız, onu nasıl bozmayı seçtiğimizden ibarettir,” der Woody Allen. Çok sayıda komik sözlerinden de bir tane buraya aktarayım: Ölümden sonra yaşam varsa ve hepimiz aynı yerde buluşacaksak, beni aramayın, ben sizi ararım!”

Şu anda kullanmakta olduğum harfler 1 Aralık 1928 yılında yürürlüğe girmişlerdi. Günlerin geçmişlerini incelemek eğlenceli ve faydalı bir şeydir ve insan fırsat buldukça mazide neler olmuş buna bakmalıdır çünkü bugün gördüğümüz her şey dünden kalmadır, geçmişten gelmedir; bugün var olan ne varsa kökü mazidedir. Şimdi yeniden etkinliğimize dönelim:

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam, Kızılcaören, Yanık ve Bulak isimli klasik duraklarımızı geçtikten sonra sağda Dereneci göletini görürüz. Biraz ileride solda Çamkoru Tabiat Parkı’na giden bir yol vardır. Bu yol üzerinde 1 km sonra Üyücek Yayla yolu ayrımına gelinir; biz bu rotada genellikle buradan, bu yol ayrımından yürüyüşe başlarız ama bu kez biraz daha geriden başladık. Kışın zaman zaman Üyücek yolu karla kaplı ve kapalıdır. Yol ayrımındaki rakım 1387’dir. Yayla ise batıda 1530 rakımlardadır. Üyücek köyü yolun karşı tarafındadır Dereneci göletine yakındır. Köylüler 1160 rakımlı köylerinden 1530 rakımlı yaylalarına gelirler.

Artık apartman tarzı ucube-beton binaların bulunduğu yerlere yayla demek de pek doğru olmaz, başka bir isim bulmak gerek! O eski yaylalara “Organik Yayla” diyebiliriz; şimdikilere de belki “Bitik Yayla” diyebiliriz, yani bitmiş, tükenmiş, şahsiyetini yitirmiş, yayla gibi olmayan yayla, sahte yayla!

Daha önceki bir yazımda Üyücek’in anlamını yazmıştım, yığma toprak tepe anlamına geliyor; höyük anlamına gelir yani bu sözcük. Biz bölgede genellikle Üyücek Yaylası – Çamkoru Tabiat Parkı geçişi yapardık; bu kez Üyücek yaylasından güney doğuda bulunan Çamkoru’ya değil hemen batıda bulunan Konaklı Yaylası’na geçiş yapacağız, yani başlangıç planımız buydu. Yürüyüşlerin doğaçlama yanı bulunduğu için başlangıç planları duruma göre değişebilir. Konaklı yaylası Meşeler yaylasına da çok yakındır. Konaklı’da siyasetçi, şair ve yazar İzzet Ulvi Aykurt beyin konağı vardır, soyadını Atatürk vermiştir ona. Alakoç yaylası da hemen oradadır! Biz bu iki yaylayı da uzaktan görüp doğrudan Meşeler yaylasına geçtik o yüzden konağı fotoğraflama işini bir sonraki gelişimize erteledik.

Üyücek ve Konaklı yaylaları arasında Gökkaya tepesine de uğradık bugün. Bu bölgede ayrıca 1815’lik Sivriceören tepesi vardır. Bunun hemen batısında da (Konaklı yaylasının tam güneyinde) Yangın kuleli 1850’lik Pınar tepe vardır, yani iyi bir antrenman bölgesidir burası; özellikle karda buralara tırmanmak insana iyi bir disiplin verir; insan yaşamını disipline etmelidir çünkü disiplin insanı diri tutar.

Artık kış geldi. Çantalara ekstra malzeme koymakta yarar bulunmakta. Hava erken karardığından bir kafa lambası güzel olur. Bir çakı iyi olur; Gerber’in karbon çelik çakıları oldukça hafiftir. Küçük bir kibrit ya da bir çakmak faydalı olur. Küçük bir pusula, 3-5 yara bandı, bir hakem düdüğü gerektiğinde müthiş yararlı olabilirler. Kar maskelerini ve su geçirmez eldivenleri de kışın çantadan eksik etmemek gerekir. Bu bahsettiğim şeyler pek bir ağırlık yapmazlar. Kışın termos kaçınılmazdır. Bir çift ayakkabı bağcığını da çantanın ceplerinden birine atabilirsiniz; mesela kemeriniz koptu, bu bağcıklar bu sorunu hemen çözerler. Kemer diyip geçmeyin, kopunca ya elle tutacaksınız pantolonu ya da elle tutacaksınız, bağcık yoksa!

Sabah 8.30 olduğunda artık Ankara’dan ayrılmıştık. Doğaya her çıkış bir heyecandır ve bu heyecanı yaşam boyu korumak gerek. Hava durumu sisli dese de güneşi gördüğümüz bir havada yürüyüşe başladık ve keçi patikalarından batıya doğru tırmanıp bizi yaylaya götürecek sırt açıklığına çıktık. Yer yer bozkır yer yer orman alanıydı. Kuşların yine sadece seslerini duyuyorduk. Böcekler sırra kadem basmışlardı, böceksiz günler başlamıştı! Kırağıların üzerine her bastıkça tıkır tıkır sesler geliyordu. Sarıçamların sarı gövdeleri güneş her vurduğunda altınımsı bir renkle bize eşlik ediyorlardı. Çok genç yaşta ölmüş kaplumbağaların kabuklarından başka bir de geyik boynuzuna rastladık bugün, kemiksi yapıları vardı bunların.

Ardıçlar, dikenler, likenli kayalar, ağaçlardaki sakal likenleri derken Üyücek yaylasına vardık ve güney batı istikametinde ilerledik ve Pınar Tepe eteklerine kadar geldik. Buradan kuzey yönüne dönüp yemek molası vermek üzere Gökkaya tepesine doğru tırmandık. Yol güzergâhı üzerinde tombul tombul kuşburunlarını marmelat gibi yemek pek keyifliydi. C vitamini açısından çok güçlü olan bu Rosa Canina’ları kış boyunca yemek gerek! Sait hoca dikkatli bir şekilde güz çiğdemleri arıyordu. Yapraklar damlalıydı, yollar hafif karlıydı, gökler bulutlu, ağaç gövdeleri mantarlıydı, sarmaşıklar sırnaşıktı, karınca yuvaları karıncasızdı, sular da donmuştu! İnişler, çıkışlar, molalar şeklinde ilerliyorduk.

Yemek molasını ormanlık bir alanda verdik; saat 13.30’u geçmişti. Kekikli-naneli börek, yaprak sarma, çay ve kekten oluşan bir mönüyle açlık maziye karıştı! Hava 8-9 derece civarındaydı. Ağaç kesim alanına geldik; çok seyrelmiş ve bozulmuş bir orman alanıydı burası. Gökhan geçmişte buraların çok daha yoğun orman bölgeleri olduğunu birkaç kez söylemişti. Alakoç ve Konaklı yaylalarını gördük uzaktan; artık hedefimiz Meşeler yaylasıydı. Güneş açmış, hava güzelleşmişti. Levent yine arkadan çaktırmadan fotoğraflarını çekiyordu. Özgür de görmediğimiz şeyleri görüp duruyor, fotoğraflıyordu!

Güneş batışa geçmişti ve yemyeşil yosunlar da sanki bunu çok iyi biliyorlarmış gibi her bir ışık tanesini adeta içiyorlardı. Güneş demek her şey demekti ve doğada yaşayan her canlı bunu çok iyi biliyordu. Doğanın huzuru bizlere de geçiyordu; şüphesiz doğa elinde sihirli bir değnek bulunan yaşlı bir büyücüydü. Yürüyüşümüz Meşeler yaylasında sona erdi; Özgür’ün
verdiği bilgilerde 15.84 km yürüdüğümüz yazmaktaydı.

http://www.mapmyhike.com/workout/439743937  (Özgür Salcan)

Vücudumuz dinlendi; biz yorulmuşuz derken aslında biz dinledik! Doğa yürüyüşleri dinlendirir; bütün bir haftanın yükünü alır yok eder! Şehirden her fırsatta
kaçmak gerek, çünkü şehir insanı yorar, onu çürütür, onu karartır; doğa ise
insanı dinlendirir, onu gençleştirir, onu parlatır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:  Bir Hint-Arap Chillout müziği, değişik şarkılardan oluşan uzunca bir potpuri.

https://www.youtube.com/watch?v=BUdjqbMVJMs

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

070

2013 yılının 22 Eylül Pazar günündeyiz. Hava sıcaklıkları artık mevsim normallerinde, kışa doğru yavaşça ilerlemekteyiz. Aslında yavaşça değil de hızlıca ilerlemekteyiz çünkü bu evrende her şey hızlıca ilerler, ama sadece yavaşça ilerlermiş gibi görünür! Unutma, bu evrende yavaş olan hiçbir şey yoktur, her şey aslında çok hızlı ilerliyor, çok çabuk oluyor!

Daha önceki yıllarda fotoğraf makinemi şarj edemediğim için fotoları elimde olmayan bir rotaya yeniden gitme fırsatı yakaladım. Bu hafta sonu etkinliğimi Kırköy-Çanlı deresi yürüyüşünde geçirdim. Aklımızda kısa ama iyi bir rota olarak kalmıştı burası. 10 kilometrelik bir rotadır; ilk 5 km’si “zahmetsizdir,” sonraki 5 km biraz maceralıdır. Şimdi geçmişte bugüne ne olmuşa kısaca baktıktan sonra bu etkinliğin ayrıntılarına döneceğim.

22 Eylül 1792 yılında, yani tam 221 yıl önce Fransa’da Cumhuriyet ilan edilmişti, bizim Cumhuriyetimizden 131 yıl önce! 22 Eylül 1999 yılında da, yani 14 yıl önce bugün değerli bir oyuncu yaşamını yitirmişti: George C. Scott! Başarılı bir sanatçıdır. Ben onu Patton filminden tanıyorum. 7 Oscar almış çok güzel, çok başarılı bir filmdi ve mutlaka izlenmesi gereken bir filmdir. Bu filmden bir sözle yazıma resmi olarak başlayacağım: “Tanrı düşmanlarıma acısın, çünkü ben acımayacağım.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam’ın köylerinden biridir Kırköy; 12 km uzaklıktadır ilçeye. Eskiden Karaköy derlermiş oraya; “kara”dan “kır”a transfer olmuş bu isim! Ancak bir başka bilgiye göre ise eski isim “Kırka”dır. 1840 yılında köy 16 haneliymiş. Yabanabad bölgesinin bu köyü 1960’larda 335 nüfusluyken 2007’de 98’e düşmüş bu sayı. Muhtemelen şimdi çok daha azdır. Köy ortamı için lüks sayılabilecek zengince evler vardı Kırköy’de.

