Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘dağ ve doğa yürüyüşü’

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

29

Bugün 4 Aralık 2016, Pazar günü. Yılın 338. gününe gelmişiz; 27 gün sonra 1 yıl gibi evren ya da uzay zamanında çok önemsiz, çok minik bir zaman süresi daha geride kalacak ve her zamanki gibi insanlar yeni yıla yeni umutlarla ama eski akıllarıyla girecekler! Oysaki yeni umutların gerçekleşmesi eski akılla değil yenilenmiş, kendisini geliştirmiş, geçmişten dersler çıkarmış yeni akılla olur ancak! Yeni bir şey, yeni bir aksiyon, yeni bir düşünce gerektirir; aynı aksiyonla, aynı düşünceyle yeni şeyler çıkmaz!

yurecikk

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum. Her zaman olduğu gibi yine grubun web sitesi linkini ve Facebook sayfasını aşağıya veriyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Ayrıca etkinliğin fotoğrafları için de aşağıdaki linke bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMFAxAln20s0c1XwMCjdPwk-pZNbwcfVrR5qMdpknIDRdMW1QoWEWSKF2isDje-lQ?key=TFVYM0t6aXB3ZWRkWmtzZkdiLWx6djhtN0dTX3RB

Karabük Eskipazar ilçesinin Yürecik köyünden başlıyor bugünkü yeni rotamız. Gerede’ye girmeden Ankara Karabük yoluna sapıp oradan ilk önce Eskipazar’a gideceğiz. Sonra da Mengen yolunu alarak Yürecik köyüne doğru ilerleyeceğiz.

28

1220 rakımlı Yürecik köyü rotamızın start aldığı yer. Buradan batı yönünde 1440 rakımlı Çilekbeli geçidine doğru yürüyeceğiz. Bu geçide ulaştıktan sonra ise güney batı yönünde bulunan 1430 rakımlardaki Dökük yaylasına doğru inişli çıkışlı bir rota izleyeceğiz. Köknar ağaçları, anıt çamlar, yer yer kayın ağaçları, az da olsa kuşburunları yol boyunca bizimle beraber olacak.

Dökük yayladan sonra hafif güney batıdaki komşu yaylaya geçeceğiz. 1420 rakımlı bu yaylanın ismi Kurtça yaylası! Kurtlarla özdeşleşmiş bir yayla! Bu küçük yaylaları bitirip bu kez daha büyük bir yaylaya, güney batıdaki Soğucak yaylaya geçeceğiz. Adı üstünde soğuk bir yayla çünkü rakımı yüksek! 1700’ün üzerinde bir rakıma sahiptir bu yayla ve elbette bol karlı olmak için gerekli bir yapıya da sahip.

dsc02221

Soğucak’tan sonra güneye, daha doğrusu hafif güney doğuya doğru epey bir inişimiz olacak. Adiller köyünün hemen batısında yer alan küçük mahalleye kadar gideceğiz. Bu mahallenin hemen güneyinde iki vadi yer almaktadır. Soldaki uzun vadiye gireceğiz. Bu çok uzun vadi bizi Çayören Güneyköy yaylasına kadar götürecek. 1700’lere yakın bir rakımı olan bu yayla da bol karlı olmaya aday bir yayladır! Buranın biraz daha güneyi Bolu – Çerkeş -Ilgaz – Samsun yoludur, biraz derken irtifa olarak en az 350 metre aşağıdadır. Bu yol üzerindeki 1345 rakımda bulunan OPET benzin istasyonuna inerek yürüyüşümüzü tamamlayacağız; planımız kabaca buydu. Ancak derin kar nedeniyle bu plan değişti. Yaşam dediğimiz şey zaten yapılan planlardır ve bu planlara hayatın müdahalesidir ve sonrasında da bizim yeni planlarımızdır, hayat budur!

Ergün hoca bu yukarıdaki plana bağlı kalırsak derin kardan dolayı sabah saatlerine kadar sürebilecek “ultra” bir yürüyüşe sebep olacağından rotayı kısalttı. Kurtça yaylaya kadar plana sadık kaldık oradan Soğucak yaylaya çıkış yapmayıp batıdaki MengenÇayköy’e gittik. Rota kısalmasına rağmen 20 km uzunlukta 9 saat 7 dakika süren ve toplamda sadece 15-20 dakika durduğumuz çok sağlam, bir anlamda kardiyo geliştirici bir derin kar yürüyüşü ve bir “dondurma soğukluğu” yürüyüşü oldu. Hareket halinde olduğumuz için soğuğu çok hissetmiyorduk ama durduğumuz zaman bu soğuğu çok daha iyi algılayabiliyorduk.