1230 rakımlı bu köyün yakınlarında bir gölet var, sulama amaçlı Yüzüncüyıl göletidir bu. Bu göletten kuzeydoğuya doğru vadi tabanındaki asfalt yoldan yürüyüp aşağı inerek biraz sola ilerleyip U çekerseniz doğruca Kızılcahamam’a gidersiniz. Köyden aşağıya inildiğinde Buğdaylı Dere vadisine gelinir. Bu vadinin tabanında Koçaklar mahallesi bulunur ki bizim uğrayacağımız mekanlardan biriydi orası. Geçen sefer, 2011 yılında, o mahallede 85 yaşındaki Cafer Koçak’la buluşmuştuk. Jonglörlük denilen bir çeşit gösteri sanatlarından bize sergilemişti Cafer Bey. Bu mahallenin bulunduğu vadi biraz aşağıda Çanlı deresi vadisiyle birleşir. Çanlı deresine Devret ya da Kozlu da denmektedir veyahut Kırköy Kanyonu deresi diye adlandıranlar da var; fakat Kozlu isminden pek de emin değiliz. Kırköy’ün doğusundaki dağların sırtlarından Hodulağaç (Hodulca) tepesine kadar gidilebilir ki bu tepe 1950 rakımlıdır.

Google Earth’ten bakınca bu tarz değişik rotalar bulunabilmektedir; bunlardan bir tanesi de Ayaş-Çanıllı tarafında bulunan Çukurören-İlhanköy arasındaki vadidir. Buraya bir keşif düzenlemek kanaatimce iyi olur; merakımızı gidermiş, realiteyi yerinde görmüş oluruz. Haritadan gördüğüm kadarıyla Çukurören köyü camisinden güneybatıya yürünerek vadiye girilmektedir. Vadinin Ören köyü hizasındaki kısmında değişik mağaralar bulunmaktadır, buralar biraz daha yeşil görünmektedir. Dere akıyorsa eğer şelaleler yaratabilecek yüksekliklerin de olduğu Google Earth’ten görülebilmektedir. Ama tabii Google Earth’ten bakıp sonra hayal kırıklığına da uğrayabilmektedir insan!Bu vadinin sonundan sola doğru U çektiniz mi Asartepe barajına kadar gitmektedir bu yol ve bu rotada akan güzel bir dere de vardır, barajdan gelir bu su. Buradan U çekmeden aşağıya devam edildiğinde ise 700 rakımlı İlhanköy’e ulaşılabilmektedir. Haftaya keşif için zaman ayrılabilir. Vadi içinden Yağmurdede- Çukurören geçişi de mümkündür!

Sabahki Mevlana molasından sonra binlerce minik ışığın parıldadıkları Kırköy göletine geldik; yürüyüşümüz başlangıçta bir tırmanış şeklinde oldu; keçi patikaları takip edilerek köyün hemen doğusundaki 1400’lük tepeye doğru yol aldık. Bugün Kızılcahamam için hava durumu en yüksek 17 derece görünüyordu, trekking için ideal sayılabilecek bir hava vardı. Bu rota tam bir kuşburnu rotasıydı; kuşburnunun olmadığı hemen hiçbir yer yoktu; lokum kıvamındaki bu Rosa Canina’ları bir torbaya toplayıp şehre götürmek gerekirdi. C vitamini en çok bu meyvede bulunur! Bir zamanların volkanik akıntıları üzerinde yol aldık; köyün köpekleri ellerdeki batonlara şiddetle havladılar! Sonbahar başlamıştı; yolumuz üzerinde sonbahar çiğdemleri gördük. Bu kocaman güz çiçekleri bozkıra tezat bir şekilde aniden dikenlerin arasında karşımıza çıkıyorlardı.

Alıçlar başladı ve alıç yemeler! Bazıları ekşiydi bazılar pek tatlı; sarılar da vardı kıpkırmızı olanlar da! Esat Yarar hocanın elinde atmosfer basıncını ölçen bir barometre vardı ve basınç irtifasını bu aletten okuyabiliyorduk. Zirveye çıkıp, uzaklardan görünen Hodulca Tepesi’ni seyredip Koçaklar mahallesine doğru inişe geçtik. Üzerinde “Ey âdemoğlu hoş geldiniz” yazan köy mezarlığını da geride bırakarak Canlı Alabalık tesislerinden geçip Cafer Koçak’ın evine geldik. 87 yaşındaki Cafer dayı 2011 yılında yaptığı gibi bizimle tokalaşırken elimizi sıkıca tuttu ve hafifçe de kendisine doğru çekti; o yaş için fazlasıyla güçlüydü. Evde başka misafirleri vardı. Sağda solda egzersiz yaptığı aletleri mesela en az 50 kiloluk demir halterini görebiliyorduk!

Cafer dayı bizler için bir elma sepeti hazırlamıştı; içi kurtlu Amasya elmaları gerçekten leziz ve pek değerliydiler. Bunlar elmanın en iyisidirler ve kış boyunca sıkça Amasya elması yemek gerek. Dayı, tahta bacakları çıkardı ve bir sandalyenin üzerinden onlara binerek yürümeye başladı. Bir anda bir Çubukadam ya da Çubukbacak oldu. Çardaklarda oturuldu; siyah üzümlerin salkımları seyredildi ve ardından yola çıkıldı yeniden. Hemen yakınlarda ölü bir yılan gördük; bu bir su yılanıydı, damalı su yılanı. Gökhan zehirli olmadığını söyledi. Korkmayanlar yılanı ellerine aldılar, ben sadece parmakla bir dokundum, aşırı yumuşak ve aşırı nemliydi; ölü olduğu söylendi ama bu yılanların savunma mekanizmalarından biri iyi ölü taklidi yapmalarıdır, o yüzden ben pek de emin olamadım ölü olduğundan!

Yürüyüşün ikinci etabına, dere boyu yürüyüşüne geçmiştik. Nem hemen arttı; yol boyunca yengeçler gördük. Güneş, derenin sularından yansıyıp serince havada yüzümüzü ısıtıyordu. Ortam rüzgârsızlaşmış, etraf derenin şırıltılı sesleriyle kaplanmıştı. Deredeki gölcüklere batıp boğulmuş güz yaprakları, güneşin ışıklarını su altından bile bize yansıtabiliyorlardı. Dikenler boldu; kısa kollu giyinenlerin kolları çizildi; Müslüm Baba konserleri misali jiletimsi izler oluştu kollarda! Sağda solda otlayan ineklere, boğalara rastlıyorduk; önce bize kafa tutacakmış gibi bakıyorlar ve hatta üzerimize hamle yapıyorlar ama hemen ardından paniklemiş bir şekilde kaçıyorlardı; bu tipik blöf davranışını
yurdum insanında da sıkça görmekteyim! Güzel bir ortamları vardı ineklerin; huzurlu ve sakindi. Titrek kavakların altında mola verdik; bütün çiçekleri dolaşmaya çalışan kelebekleri fotoğrafladık. Ölü kaplumbağa kabuklarını alanlar oldu; herhalde cilalayacaklar ve evlerine süs olarak koyacaklardı!

Vedat hoca molalarda biraz uzama olunca geleneğini yerine getirip “Hadi, hadi, yola devam,” diyordu. Derenin suyu pek temizdi; içleri çürümüş onlarca ağaç gördük. Yıllardır yürürüz ama ilk kez bugün bir sincap da gördük ve hızlı bir zoom’lama yapamayınca güzel bir poz yakalamayı kaçırdım. Ben bir yüzünü bir de kuyruğunu çekebildim ancak! Kuyruk tüyleri pek parlaktı. Sciuridae’ler hemen her zaman ağaçta yaşadıklarından, bizi görünce korkan bu kızıl sincap da birkaç saniyeliğine yere indi sonra başka bir ağaca tırmandı. Sincapların en güzel yanı, bunların bazı tohumları toprağa saklamalarıdır, sonra da bu tohumları bulamayabilmekteler ve böylece ağaç dikmiş gibi olmaktadırlar!

IUCN Kırmızı Liste diye bir liste var; nesli tükenmekte olan hayvanların listesidir bu. Türkiye’deki sincaplar NT (Near Threatened) kategorisindedir, yani Neredeyse Tehdit altında kategorisi! Yani kısa zamanda sincaplar EN kategorisine yükselebilirler ki bu da vahşi yaşamda soyu tükenme tehlikesi çok büyük demektir. Son aşama EX’tir, yani soyu tükenmiş demektir ki ülkemizde yaşayan her canlı için çok önemli tedbirler almak lazım, ciddi olmak lazım, bu ülke ne çekiyorsa laubalilikten çekiyor!

Yol boyunca pek çok böğürtlen de yedik. Yakılmış ateşlerin etraflarına çember şeklinde dizilmiş kara taşları ve külleri gördük. Nihayet Aşağı Çanlı köyünün eteklerine vardık. Ana yemek molası yerimiz buraya çok yakındı; kocaman bir ceviz ağacının altında dolmalar, kekler ve bir elma yendi, çay içildi! Çanlı köyünden bir teyzenin “Gek, gek, gek,” şeklinde hayvanlara seslenişini sıkça duyabiliyorduk. Teyze ara sıra hayvanlara küfür de ediyordu! Bir sonbahar görüntüsü içinde yemekler bitirilip daha zorlu olan etaba başlandı. Ama 2011 yılında burası bana biraz daha zorluca görünmüştü; bu kez daha kolay göründü. Derede yansıyan bulutların eşliğinde yürüyüş devam etti.

Yüzülecek kadarlık bir derinliğin olduğu hiçbir yer yoktu. Rotadaki dikenler akupunktura devam ettiler. Tozluk gerektiren bir rotaydı, aksi takdirde evde yarım saat diken ayıklanma zorunda kalınabilirdi çoraplardan! Sularda minik girdaplar görüyorduk, minik yengeçler ve aniden havalanan devasa balıkçıl kuşlar. Doğada sanki herkes sessizdi; sessizlik seviliyordu; av yakalamak için de sessiz olmak gerekiyordu!

Rotanın zorlukları giderek azaldı ve sona gelindi. Küçük bir kum birikintisi gördük ve oraya espri bağlamında “Çanlı Plajı” ismini koyduk. 15.30’da yürüyüş tamamlanmıştı. Kısa bir rotaydı ama dinlendirici bir rotaydı. Yürüyüşte zaman zaman “Şu taraf daha kolay, oradan geçelim,” sesleri duyuldu, fakat çıtaları yükseltmek isteyen her kim varsa her zaman daha zor olanı seçsin! Çünkü çıtaları ancak daha zor olan şeyleri yaptıkça yükseltebilirsiniz. Zorluk yaşamak ‘geliştiricidir,’ ve ‘öğreticidir!’

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Vicente Fernandez!

http://www.youtube.com/watch?v=r3pd5bOCPXU&feature=related

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

haahfff

21. yüzyıldan 13 yıl gitmiş; sadece 87 yıl kalmış 22. Yüzyıla girmeye! Temmuz ayındayız ve de Temmuzun sonundayız. Bugün 28 Temmuz Pazar günü. Civarda görülmedik yer kalmasın, ayak basılmadık mekân mevcut olmasın felsefesi hoş bir felsefedir. Bu kez Kızılcahamam Taşlıca köyü hakkında bir bilgi vereceğim ve yakın gelecekte de orayı ziyaret etme planımızı gerçekleştireceğiz. Birazdan bu köyü anlatacağım ve öncesinde de zamanda kısa bir yolculuk yapacağım!

Tarihler 28 Temmuz 1976 yılını gösteriyor; 37 yıl öncesindeyiz. Tangşan bölgesinde 8 üzeri bir deprem olur ve yaklaşık çeyrek milyon insan ölür. Biz sakin geçen sükûnetli günlerde kendimizi çok şanslı saymalıyız çünkü evrenin gerçeği kaostur, kargaşadır!  Şu anda çok keskin gözlerle evrene baktığımızda her yerde tarifi bile imkânsız müthiş patlamalar, yıkımlar, değişimler, varoluşlar ve yok oluşlar olmaktadır. Lokal felaketler, kozmik felaketler bunlar ender şeyler değillerdir, olağan şeylerdir; evrenin düzenliliği, o sakin görünüşü tam bir palavradır, aldatmacadır, bir illüzyondur. Altındaki toprak şimdilik kaymamışsa şanslısın; deniz sakinken kayığınla çok yol almalısın, çünkü fırtınalar hep yoldadırlar, dev dalgalar hep yoldadırlar!

Bugün aynı zamanda Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac’ın ölüm yıldönümüdür. Cyrano hem bir oyun yazarıdır ve hem de bir silahşor, bir düellocudur! Onun hayatı değerli üstat Edmond Rostand tarafından Cyrano de Bergerac olarak oyunlaştırılmıştır. O güzel oyundan şöyle nüktedan bir cümleyle yazıma resmi olarak başlayacağım: Cyrano bir burjuvaya şöyle seslenir: “Mösyö, uzatır mısın yüzünü şamarıma?” Bir de karşısına dövüşmek için onlarca kişi çıkar ve Cyrano sakince şöyle der: “Fevkalade! Demek yüz kişi onlar! Mükemmel, hesap tamam! Zaten daha azını ne yapayım ben bu akşam?” Cesaret, başlı başına bir ordudur!

Şimdi yeniden potansiyel etkinliğimize dönelim. Fotoğrafları köye gidince yine bu makaleye ekleyeceğim. En üste koyduğum resim bir alıntıdır, Cemal Arıbaş’a aittir. En güzeli kendi çektiklerimizin bu sayfalarda yer almasıdır ve yakın gelecekte yer alacaktır! (Not: 10 Ağustos günü köye gidildi ve fotoğrafları da aşağıdaki linkte veriyorum)

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685?noredirect=1

Kızılcahamam’a giderken henüz Kargasekmez’e varmadan Akdoğan-Üçbaş-Taşlıca levhalarına rastlarız. Burada 4 turistik levha bizi karşılar: Oruçgazi Türbesi, Gelin Kayası, Ayran Taşı, Kırmızı Ebe Türbesi. Buralar mesafe olarak 9-10 km civarındadırlar. 1160 rakımlı bir köydür Taşlıca. Ana-Dolu sözcüğünün doğduğu köy olarak adı anılır bu köyün. Köyün hemen bitişiğinde 1200 rakımlı Katırın Tepe vardır.

Birazdan Anadolu sözcüğü nasıl türemiş buna dair bir efsaneden bahsedeceğim ama tabii bilimsel olarak Anadolu’nun Yunanca doğu anlamına gelen Ανατολή sözcüğünden türediği söylenmektedir. Bizans imparatorluğu zamanında Orta Anadolu imparatorluğun doğusunda yer alıyordu. Doğu askeri idari birimi anlamında Thema Anatolikōn deniyormuş o bölgeye. Biz şimdi Taşlıca köyündeki efsaneye geri dönelim:

Karadere vadisi üzerinde kurulmuş olan Taşlıca köyünde Kırmızı Ebe Türbesi denen bir yer var. Horasan erenlerinden Kırmızı Ebe ve oğlu Oruç Gazi köyün kurucularındanmış. Bunlar 13. Yıl civarları Horasan’dan Taşlıca’ya gelmişler ki o zamanlar buralar Diyar-ı Rum olarak bilinmekteydi. Bacıyan-ı Rum isimli gönüllü kadınlar varmış ve bunların amacı Anadolu’yu bir Türk ve Müslüman ülkesi haline getirmekmiş. Anadolu Selçukluları zamanında Türkmen erkeklerden oluşan Ahiyan-ı Rum yanında Bacıyan-ı Rum isimli kadın teşkilatı mevcuttu. Bir Ahilik örgütüydü bu. Ahilikte kadınlar önemli bir yere sahiptiler. Bu Bacıyan-ı Rum için dünyanın ilk kadın örgütüdür diyenler de var. İşte Kırmızı Ebe de Ahiliğin kurucusu olan Ahi Evran’ın eşi Fatma bacı tarafından kurulan Rum Bacıları mensubuydu. Herhalde başındaki kırmızı örtüden dolayı ona Kırmızı Ebe deniyordu.

Gelelim efsaneye: Sultan Alaaddin Keykubat bir sefer dönüşü Taşlıca köyüne uğramıştır. Kırmızı Ebe, Selçuklu ordusunun askerlerine yayık ayranı ikram etmek ister. Birkaç küçük kova miktarındaki ayranı taş oluğa döker. Doldurun gazilerim, doldurun yiğitlerim, doldurun yavrularım, der Kırmızı Ebe sevgiyle. Askerler de, Ver Ana, Ana dolu ver, dolu Ana, şeklinde bağırırlar. İşte Anadolu sözcüğü buradan çıkar efsaneye göre. Tabii adı üstünde bir efsanedir bu, bilimsel bir yanı yoktur.

Birkaç kova ayranla bir orduyu besleyince Kırmızı Ebe’nin keramet gösterdiğine inanılır ve de Sultan köy arazisini ona verir, köy vergiden de muaf tutulur. Oğlu Oruç Gazi bu topraklar için savaşmıştır ve bizim pek çok kez yürüyüşler yaptığımız Başköy kalesine kadar olan yerlerde Rumlarla savaşmış, kolunu da savaşta yitirmiştir. Annesinin mezarı köyün doğusundadır, kendisininki ise köyün batısındadır. Askerlerin ayran içtikleri taş yalak (Ayran Taşı) köyün mezarlık alanı içindedir. Buraya gelenler çeşitli dilekler tutarlar.

Köyde bir de Gelin Kayası ya da Nigar Kayası denen yer vardır. Köy içinden bir patika oraya gider bir de ayrıca araba yolu da vardır, dardır ama gidilebilir. Yukarı köyden bir gelin adayı köye gelmiştir. Göklerden bir ses Davul Çalma! der, ancak davul çalınmaya devam edilince gelin alayı taşlaşır! Bu olaydan sonra köyde gelin alayları davul çalmıyormuş. Bu gelenek denen şey böyle bir şeydir işte, akıl mantık aranmaz bu işlerde! Başka köyden gelip geçen düğün alayları da korkudan davulları çalmazlarmış! Köyden çıkınca devam ederlermiş davullarını çalmaya. Davul çalınınca felç olmuş insanlardan bahsedilir ki tabii hepsi uydurmadır bunların; davul çalan kişilerden efsaneden etkilenip korkudan felç geçirmiş olanlar vardıysa belki bu mümkündür!

Geleneklerin hoş bir yanı vardır ama abartmak saçmalığa girer. Geleneği bilip tadında bırakmak daha doğru olur. Yurdumun pek çok sorununun altında her şeye inanması yatar! Sanki memleket bir “inanma makinesidir,” sanki şüphe pek dolaşmaz bu ülke topraklarında! Falanca bir şey dedi inan, filanca iki bin yıl önce bir şey demiş inan, yok bilmem kimin mezarında ışık görmüşlermiş, inanma sevgili kardeşim, inanma her duyduğun masala! Kuşku duy, şüphe et, aklını kullan! Aklın niye var? Git gelin kayasının tam önünde davul çal! Bak bakalım taşlaşacak mısın? Bütün yaşamın bir korku içerisinde; bırak bu korkuları artık! Korkulardan kurtulmadan özgürleşemezsin!

Kırmızı Ebe türbesinin rengi türkuaz rengidir. O türbeyi kırmızı yapmak herhalde kimsenin aklına gelmemiştir! Ama Oruç Gazi türbesi kırmızı tuğladan yapılmadır. Tersi olsaymış sanki daha mantıklı olacakmış! Köyün geneline baktığımızda pek yeşil görünmez oysaki orada yaşayanlar oranın her bir metrekaresini yemyeşil yapabilirlerdi. Cennet, tepeden gelen bir şey değildir, inşa edilebilir bir şeydir! Dünyada gördüğün bütün o cennetler evrim sonucu inşa edilmişlerdir! Zaman içerisinde, aşama aşama oluşmuşlardır. Cennet, imal edilebilen bir şeydir! Kendi köyünü cennete çevirebilirsin, kendi kentini cennete çevirebilirsin, her şey senin elindedir, kilitli kapıların anahtarı sendedir!

Korunma altına alınmış olan bu tarihi güzel ve ilginç mekânları 10 Ağustos Cumartesi görme imkânı bulabildik; şimdi yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=5RwA8tr43pU

 

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

DSC05975

Bugün 2013 yılının 6 Ocak Pazar günü. 2012 yılının bitmesine 200 gün kaldı, 50 gün kaldı derken 2012 çoktan bitmiş gitmiş, 6 gün bile geçmişti! Gerçek şudur: “Zaman o kadar hızlı ki bütün zamanlar geçmiş zamanlardır! Geçmişe ait bir fotoğrafa baktığında, bilmelisin ki sen de şimdiden albümdesin, bir başkası senin fotoğrafına bakıyor! Bütün zamanlar geçmiş zamanlardır!”

Bu hafta sonu doğa etkinliğimi Üyücek yaylası bölgesinde yaptım. Geçmişte ne olmuşa baktıktan sonra etkinlikle ilgili daha ayrıntılı bir bilgi vereceğim. Değerli okuyucu bu bölümü atlayabilir.

6 Ocak 1412 yılı Jeanne d’Arc’ın ya da bizdeki söylenişiyle Jan Dark’ın doğum günüdür. Tarihte 100 yıl savaşları diye bir şey vardı. İngiliz kralı çıkıp Fransa tahtında hak iddia etmiş ve bu 2 ülke, 1337’den 1453’e kadar 116 yıl savaşmışlardır! Bundan daha büyük bir ahmaklık ne olabilir? 300 yıl boyunca savaşmak olabilir!  Bu savaşta Fransızların bir milli kahramanı vardı, Jan Dark! Hikâyeye göre Tanrı’dan bir ses gelmiştir; Fransa’yı kurtar bağlamında bir sestir. Tanrı Fransa’yı kurtarması için 13 yaşında küçük bir kızı seçmiştir; zaten halk arasında da genel olarak böyle uydurma bir inanç vardır, yani Fransa’yı bir kız kurtaracaktır. Böyle bir inanç olunca, gerçekleşmesi için de çaba olur, sağdan soldan insanlar ortaya çıkmaya başlarlar! Aklınıza hayalinize gelebilecek her hikâyeyi insan zihni uydurur; bunların hepsi kurnaz zihnin senaryolarıdır. Bunlar sıklıkla “önemsenme ihtiyacıyla” ilgili şeylerdir; üstat Sigmund Freud bunları kolayca açıklayabilir. Güçlü bir ego, “Tanrı benimle konuştu, ben önemli biriyim, sizi ancak ben kurtarırım, milletin beklediği kurtarıcı benim” mesajı verir burada. Kimsenin gerçekte kendisiyle konuştuğu yoktur tabii ki, kendi zihni bunu yapar; kendisi buna çok inandığı için kendi zihni kendisine konuşur; öteki saf tipler de bu inançtan etkilenip onun peşine düşerler. Bu küçük kız binlerce askerden oluşan ordunun başına geçmiştir; bizzat savaşmıştır! Bu konular ilginçtir; şimdi azize Jan Dark’tan bir sözle yazıma resmi olarak başlayacağım: İngilizler onu yakalayıp Engizisyon mahkemesine götürmüşlerdir ve onu Tanrı’yla kilise aracılığı olmadan konuşmakla suçlamışlardır ve o da şöyle demiştir: “Işık, yalnız senin üzerinde parlamaz!” Güzel bir yanıttır bu!

Sabah Kızılcahamam’da mola verdikten sonra doğruca Akyarma geçidine ilerledik. Bu geçide gitmeden sola doğru Çamkoru orman yolu ayrılır; Çamkoru Tabiat Parkı’na giden asfalt bir yoldur. Bir kilometre kadar gidince bu kez Üyücek yaylasına giden yola sağa sapılır. Biz yürüyüşe bu noktadan başladık. 2 kilometrelik kısacık bir yoldur bu da. 1530 rakımlı güzel bir yayladır Üyücek. Üyücek’in kelime anlamı “yıkıntı”dan gelir. Yükseltileri ifade eden tümülüs (anıt mezar) ve höyük sözcükleri var. Höyük şu anlama gelir: Bir bölgede tarih boyunca yerleşmeler olur; bunlar zaman içinde yıkılırlar; bu yıkıntılar üst üste birikip yayvan bir tepe oluştururlar. Bazı bölgelerde bu höyük sözcüğüne üyük derler ya da üyücek! İşte yaylanın ismi buradan gelir! Üyücek, küçük höyüktür!

Yayladan güney batı istikametinde 1800 rakımın üzerinde bir tepeye doğru giden yol vardır, Sivriceören tepesidir orası ki bizim yemek molası bölgemizdi Sivriceören. Bu tepenin batısında da Pınar Tepe ve yangın kulesi vardır.

Sabah hava oldukça iyiydi; yağış yoktu. Soğuktu ama güneş çıkar çıkmaz hava güzelleşiyordu. Birkaç gün önceki hava tahmini kar yağışlıydı, ben de kayak gözlüğümü yanıma almıştım ‘bir ihtimal’ diye, ancak arabada bıraktım! Minik dere suları donuktu ama kalın değil ince bir buz tabakasıyla kaplıydılar. Zeycan Pınarı çeşmesini geçip yaylaya çıktık. Birkaç evden duman tütüyordu. Zengince bir yaylaydı burası. İki köpek kuyruklarını sallayarak havlıyorlardı. Bu ıssızlıkta insanlar görmek hoşlarına gitmişti besbelli, biraz da açtılar anlaşılan. Yoldaki taze karın altı bazen buzluydu, araçlar kaymasın diye yola çakıl taşları dökülmüştü. Üyücek’i geride bırakıp vadi içinden yükselen orman yolunda tırmanışa geçmiştik.

Kar miktarı artsa da arzu ettiğimiz düzeyde değildi. Yarım metre kar olmadıkça ciddi bir zorlanma yaşanmıyordu. Titreyen hiçbir yaprağı kalmamış titrek kavakların önlerinde mola veriyorduk! Kuru incir, fındık, üzüm, pestil, portakal ikramları yapılıyordu. Ağaçlar, sarıklı Hintliler gibi kardan takke giymişlerdi. Özgür’ün dediği gibi kar her yeri kaplayınca çekecek şeyler azalıyordu. Herhalde evden mantar, sincap vs getirip doğada çekmek gerekiyordu! İlkbaharın o fotoğraf malzemesi zenginliği pek yoktu. “Zirve 5 km” yazılı levhayı görünce şaşırdık. Herhalde izciler bunları koymuşlardı; daha önce bu levhaların orada olduklarını hatırlamıyorduk.

Zirve, 1815 rakımlardaydı; yükseldikçe ısı düşmüştü; özellikle ellerde bu düşüş hissedilebiliyordu. Birkaç ayı izi gördük. Kocaman ayaklarıyla ve heybetiyle oradan geçmişti. Bilindiği üzere her ayı kış uykusuna yatmaz. Eğer bir ayı yaşadığı çevrede yiyecek bulabiliyorsa kış uykusuna yatmaz.

Zirve yolunda, orman içinde iyice sertleşmiş karda yükseldik, 1815’lik zirvenin tam olduğu yere gitmedik, o civarlarda yemek molası verdik. Burada İbrahim hoca ıslak içliğini bir ağaca astı ve içlik ağaçta katılaştı, dondu, yatay olarak duracak kadar sertleşti!

Bende yine 2-3 tane kıymalı kekikli börek ve birkaç içli köfte vardı; tatlı olarak da elma ve çikolatalı gofret almıştım. Faruk, yemek termosunda çorba getirmişti ve sanırım sıcak termosta mesela bir domates çorbası bu kış soğuğunda gayet iyi giderdi. Bende Primus yemek termosu var ama üşendiğim için ve biraz da ağırca olduğundan yanıma almıyorum!

Yarım saatlik yemek molası sonrası dönüşe geçtik. Ben çantama biraz “önlem malzemeleri” koymuştum: Basit 1 pusula, bir Gerber karbon bıçak, Petzl kafa lambası, 2 tane yara bandı, 130 cm’lik yedek ayakkabı bağcığı, bir kibrit, bir çakmak… Bunlar ağırlık olarak çok düşüktürler ve alışkanlık olarak özellikle kışın çantaya konabilirler.

Gökhan, ormanın baya seyreldiğini anlattı. Gerçekten de orman içi rüzgârlar fazlaydı; sık ve daha gerçek bir orman içinde rüzgâr katsayısı daha düşük olmaktaydı. Kesilmiş kütüklerin önünden zirvenin doğu yamacındaki orman yoluna indik. Güneş bu yolda bize bir kez daha merhaba dedi ve hemen elleri yüzleri ısıttı. Yemyeşil, kıpkırmızı, gıpgri şeklinde pek çok yaprak rengine rastlıyorduk. Bir süre sonra büyük bir aracın açtığı izlere geldik ve artık kar izi açmak gerekmedi. Lokum gibi yumuşacık kuşburunlarına rastladık ve bunu gören şanslı yürüyüşçüler bunları mideye indiriverdiler. Karlı yolların dekorları genellikle köknarlardan dökülmüş sakal likenleri ve kozalaklardı ve elbette tavşan izleri, kendilerini bir türlü göremediğimiz esrarlı sevimli tavşanlar!

Uzaklardan Kuşçular köyünü ve ta uzaktan bile görülebilen camisini gördük! Çamlıdere ilçesine bağlı bir köydür burası. Faruk’un telefonundan nasıl bir rota çizdiğimize baktık. Aşağılarda kar miktarı epeyce düştü, kara göründü! Kuşçular köyünden sonra bu kez uzaklardan Alakoç köyünü gördük! Panoramik manzarayı seyrettik.

Dik bir inişten tatlı ve sakin bir vadiye indik ve oradan da nükleer savaş sonrası terk edilmiş yerlere benzeyen Çam Koru Tabiat Parkı’na girdik. Davul zurnayla bizi karşılayan olmadı; kimsecikler yoktu! Toplam 15 kilometre yürüdük, 15.40’ta yürüyüş tamamlandı.

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı benim favori müziklerimden olan bir müzikle sonlandırıyorum: Riding the Rainbow.

http://www.youtube.com/watch?v=u7pi2mv1giw

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

DSC05113

2012 yılının 2 Aralık Pazar günündeyiz; yılın 336. günü. Bir grup arkadaşla Kavaközü’nden Seyhamamı’na doğru yapılan bir doğa yürüyüşü etkinliğine katıldım. Bu yürüyüşten aklımda kalanları birazdan değerli okuyucuyla paylaşacağım. Öncesinde tarihe kısa bir bakış atacağım.

2 Aralık 1918 yılı önemli bir oyun yazarının ölüm günüdür: Edmond Rostand! 23 yaşında Fransız Akademisi’ne girmiş bu yazarın meşhur eserini söylersem sanırım herkes onu tanımış olur: Uzun burunlu silahşor Cyrano de Bergerac! En beğendiğim oyunlardan biridir bu ve filmleri de çok başarılı yapılmıştır, özellikle Gerard Depardieu’nun başrolde oynadığı film. “Hercule-Savinien de Cyrano de Bergerac” isimli bir oyun yazarı vardır, 17. Yüzyılda yaşamıştır. Üstat Edmond Rostand onun yaşamından esinlenerek Cyrano isimli büyük eserini yazmıştır. Şimdi üstadın bu eserinden bir replik vererek yazıma resmi olarak başlayacağım: Kontun teki Cyrano’ya şöyle bağırır: “Hımbıl! Bayağı! Serseri! Çulpa! Küstah! Avanak!” Ve Cyrano da şapkasını çıkararak şöyle yanıt verir: “Bendeniz de Savinien Cyrano de Bergerac!”

Uzun zamandır beklediğimiz yağmur nihayet geldi ve Ankara’nın berbat havasını epeyce silip süpürdü, başka yerlere götürdü, başka yerlerin havasını kirletti! İnsanlara Ankara’nın havasını sorduğumda, “İyi iyi, 1970’lerde nasıldı göz gözü görmezdi” diye bir yanıt veriyorlar! 70’leri unut! 2012 yılındayız ve Ankara’nın havası kötü; iyiyi talep etmezsen hep kötüde kalırsın; ideali talep etmezsen ilkelliğe mahkûm olursun! 1970’lerde hava çok kötüymüş! 1910’da da Ankara’nın havası çok iyiydi! O zamanlar Ankara çok küçükmüş! Geçmişi bırak, bugüne bak; bizi bugün ilgilendirir, ciddi ol!

Ankara’nın işi rüzgâra kalmış! Rüzgâr varsa hava iyi! Kömürü ortadan kaldırıp, metro ağını genişletip, elektrikli arabalara, tramvaylara dönmedikçe, kentin içinde onlarca ODTÜ ormanı yaratmadıkça rüzgara, fırtınaya mahkumsun!

Dünya ve memleket ne âlemde derseniz, değişen bir şey yok derim: Tuhaflıklar son hız devam etmekte! Mesela 21 Aralık Cuma günü Maya takvimi sona erecek ve kıyametler olacakmış! Buna inanan saf tipler de var tabii. Teorik olarak her gün kıyamet günüdür, her gün potansiyel bir yok oluş içerir! Yarın güneşin ya da Yellowstone gibi bir süper volkanın patlamayacağının bir garantisi olmadığı gibi bilmediğimiz, bizim bilgimizin ötesinde bir kozmik felaket de her zaman gerçekleşebilir. Dünyanın 4 milyar yıldır piyasada olması, güneş sisteminde dönüp durması bir şeyi garantilemez; evrende garanti yoktur! O yüzden zaten her gün bir tehlike içerdiğinden özel bir tarih üzerinden yaygara koparmak safça bir şey. İnsanın korkak, safdil, çocuksu, çılgın ve akıldışı yanını gösterir bu tür inançlar. Şimdi yeniden yürüyüşümüze dönelim.

Sabahki moladan sonraki ilk durağımız Kızılcahamam’a bağlı 1196 rakımlı Kavaközü köyüydü. Eskiden Kayıözü ya da Kavaözü de derlermiş buraya. Çerkeş yolundan Güvem üzerinden buraya ulaşılır.

“Kızılcahamam – Çamlıdere Jeopark ve Jeoturizm Projesi” diye bir proje var. Bu projede 7 tane Jeosit alanı var ve her Jeosit içinde de bazı duraklar belirlenmiş. Bu Jeosit alanlarının en eskisi 23 milyon yıl öncesine kadar gider. Mesela Güvem bu 7 alandan biridir; Mini Sümela denilen Alicin Manastırı da yine bu 7 alan içindeki duraklardan biridir. Buralarda Volkanizma dediğimiz jeolojik olaylar olmuştur. Projeyle ilgilenenler şu linke başvurabilirler:

http://www.jeoparkankara.com/

Zamanı bol olanlar varsa daha ayrıntılı bilgi için de şu linke bakabilirler:

http://www.turkjeopark.org/docs/yayin/kizilcahamam/kizilcahamam_3.pdf

Kavaközü’nün hemen doğusunda Gelinkayaları denilen Kapadokya peribacaları tarzı bir bölge mevcuttur, bir tüf aşınma bölgesidir burası; uzaydan bakınca bembeyaz görünür. Bu Gelinkayaları hikâyesi Türkiye’nin 4 bir yanında mevcuttur; herkes ötekinden aşırmıştır hikâyeyi. Dünya tarihi bir aşırma tarihidir! Dinler bile bazı hikâyelerini ve bazı kurallarını öteki dinlerden alırlar ya da öteki dinde yasak olan bir şeyi serbest kılar veyahut serbest olan bir şeyi yasak kılarlar.

Yürüyüş rotamız Akyar barajıyla Çerkeş yolu arasındaki bölgedeydi ve Seyhamamı dağlarında kuzeyden güneye doğru gidecektik. Rotamızda yükseklik bağlamında en çok 1450 rakımlara ulaşacaktık. Bugün Kızılcahamam tarafı için yağmurlu görünüyordu ama rotanın önemli bir bölümünde güneşle birlikte yürüdük. Hava durumuna malzeme belirlemek ve önlem almak için bakmak faydalıdır, ancak hava durumunu da kesin bir bilgi olarak görmemek gerekir ki bugün yağmur beklerken güzelce bir havayla karşılaştık! Yani demem o ki havayı yağmurlu görsen de yağmurlu olacak diye bir şey yoktur, tıpkı bugünkü gibi neredeyse hep güneşli de olabilir.

Ben yürüyüşe bir “kırılma ya da kopma” olayıyla başladım; güneş gözlüğüm ortadan ikiye ayrıldı, köprü kısmından koptu! Ama dünyayı gözlüksüz görmek de güzeldi! Meşhur Nasihat çeşmesinden yürüyüşe başladık ve toplamda 14 km yürüdük. Dumanı tüten evler, ortamı biraz sislere boğmuştular. Yerler kuru ve çamursuzdu. Son-bahar gitmiş İlk-kış gelmişti! Dallarında halen sarı elmalar bulunan ağaçların altlarından geçerek Gelin kayalara doğru ilerledik. Eskimiş çitlerin sonunda Dursun isimli bir çobana rastladık. Karşı tepenin ismi nedir diye sordum: “Sivri tepe” dedi! Çünkü tepe sivriydi; ne kadar da yaratıcı bir isimdi bu! 10 yıldır Ankara’da çalıştıktan sonra 3 ay önce buraya gelip çobanlığa başlamış. Damızlık sürüsünü bir olay olduğunda tüfeğiyle koruduğunu anlattı bize bu konuşkan ve iyi niyetli çoban.

Güneş iyice ısıtıyordu; yerden toplayıp yediğimiz sarı elmalar pek lezzetliydi ve armut tadı geliyordu bu elmalardan. Biraz sertimsi cezerye yerken kaplama dişi düşen oldu ve yarın ona diş hekimi göründü! Kocaman mantarların hemen yakınlarında minicik mantarlara rastlanıyordu! Yerdeki ıslak yapraklara güneş vuruyor ve parlıyorlardı; solmuş ve ölmekteydiler ama halen parıldıyorlardı! Yemyeşil yosunların kayalarla arkadaşlıkları pek hoştu. Biraz yokuş çıktıktan sonra meşe ağaçlarının sararmış yapraklarının ötesinde Işık dağı göründü. Üstat Goethe Almanya’dan İtalya’ya gittiğinde güneşi pek övmüştü! Biz de gerçekten güneş insanlarıyız; güneş çıktı mı bulutların ardından, ufuklarımız mavileşip genişledi mi müthiş ferahlarız aniden!

Kısa bir süre sonra tüf alanı göründü; sabahın kızıl ışıklarını da alamayacak kadar çukurda olduğundan fotoğraf çekimi için çok ideal bir yer değildi. Artık her mendile Selpak mendil dediğimiz gibi bu tüf aşınma bölgesine de yine Kapadokya dedik, Kapadokyavari

Herkes fotoğraflarını çekti ve yeniden Kavaközü köyüne döndük; çok sayıda ökselerle dolu ağaçlar dikkat çektiler. Viscum Album! Ökse otu! Üzüm tarzı beyaz meyvelerini yiyen bir kuş başka bir ağaca konup dışkıladığı zaman oraya asalak ökse otunu da getirmiş olur! Yani burada bu ağaçların cellâtlığını kuşlar yapmaktaydılar!

Havalı hoparlörden okunan ezan bütün vadiyi kapladı; bu küçücük köyde havalı hoparlöre ne gerek vardı? Uzaklardan köye baktığımızda bahçelerini yüksek duvarlarla çevirmiş daha zengince köy sakinlerini gördük. Köyün deresi oldukça kirliydi. Uzaklardan çobanlar bizi izliyorlardı ve çok daha yükseklerden kuzgunlar da bize bakıyorlardı. Bize bakmayanlar sadece köyün mezarlığındakilerdi! Bir amcaya rastladık; sanırım işitme sorunu vardı, selam verdik, bizi anlamadı sadece gülümsedi. Altı taş, üstü tahta evlerin arasından geçerken tatlı bir eşeğe rastladık; önce bizden kaçar gibi yaptı, sonra durdu ve güzel gözleriyle grubu inceledi. Bu hayvanların artık yük taşımak için kullanılmaması gerekir! Onlar yük taşımak için ya da insanoğluna hizmet için doğmadılar; bizim gibi özgür doğdular! Hangi insan sırtına onlarca yük konulmasını ister? Hayvanlar da aynıdır! Onları özgür kıl! Özgür kıldıkça insanlaşırsın!

Çeşme başlarında mola veriyorduk; elma çerez yiyorduk. Kuşburunları azdı. Sakin bir vadide iyi bir tempoda hafif bir eğimde tırmanıyorduk. Kavaközü köyünün üs tarafındaki Çalıseki bölgesi geride kalmıştı. Artık hedefimiz İbicik bölgesiydi. Toprak yumuşaktı; kozalaklar tarlasındaydık ve yapraklar tarlasında ve mantarlar tarlasında ve dikenler yurdunda… Doğadaydık; bizi bilge yapan bu gizemli dünyadaydık! Ölmüş kaplumbağa kabuklarına hüzünle baktık. Hamlet’teki mezarlık sahnesinde üstat Shakespeare’in bir kafatası için dediği gibi: “Bu kafanın bir dili vardı içinde; türkü söylerdi bir zaman!”

Rüzgârın az, güneşin bol olduğu sakin bir yer arayıp yemek molası verdik. Benim evden getirdiğim kıymalı börek, küçük bir çiğ köfte ve cevizli kekin yanı sıra ikram edilen harika gözlemeyi yedim. Başarılı bir gözlemeydi; içinde beyaz peynir, zeytin ve dağ kekiği vardı! Sanırım bir sonraki sefere böyle bir gözleme denenebilir! Çay içildi, elma ve çikolata, ıslak pasta ve aşure yendi. Mideler doldu taştı ve artık hareket vakti geldi çattı!

Çamurlanmış alanlar görüyorduk ve hemen yakınlarında da yüksek bir yere kurulmuş gözetleme yeri. Belki de avcılar burada bekleyip domuzlar gelince ateş ediyorlardı. Asfalt bir yola çıktık ve ardından yeniden taşlı bir patikaya geçtik. Uzaklardan Güvem’i gördük. Kör kuyulardan geçtik. Seyhamamı’nın dumanları uzaktan tütüyordu. Kış zamanı artık 16.30 ya da 17.00 gibi yürüyüşü bitirmek faydalıydı aksi takdirde kafa lambalarına ihtiyaç duyulacaktı. Yürüyüşçüler kendilerinden istenilmese bile bazı şeyleri sabit olarak çantalarında taşımalılar bence: Panço, kafa lambası, kış boyunca termosta sıcak su, bir kibrit… Seyhamamı tarihi evleri önünde fotoğraf çektirerek yürüyüşü bitirdik.

Seyhamamı’na ben hiç gitmemiştim ve içini merak ediyordum. Acaba ucundan bakılabilir mi dedik. Ucundan bakmayı bırakın ayakkabılarla hamama girip asıl havuzun olduğu yere kadar da gittik, içerde yürüyüş kıyafetleriyle, koca dağ ayakkabılarıyla dolaşanları görenler de şaşırmadılar, tuhaf bir memleket burası! Girişteki ilk bölüm hayal kırıklığı yaratıyor. 20 kişi küçük sayılabilecek bir alanda yıkanıyorlardı. Ama asıl havuzun olduğu yer oldukça gizemli diyebilirim. Çukurda bir havuz, neredeyse kapkaranlık; neredeyse tamamen buharlı; suyun ve buharın hoş bir kokusu var… Sanırım bu hamamda kalite yükseltilebilirse güzel bir yer olacaktır; özellikle asıl havuzun olduğu yerde birkaç kandil ya da mum yanarsa atmosfer daha güzelleşmiş, ortam daha dinlemeye ve düşünmeye müsait hale getirilmiş olur!

Her zaman söylediğim şeyi yine yineleyeceğim. Hafta sonu şehirlerde olmamak lazım! Doğaya gitmek lazım, çünkü doğa bizi diriltir! Şehir denen mezarlıktan dışarı çıkıp diriliriz! Oksijenle diriliriz; ağaçlarla mutlu oluruz; yapraklarla neşeleniriz. Tabiat, korkunç felaketleriyle coşmadığı bütün zamanlarda bizim ebedi dostumuzdur ve onu ziyaret etmek bizi bedenen ve zihnen yüceltir!

Yazımı iki müzikle sonlandırıyorum: Gökhan Birben!

http://www.youtube.com/watch?v=UY0ghv4wZ00

Ve bir de Dağ başında sarı sarı kediler…

http://www.youtube.com/watch?v=wQgWh8-dm_A

 

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

2012 yılında artık son aya giriyoruz. Bundan sonra ne biz 2012 yılını göreceğiz ve ne de 2012 yılı bizi görecek, herkes kendi yoluna gidecek, her şey bir anıya dönüşecek ve her şey her zaman bir anıya dönüşür, hiçbir şeyi anıya dönüşmeden öylece tutamazsınız, zamanın durması gerek onun için!

18 Kasım Pazar günü bugün. Doğa Gezginleri Derneği Gezginder’in “Kızılcaören Doğa Yürüyüşü” etkinliğine katıldım. Birazdan bu etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

18 Kasımda geçmişte neler olmuş? 18 Kasım 1931 yılında Japonlar Mançurya’yı işgal etmişler! Aptallık işte! Şiddet aptallıktır ve insanoğlunun tarihi bir aptallıklar tarihidir! 1927 yılının aynı gününde ise Ankara Radyosu yayınına başlamış. Radyo, bugünün televizyonuydu o zamanlar! Gözü yormazdı; insan oturup çok güzel tiyatro oyunları dinlerdi. 18 Kasım 1913 yılında da Belkıs Şevket Hanım tek motorlu üstü açık tayyareye binme cesaretini gösteren ilk kadın olmuş. Yollar kendiliklerinden açılmazlar; yolları bazı cesur insanlar açarlar! Belkıs hanımı cesaretinden dolayı tebrik etmek gerekir!

Yeniden etkinliğimize dönelim. Etkinliğe 22 kişi katıldı, araç tam doldu ve biraz da taştı. 15 dakikalık bir gecikmeyle Ankara’dan yola çıktık; taze poğaçalar dağıtıldı. Ateş Yalabık’la Likya Macera Yarışı ve Kertenkeleler Grubu üzerine sohbet edildi.

Etkinliğin fotoğrafları da aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685?noredirect=1

15 kilometrelik etkinlikte dernek başkanı Minadiye Hanım da vardı. Öncülüğü Hasan, artçılığı Kemal yaptı. Kemal Çiftçi sanırım gönüllü “sabit-artçılık” yapıyor, doğayı arkada sessiz sakin yaşamayı seviyor; elektrik öğretmeni. Minibüste epeyce bir konu konuştuk, yeni led lambalardan, sanal kredi kartlarına kadar her şeyi!

Hava durumu Kızılcahamam için sisli görünüyordu ama biz 4 km ötedeki Kızılcaören köyü önüne geldiğimizde, sabah 10.15 civarlarında sisler dağılmış, soğuk evrenimizin harika meşalesi yüzünü göstermeye başlamıştı. Araçla bir çeşmenin önünde durarak indik. Burası 983 rakımlıdır. Civarlarda 1600’ü geçkin güzel tepeler vardır. İlk hedefimiz 1450 rakımın üzerindeki Kızılcaören yaylasıydı; oraya gidecek ve öğle yemeğimizi gölet çevresinde yiyecektik. Bu yaylaya giden tatlı bir patika vardır; bir sırtın kuzey yamaçlarından yaylaya doğru yükselir, gerilerde zaman zaman Javsu tesisleri de görülür. Taşlı, tezekli bir patikadır.

İlk önce 1130 rakımdaki meşhur çeşmeye uğradık. Tarihi görünümü olan bu çeşmenin pırıl pırıl temiz sularına vuran güneş, çeşme duvarlarında harika bir saflık dalgalanması oluşturuyordu. Ekibin yürüyüşü iyi olduğu için yolumuz üzerindeki Osman Dede tepesinde zirve yapmaya karar verdik. Öncü Hasan bölgeyi iyi biliyordu ve sakin, serinkanlı bir rehberlik yaptı, sanırım daha önce Arif beyle bölgede epeyce keşif gezileri yapmışlar.

Her yerde kuşburunlarına rastlıyorduk ve etraf alıç da doluydu. İlhan hoca hemen hemen hiçbir alıç ağacını atlamadı! Bazı alıçlar müthiş tatlıydı. Hava sıcak ve rüzgârsızdı. Ahududulara da rastlıyorduk. Gülgillerden bu kırmızı frambuazlar yaz ve sonbahar mevsiminde meyve veriyorlardı. Üzerlerinde henüz sabah çiyleri olan siyahımsı mantarların yanlarından geçerek yavaşça yükseliyorduk. Uzaklarda kartallar görünüyorlardı ve esrarengiz sesli kuzgunlar kanat çırpıyorlardı! Yerler kırmızı yaban erikleriyle doluydu. Buralarda insan bu mevsimde pek aç kalmazdı.

Artık sonbahar yerini kışa bırakmaktaydı ve tabiat daha fazla soluklaşıyordu. 1300 rakımlara doğru tırmanıyorduk. Bu tepenin arkası zaten yaylaya giden kuzey patikasıydı. Tırmanış dikleşti, meşeler sıklaştı. Ufak tefek taş düşme riski olan yerlerde dikkat arttı. Bazen meşeler yolu tamamen kapatıyor, ardından onların etrafından dolanıyorduk. Yaban karanfillerini görüp fotoğraflıyorduk. Dianthus calocephalus isimli bu pembe çiçekler pek hoştular. 2300 metrelerde bile bunlara rastlanıyor; bu çiçekler volkanik yamaçları özellikle seviyorlar ve zaten bizim tırmandığımız bölge de volkanik bir bölgeydi. Etkinlikte ziraatçı Fuat Bey de vardı ve yanında güzel bir bitkiler kitabı bulunuyordu.

Dik bir tırmanıştan sonra zirveye, daha doğrusu sırta vardık. Sırtın kuzeydoğu tarafı 1373 rakımlı bir tepe. Uzaklardan hem Işık dağı, hem Emeklidede tepesi ve hem de Kaletepe panoramik olarak görülebiliyordu. Bu sırt bölgesinde güzel bir şey yapıldı; Ankara’dan saksıda getirilen sedirler küçük bir kürekle yerler açılıp toprağa dikildiler, etraflarına da Arif bey tarafından büyük taşlar yığıldı ki domuzlar gelip fidanı tahrip etmesin.

Bir süre sırttan ilerleyip yaylaya giden meşhur patikaya indik. Burası Kuzey yamacı olduğu için pek güneş almıyordu, serindi ve yapraklar çiylerle kaplıydı. Derince bir su kuyusunun yakınından geçtik. Yosun ve çürümüş yaprak kokularıyla burnumuzu tazeledik. Mandalina-meyve-yemiş molasından sonra yaylaya çıkmaya devam ettik. Kartal tüyleri, traktör derken yaylanın önce küçük gölüne sonra da büyükçe göletine vararak öğle yemeği molası verdik.

Yayla sakindi; etrafındaki piknik alanı çöplerle doluydu ve bu da insanımızın eğitimsizliğinin ve cehaletinin ispatlarından biriydi. Gölete bakan ve güneş gören kuru bir yerde su böreği yendi! Yemek seçiminde yıllardır bir sonuca ulaşamadım. Hacıbaba börekleri hiç gitmiyor dağda, mideye oturuyor. İlhan hocanın kıymalı gözleme seçimini ben de ileriki bir proje olarak kafama yazdım, hem lezzetli hem de uygun gibi. Şam baba tatlısı, maydanoz, domates, çiğ köfte, elma ve çaydan oluşan yemek bitti. Benim cebimdeki fındık ve siyah üzüm de tükendi.

Saat 13.30’u geçmişti. Mola kısa sürdü, yol uzuncaydı. Aynı yerden dönseydik kolay olacaktı ama sıkıcı olacaktı. Dönüş bence hiçbir zaman aynı yoldan yapılmamalı; değişik yerler görmek her zaman güzeldir. Gölde yüzen yapraklara ve onların üzerindeki göl damlalarına hoşça kal diyerek yola koyulduk.

Herkes inmeye başlayacağımızı sanıyordu ama tersine çıkmaya başladık ve hızlı bir tempoda çıktık. Kışın akşam 5’ten önce hava kararır ve o yüzden de tempo biraz artmıştı. Minnacık mantarların olduğu ormanın içinden, 1456 rakımlı göletten tırmanmaya başladık. Hedefimiz 1632’lik bir tepede zirve yapmaktı. Bu zirvenin olduğu yere giden bir patika yok; meşeler ve ağaççıklar oldukça sıktı; dikenler insanı yakalıyor bırakmıyorlardı. Bir keresinde 3 diken elimin tadına baktı! Civarın en yüksek yerlerinden birine ulaştık. Burada çay içildi, sigara içildi. Sigaranın elbette içilmemesi gerektiğini artık söylemeye de pek gerek yok sanırım. İnsan güçlü bir irade koyup sigara denen saçmalığı toprağa gömmelidir; bu konuda zayıf bir irade kişiye yakışmaz. Bu sporla uğraşan değerli arkadaşların bu işi bırakmaları çok isabetli ve sevindirici olur.

Zirvenin etkileyici bir manzarası vardı. Dönüş vakti geldi çattı. Kademe kademe aşağıya inecektik. Sert bir iniş olacaktı. 1200 rakımlardaki bir dere yatağına kadar inecektik. Dönüşte bazı aksilikler oldu; bir arkadaşın ayağı incindi ve sanırım dizinde de sorun çıktı. Acı içinde kaldığından yürüyüş hızımızı epeyce azalttık, çantasını bir başka arkadaş aldı. Ardından bir başka arkadaş da taşa basıp kayıp düşmüş, düşerken burnu batona çarpınca kanama olmuş. Rehber arkadaşları kutlamak gerek, soğukkanlıydılar.

Kararmakta olan havada, sık meşeleri yararak yavaş bir tempoda ilerledik. Kafa lambalarının sayısı bulunmaya çalışıldı. Bende 4 kafa lambası vardı ama hepsi evdeydi! Özellikle kışın mutlaka çantaya koymak lazım, çünkü birinin ayağı burkulabilir ve geceye kalmak çok kolaydır.

Güneş batmıştı ama gökteki uçaklara halen güneş vurmaktaydı; yıldızlar yavaşça belirdiler; ay, hilal şeklinde ortaya çıktı. Öncü Hasan burun kanaması olan arkadaşın yanına gitti, biz de 11 kişi Arif bey öncülüğünde 1380 rakımlı sırta kadar indik. Kafa lambaları takıldı. Daha sonra bütün ekip aynı yerde buluştu; sanırım 10 tane kafa lambası vardı. Dere yatağına inişe geçtik.

Yer yer sulu dereye vardığımızda tamamen karanlık olmuştu. Arkaya bakınca muhteşem bir ışık görüntüsü oluşmuştu. Kırmızı, beyaz ışıklar, gizemli hayaletler misali aşağıya doğru akıyorlardı. Ekip konuşkan ve neşeli bir ekipti. Ay gökte az da olsa parıldıyordu. Yerden aniden havalanan kuşların kanat seslerini ve küçük tatlı şelalelerin seslerini duyabiliyorduk. Yaban hayvanları herhalde yürüyüşçülerin bu saatte orada olmasına şaşırıyorlardı.

Güzel bir dere yürüyüşü oldu; derelere batılıp çıkıldı. Bazen 20-30 santim derinliğinde su gölcükleriyle karşılaşıyorduk. Hava sıcaktı, yani insan içine bassa da çok önemli bir şey yaratmayacaktı; ıslaklığın tehlikeli olacağı bir soğukluk yoktu. Suya girince birinci kural ayağı hızla sudan çekmekti ve böylece ayağın su alma olasılığı düşürülebilirdi. Güzel bir gece yürüyüşünün sonunda bahçe çitlerine vardık; ardında da 1060 rakımlı Çengeller köyüne girdik. Köpekler uyarı havlayışları yaptılar ve aracımız geldi. Özel içecekler içilerek Ankara’ya döndük.

Gece yürüyüşü yapmayalı epeyce olmuştu; iyi bir sürpriz oldu. Böyle geceye kalmaların olmasını dilerim! Tabii artık kafa lambamı çantadan çıkarmayacağım kesin!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Andrea Bocelli! La Donna e Mobile.

http://www.youtube.com/watch?v=rmTJ0bUG8mo

Mehmet Murat ildan 

Read Full Post »

Bugün 2012 yılının 30 Eylül Pazar günü. Kızılcahamam için hava sıcaklığı en yüksek 32 derece görünüyordu ki gerçekten de yazdan kalma bir gündü bugün ya da küresel ısınmanın “yeni sonbaharları” artık böyle olacaktı!

Bugün, Soğuksu Milli Parkı’nın içinde yapılmakta olan yeni otelin olduğu yerden, 1100 rakımdan yürüyüşe başladık. 1767 rakımlı Tolunbelen civarlarına kadar çıkış yaptık ve oradan da Milli Parkın paralelindeki Kızılcaören vadisine indik. Yaklaşık 8 saatlik bir yürüyüş oldu; 15 km yürüdük. İlk 4 saati çıkış olan bu rota Ankara civarındaki en iyi 10 rotadan biridir.

Bu en iyi 10 rotanın yazısını bir türlü yazamadım ama mutlaka yazacağım! Birinci sırada Gerede Kütüklü Yol var ya da Gerede Tellice Mantarı rotası (ya da Kabalaklı Yol). İkinci sırada Bürnük-Saklıgöl var; üçüncü sırada Soğuksu Tolunbelen var! Dördüncü sırada Uyuzsuyu Şelalesi var. Beşinci sırada Alicin Deresi-Ağsar Kalesi var. Bu listeyi tamamlayıp üşenmediğim bir zaman yazısını yazacağım!

Birazdan bugünkü etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim, ancak öncesinde tarihe bir bakış atma zamanı! Değerli okuyucu bu bölümü dilerse atlayabilir!

1207 yılının 30 Eylül günü Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî’nin doğum günüdür. Afganistan’ın Belh şehrinde doğmuş olan Mevlana Fars mıdır Türk müdür bu konuyu pek incelemedim, ama kökenler çok da önemli değildir; önemli olan fikirlerdir! Mevlana onun ismi değil; Mevlana, “Efendimiz” anlamına gelen bir sözcük. Mevlana’nın zamanında Anadolu’ya Rum Diyarı denirmiş. Kısacası Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî, Rum diyarından efendimiz Celaleddin demektir! Şimdi Mevlana’dan birkaç sözle yazıma resmi olarak başlayacağım. “Ayıpsız dost arayan, dostsuz kalır,” der Mevlana. Ve bir de şöyle söyler: “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok.”

Sabah Mevlana lokantasına uğradık; ben ballı peynirli taze ekmekli bir kahvaltı yaptım. Jak’ın 10 liraya aldığı saate göre sabah 9.45’te yürüyüşe başladık. Soğuksu Milli parkında modern traktör tarzı ciplerde güvenlik elemanları turluyorlardı. Bunlar çok ses çıkarıyorlar ve o yüzden de “aptalca araçlar” bunlar! Milli Parklarda sessizlik olması için bunların elektrikli olanları, elektrikli bisikletler vs. kullanılmalı; bu kadar basit bir şeyi bile düşünemiyorlar! Yeni yapılmakta olan otelin yanından geçerken duvarda şöyle bir yazı okuduk: “Peyzaj insanın doğaya katkısıdır!” Jak da burada “Rezalet insanın doğaya katkısıdır!” özlü sözünü söyledi ve ben de buna katılıyorum! İnsanoğlunun doğaya katkısı dediğimiz şey çoğu kez tam bir rezalettir!

Yürüyüşümüz otelin inşaat şantiyesinin yakınından başladı ve öğle yemeğine kadar da 4 saat kadar bir tırmanış yaptık. Hava sıcaktı ama kışın gelmekte olduğunu bildiğimiz için güneşten pek şikâyetimiz olmadı. Bizler, kuzey ülkelerindeki insanlar gibi “bulut ülkesi insanları” değiliz; bizler güneş insanlarıyız, güneşi severiz! Rüzgârsız, sakin, huzurlu, meditatif bir yürüyüş oldu. Vedat hoca, Ağrı Dağı çıkışında kazandığı kondisyon düşmesin diye bu çıkışta oldukça hevesliydi. Elazığlı Sinan, Titanik filminin Elazığ versiyonundan bahsetti ki bu filmin ismi de Tutamik! Sanırım bolca gülmek için iyi bir film olmalı bu!

http://www.videoizle.co/video/595/titanik-elazig-versiyonu-2-bolum

Sonbaharın ayak izleri artık belirginleşmeye başlamıştı. Özellikle kırmızılaşmış yapraklar ve koyu sarı olan meşe yaprakları hoş bir görsellik sunuyorlardı. 7 tepeden birincisi yaklaşık 270 metrelik bir çıkış gerektiriyordu. Sırt hattını kullanıyorduk ve buraya Kızıl Set sırtı deniyordu ya da en azından ben böyle hatırlıyorum! Karaçamların ve bir zamanlar süpürge olarak kullanılan otların aralarından yürüyorduk. Uzaklarda Kara Akbaba (Aegypius Monachus) gözlem barakalarını görebiliyorduk. Yurdum insanı sabahın erken saatlerinden itibaren mangal etkinlikleri için yer kapma çabası içindeydiler ve aşağılar Kızılay gibi kalabalık olmuştu! Sabah gelip akşama kadar saatlerce oturmaya ve yemeye dayalı bu kültür yerine saatlerce “hiking” yapıp, sandviç türü şeyler yeme, yeni yerler görme, yeni yerler keşfetme kültürünün bu toplumda yerleşmesini umut ediyorum!

Patalya oteli uzaklardan görülebiliyordu; otelde yanan bir ateşin dumanının kokusu birkaç kilometre uzaktaki bizlere kadar ulaşmıştı. Bu tür duman kokuları alınca etrafa dikkatlice bakıyorduk, çünkü bir yangın durumu varsa erken ihbar önemliydi. Yerdeki magmanın sızıntı şeklinde yeryüzüne çıkmasından oluşmuş taşların üzerinde yürüyorduk; ponza taşları gibi delikliydiler. Karşıdaki manzaraya bakınca sanki bir orman okyanusundaymışız hissi uyanıyordu; ama daha yüksek irtifalara çıkınca “Takke düştü, kel göründü!” Arka taraflar iyice seyrelmişlerdi. Bir orman okyanusunda değil sadece bir orman adasındaydık! Anadolu’da Japonlar yaşasaydı böyle mi olurdu acaba diye düşünmeden edemiyoruz! Orman da bir kültürdür! Cahilin eline dünyanın en büyük ve en muhteşem ormanını ver, orayı kele dönüştürür; bozar, seyreltir, koruyamaz, yakar, kül eder! Vedat hoca Romalıların da Anadolu’da epeyce orman azalttıklarını söyledi, eğer yanlış anlamadıysam tabii ki! Türkiye’nin ormanları azalıyor; resmi istatistikleri boş verin, ülkeye şöyle bir bakın, ormanlar azalıyor ve tükeniyor! Realite budur! Memleket arazisinin yüzde 26’sı ormanlık alan deniyor, bunun da yarısı bozuk orman alanı deniyor, geriye kalıyor yüzde 12’lik bir şey! Ülkemizin sadece yüzde 12’si orman gibi ormansa daha ne konuşuyoruz! Ciddi olalım!

Yurdum insanının bazı  güzel özellikleri olmakla birlikte en çok eleştirilecek yanı “Her şeye inanma eğiliminde” olmasıdır. Bir yetkili çıkıp “Ormanlarımız yüzde 10 arttı dese çok sayıda kişi buna inanır. İnanma eğiliminde olan toplumlar kaybederler, çünkü çabuk kandırılabilirler. İyi toplum, düşünen ve şüpheci toplumdur; araştıran ve gözlemleyen toplumdur. Bugün dünya yuvarlaktır diyoruz, neden? Çünkü birileri – çoğunluğun aksine – dünya düzdür dememişler, dünyanın düz olduğuna inanmamışlar! Yaygın görüşlere değil akıllarına güvenmişler, sorgulamışlar! Fakat her şeye rağmen orman alanlarının artırılmasına yönelik her ciddi çalışma alkışlanmalıdır!

Tepelere çıktıkça herkes “Kaçıncı tepedeyiz, kaç tepe kaldı?” sorularını soruyordu. Ot ve taşın yoğun olduğu yerlerden geçerken 40-50 santimlik küçük bir yılan kıvrıla kıvrıla hızla önümüzden geçip meçhule karıştı; bizden korkmuştu besbelli. Rotanın iniş kısmında da yılan derilerine rastladık. Yukarılarda nihayet Kara Akbabaları gördük; hava pek rüzgârlı değildi ama onlar kanat çırpmadan uçuyorlardı çünkü termalleri yani sıcak hava akımlarını kullanıyorlardı.

Ölmüş bir kaplumbağanın ağır kokusunun olduğu yerden geçtik; armut kakı ikramlarını yedik. Hemen her zaman olduğu gibi tatlı ikramları oluyordu; tek tuzlu ikramı Taylan beyden Ankara simidiyle geldi! Dağ Karanfili denilen bir çiçeğe rastladık. Buna aynı zamanda Baston otu da deniyormuş, Kütahya ve Bilecik taraflarında çokmuş ama biz bugün rotamızda epeyce gördük! Çınar Yapraklı Akçaağaç denilen ağaçlardan da gördük. Anıt ağaç niteliğine yakın devasa karaçamlar da etkileyicilerdi.

Çakmaktaşlarının cirit attığı bir yola geldik, Jak her zaman olduğu gibi yine bu taşlarla yakından ilgilendi. Dönüşte ise biri kocaman olmak üzere 2 taşı üşenmeden ‘gayri-nizami” çantasına yükledi ve o ağır çantayla 2-3 km yürüdü! Çanta derken, geçen hafta konuşulduktan sonra Taylan bey 30 litrelik güzel bir Timberline çanta almış ve iyi de yapmış! Doğru malzeme seçmek her zaman doğru bir iştir! 6 tepe ve sıkı bir yürüyüşten sonra nihayet orman yoluna kavuştuk. Bu yol, kışın bir göletçiğin olduğu yere kadar gider; şimdi oralar hep kurudur. Biz 13.45 gibi yemek molası verdik suyu akan bir çeşmenin yakınında.

Peynir, zeytin, domates, salatalık, çay, elma, mandalina, çiğköfte ve kekten oluşan bir menüyle öğle molası verimli geçti. Karaçamlarla başladığımız yürüyüşümüz köknarların altında devam ediyordu. Yemek molası verdiğimiz çeşmeden geriye dönerek Kızılcaören’e kadar inen vadiye yöneldik. Kalp şeklindeki yapraklar, halen taş gibi olan kuşburunları, henüz kurumamış, yeşilleri capcanlı olan yosunlu taşlar, küçük böğürtlenler, alıçlar, küçük yabani elmalar ve titrek kavakların arasından ilerledik. 1670 rakımlı tepeden 1244 rakımlı Kızılcaören çatalına iniyorduk. Karşıda Asar tepe görünüyordu. Vadiye indikten sonra Çengeller mahallesine doğru yürüdük ve yürüyüşü bitirdik.

Kondisyon artırıcı iyi bir yürüyüş oldu. Doğanın oksijeni insanı biraz çakırkeyif yapar ve tıpkı çikolata yemiş gibi insan kendisini daha mutlu hisseder! Hafta sonu AVM kültürü yerine doğaya giden, doğada dolaşan akıllı bir kültür yaratılmalıdır. Her şey bir kültürdür!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı Mevlana’dan bir sözle tamamlayıp bir müzikle sonlandırıyorum:

“Gelin bağa, yeşiller kuşanan doğayı görün. Her köşede bir çiçek dükkânı açan doğayı görün. Güller gülerek sesleniyor bülbüllere: Susun, susarak doğayı görün.”

http://www.youtube.com/watch?v=hztsZ1E1avo

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Bugün 1 Nisan Pazar günü; April Fools’ Day, Nisan Budalaları ya da Nisan Kaçıkları Günü; sanırım bir Fransız icadıdır bu şaka günü! Bugün Gökhan önderliğindeki Soğuksu-Kızılcaören doğa yürüyüşüne katıldım. Bir Strabon yürüyüşüydü; ilk yarısı çıkış olan ve ikinci yarısı kar içinde yürünen 10 km civarındaki bu yürüyüşün ayrıntılarına birazdan geleceğim.

Bugün geçmişte neler olmuş? Bir meraktır bu, kurtulamaz insan! Bazı şeylerden kurtulmanın en iyi yolu onları ertelemeyip yapmaktır! Olaylara bakarsanız işin içinden çıkılmaz, çok ayrıntı vardır; ama şunu bilmeliyiz ki bugün dünyada ne olmuşsa bir anlamda geçmişteki 1 Nisanlarda da onlar olmuş; aktörler değişmiş ama olan şeyler aynı. Birileri doğmuş, birileri ölmüş, birileri bir yerlere saldırmış, birileri hırsızlık yapmış, birileri kıt zekâlarına rağmen hem iktidara gelmiş hem de halkı sömürmüş, bir yerlerde yangın olmuş, birileri kitap yazmış, birileri kitap yakmış vs.. Genel olaylar itibariyle dünyada hiçbir değişim yok gibidir; bugün olanlar bin yıl önce de olmuş, 2 bin yıl önce de olmuş! Dünya aynı tas ve aynı hamamla devam ediyor!

1 Nisan 1815’te Almanya’nın ilk şansölyesi Otto von Bismarck doğmuş ve onun bir sözüyle yazıma resmi başlangıç yapacağım: “Gençliğe 3 öğüdüm var: Çalışın, Çalışın, Çalışın!”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Sabahki Mevlana seansından sonra saat 10 gibi yürüyüşe başladık. Bugün için hava durumu yağmurlu görünüyordu, etraf ise açıktı, ama Gökhan belki yağmur geçişi olur dedi ve bu ‘belki,’ öğleden sonra kısa bir süreliğine gerçekleşti. Bulunduğumuz yer 1090 rakımlıydı. Uzunca bir süredir yürüyüşlere gelmeyen Nazım hocanın yeni aldığı saatin altimetresi biraz farklı gösterse de Murat Süklün’ün saatinden düzeltme yapıyorduk. İnşaatına devam edilen yeni otelin önünden geçerken temiz akan suya çamurlu yağmur suları karışmaya ve hızla ilerlemeye başladılar. Herhalde yukarılarda bir yerlerde yağmur yağıyordu! Suyun ilerleyiş hızı ürkütücüydü! Vadi yataklarından aniden gelen sel suları korkunçtur ve vadi yataklarına çadır falan kurmak çok risklidir! Sizin üzeriniz açık güneş olabilir ama vadinin 5 km ilerisinde şiddetli sağanak vardır, o yüzden vadilerde çadır kurulmaz!

Orman içi inşaatlarda mesela 500 ağaç kesilecekse orayı yapan şirket ya da bir takım görevliler “Biz 3000 yeni ağaç dikeceğiz, merak etmeyin,” diye bir ikna metodu kullanırlar. 3000 tane yeni küçük ağaçla, o eski 500 tane büyük ağacın sayı karşılaştırmasını yapacak kadar bilgi ve akıldan yoksundurlar yani! Gerçek ormanların oluşması yüzyıllar alır; biz bugün belki 500 yıllık anıt ağaçlar gördük. Onlarca yılda oluşup büyümüş ağaçlarla yeni dikme ağaçları bir tutan kafadan daha cahil ne olabilir? Ülken yarın bir gün saçma sapan bir çöle dönüştüğünde sen burada olmayacaksın, ama gelecek kuşaklar burada olacaklardır büyük bir ihtimalle!

Kızılderililerin güzel bir sözü vardır: Dünyaya iyi bakın derler, Dünya ananızdan babanızdan size verilmemiştir, çocuklarınızdan size ödünç verilmiştir! Dünyayı atalarımızdan miras almadık derler, Dünyayı çocuklarımızdan ödünç aldık! Burada zekice bir mantık vardır! Yani bir otel için ya da başka bir şey için kestiğin ağaçları çocuklar ve gelecek kuşaklar sana ödünç vermişlerdir, sen şimdi düşük zekânla ve korkunç açgözlülüğünle o ağaçları kesiyorsun! Kesme, çünkü o ağaçlar senin değil, gelecekten sana ödünç verilmişlerdir! Kesme! Çölden vatan olmaz, çölden çöl olur ancak! Bir ülkede orman azalıyorsa ve bunun doğal bir sebebi de yoksa o ülkede boş yere ağaç kesen alçaklar ve hainler çok demektir!

Yollarda her yerden sular akıyordu; karlar eriyordu, küçük göller oluşmuştu! Yılın ilk Muscari’lerini gördük. Aslen Akdeniz ve Batı Asyalıdır bunlar. Latince muscus’dan geliyormuş. Bizde Dağ Sümbülü de diyoruz ya da Arap Sümbülü ve hatta Üzüm Sümbülü diyen bile var! Bu mor çiçeklerde musk kokusu vardır. Molalarda Nazım hoca klasik şiir okumalarını yapıyordu. Bugün, “Dünyanın En Tuhaf Mahlûkusun,” “Güneşin Sofrasında Söylenen Türkü,” “Bence Sen de Şimdi Herkes Gibisin,” gibi Nazım Hikmet şiirleri okudu ve Aykut hocanın (Mısırlıgil’in) Nisan ayındaki 350 liralık Diyarbakır-Mardin gezisinden bahsetti.

Aklıma gelmişken söyleyeyim. Murat Süklün bir belgeselden bahsetmişti, ilginç bir şeydi. 1945 yılında Erzurum’da bir kayakla atlama rampası inşa edilmiş. Ahşap atlama rampasının bir öyküsünü veriyor belgesel. Zaten o zaman dünyada belki bir iki yerde varmış sadece. Türkiye, tarihinin en büyük ışığını elbette Atatürk zamanında almıştır ve onun ölümünden sonra o ışık azalmaya başlamıştır. O ışığın basit birkaç ismi var: Bilime ve akla yönelmek, idealist olmak ve dürüst olmak! Biri bana Atatürk dönemi nedir derse ben işte bu önemli değerlerin yükselişe geçtiği bir dönemdir derim! Bu atlama rampasını da ben o döneme yakın olmanın getirdiği bir ivmenin sonucu olarak gördüm.  O belgeseli merak eden değerli okuyucuya da bir bağlantı sunayım: Esası sanırım 1 saat kadar; bu kısa bir tanıtım veriyor.

http://www.dagfilmfest.org/Film/46/RAMPA

Yamaçlardan kopup gelmiş, parçalanıp dağılmış taşların yanlarından geçip bir şelaleye geldik. Oradan itibaren tırmanmaya başladık. Etrafta pek fazla akbaba yoktu; Jak dürbününü getirmişti. Ben yine böyle etrafta akbaba yok derken bir tanesi oldukça yakınlarımızdan dev kanatlarıyla havalanıp göklerde kayboldu. Hedefimiz 1400 rakımlı Karaseki denilen tepeydi. Güneş bir açıyor bir kapıyordu. Gülşen pek fazla kış yürüyüşüne gelmediği halde bugün iyi bir kondisyona sahipti. Ağaçkakanlar bazı ağaçları delik deşik etmişlerdi ve Jak ara sıra uzaklardan bu kuşların seslerini duyabiliyordu. Etrafımız ötücülerle doluydu.

Yolda Geyik dışkılarına rastladık ya da Karaca dışkıları! Buralarda dolaşmaları harika bir şey, tabii bir takım aklıevveller veya deliler bunları vurmaya çalışmıyorlarsa iyidir! Jak yine bir kuştan bahsetti, herhalde Deniz Kırlangıçları’ydı. Bunlar senede 2 kez Kuzey kutbunda yumurtladıktan sonra kışı geçirmek için Güney kutbuna uçarlarmış! Epey bir mesafe!

Tırmanış etabında yine 1 metre derinliğe sahip ve aniden çöken kar yapısı vardı ve kasları geliştirici bir zorluk yarattı. Birkaç tane anıt karaçam gördük, dimdik ayaktaydılar. Kuşburunları neredeyse tükenmişti. Kuşburnu marmeladı yememiz için yenilerinin çıkması gerekecekti.

Tırmanışın sonunda Milli Park orman çevre yoluna çıktık. 1500 üzeri rakımlardaydık. Uzaklardan Patalya otelini görebiliyorduk. 1660 rakımın olduğu yerden sağa saparak açıklık alana gelip yemek molası verdik. Benim kıymalı börek-maydanoz mönüme bugün sadece 3 fıstık ezmesi eklemiştim. Artık değişik bir şeyler getirme zamanı geldi! Max’ın dağıttığı pişmaniyelerden ya da tel helvalardan yedik ve pişman olmadık! Bu tereyağlı tatlı Kocaeli bölgesinin ünlü bir tatlısıdır.

Yeniden yola koyulduk. Yemek yediğimiz yer 1686 rakımlıydı; Çakmaklı Doruk alanındaydık. Hemen yakında 1776’lık Tolunbelen tepesi de görünüyordu. İleride uzaklarda Asar tepeyi gördük. Sanırım Gökhan bir gün Tolunbelen-Asartepe transı şeklinde sıkı bir yürüyüş düşünüyor.

Artık iniş vaktiydi; 1445 rakımlara geldiğimizde geyik toynağı izlerine rastladık. Uzaklardan ağaç kesimi sesleri duyduk ve duman gördük. 1244 rakımlı Çatalçeşme’ye indik ve Kızılcaörenli köylülere rastladık. Çay içiyorlarmış ama bana ağaç kesiyorlarmış gibi geldi! Herhalde kaçak kesimdi. Çatalçeşme’den başlayan yol 1064 rakımlı Çengeller mahallesine kadar iner; biz de oraya geldiğimizde kaptan Yusuf bizi bekliyordu. Bu yol, çeşmelerle dolu, sulak, pek hoş bir yoldur. Yolda kavak ağaçlarını kesip bir traktöre yükleyen köylülere rastladık; traktörü alçak bir yere almışlardı ve iki ağaçtan da kızak yapmışlardı; pratik bir yükleme tekniğiydi bu. Antrenman bağlamında iyi bir yürüyüş oldu. Yürüyüş sonrası verilen yemek molasında ben önceki yürüyüşlerde bir başkasından gördüğüm projeyi nihayet uygulama olanağı buldum. Her zaman alıp da ancak yarısını yiyebildiğim 3 tavuk budunu kâğıda sarıp dışarıdaki bir sokak köpeğine verdim; kemikleriyle beraber kıtır kıtır bir iki dakikada silip süpürdü!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Playing for Change; Gimme Shelter.

http://www.youtube.com/watch?v=GJtq6OmD-_Y&feature=related

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

Older Posts »