Biz kar yürüyüşlerine yıllardan beri genel olarak kademeli geçerdik, vücut kademeli olarak alışırdı. 5 cm, 10 cm, 30 cm, 1 metre derken bu kez bu sene hızlı bir geçiş oldu, bir anda yarım metre, zaman zaman 1 metreye yakın derinliklere de rastladık. Yılın ilk ciddi kar yürüyüşüydü ve umarım devamı da gelir çünkü derin kar yürüyüşleri bir ayrıcalıktır.

Bugünkü etkinliğimizin ayrıntılarına geçmeden önce geçmişte bugün ne olmuş şimdi ona bakacağım kısaca. 4 Aralık 1131 yılı İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın ya da orijinal ismiyle Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’ın yaşamını yitirdiği gündür. Şimdi Hayyam’dan birkaç özlü söz verip yazıma resmi olarak başlayacağım. Şöyle der Ömer Hayyam: “Eğer her şeyini kaybetmişsen ve cebinde bir ekmek alacak kadar paran kalmışsa, git kendine bir demet menekşe al ve ruhunu besle. Bence bu çok anlamlıdır ve kişinin öncelikle ruhunu beslemesi lazım.Şu sözü de güzeldir: “Cehennemi gerçekten bilmek mi istersin? Dünyada cehennem, ehil olmayanla konuşmandır.” Ve son olarak şunu vereyim, Shakespeare-vari bir cümledir bu: “Girme şu alçakların hizmetine: konma sinek gibi pislik üstüne. İki günde bir somun ye, ne Olur! Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!” Ömer Hayyamı da ve onun yaşam dolu güzel sözlerini de burada sevgiyle anmış olalım ve gelelim bugünkü etkinliğimize.

Yürüyüş yapacağımız Eskipazar bölgesi dendiğinde akla ilk gelen isim Hadrianapolis’tir! Bu Roma antik kenti henüz önemli ölçüde günışığına çıkmamıştır! Memleket boş işlerle ilgilendiğinden böyle önemli şeylere, geçmişimizin bilimsel olarak karanlıktan aydınlığa çıkarılması meselelerine, Mars projesi gibi büyük düşünce konularına zaman kalmamaktadır! Güzergâhımız üzerinde olsaydı Hadrianapolis antik kentinin bir havasını koklayıp, kendimizi kısa bir süre de olsa geçmişe, Romalıların çağına ışınlayabilirdik!

Eskipazar’ı da Hititler kurmuşlardır! Sonra Romalılar burayı alınca ismi “Hadrianopolis in Paphlagonia” olmuştur. Tabii bize geçince önce Viranşehir ve sonra da Eskipazar’a dönüşmüştür. Kim bir yeri ele geçirdiyse onun ismini de değiştirmiştir çünkü şişkin ego ve ilkellik eski ismi muhafazaya, geçmişe saygıya pek izin vermez!

Sabah 6.40 Ankara’dan yola çıkış zamanıydı, 6.30’larda duraklarda yerler alındı. Sabah kapkaranlıktı! Yaz saati denilen akılcı ve mantıklı bir uygulama vardı bir zamanlar! Bir süre sonra hep böyle konuşacağız: Bir zamanlar şu güzel şey vardı, bir zamanlar bu güzel şey vardı, bir zamanlar memlekette kitap okunurdu; yanlışlara battıkça geçmiş de bize daha güzel görünecektir!

Araçta giderken Cihan hoca kendi tabletinden güzel bir Sebastian Bach klasik müziği çaldı. Sabah Kurtboğazı Baraj bölgesi sislerle kaplıydı; baraj gölü enfes bir güzelliğe bürünmüştü. Böyle güzellikleri genellikle balıkçılar, avcılar ve elbette yürüyüşçüler yakalar ve yaşamın bütün derinliği işte bu anlarda, bu anlara tanıklık etmekte yatar!

Her zamanki gibi önce Sarı’nın Huzur Lokantası’nda kahvaltı yaptık ve ardından Yürecik köyüne ulaştık, daha doğrusu Yürecik köyünün Taşmanlar mahallesine 1 km kadar uzaklıkta ana yolda araçtan indik. Pazar günü için hava durumu en yüksek 3 derece görünüyordu ve parçalı bulutluydu. Bu bölgede nem oranı da %80’ler civarında olduğundan oldukça serin bir hava ve elbette karla kaplı orman yolları bekliyorduk ve öyle de oldu. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru rahatlıkla -8’lere, -15’lere kadar inecekti.

Araçtan iner inmez güneşin altında parıldayan kar zerrecikleri “iyi ki geldik” sözünü hemen söyletti bize ya da Yahya Kabak hocanın bir zamanlardaki sözünü hatırlattı bize: “İyi ki geldik yav, iyi ki buradayız!” Doğa bir diriliştir, varoluşumuzun derinlerine hitap eden bir şiirdir!

Hava soğuktu, güneşse yalnızca yüzümüzü ona döndüğümüzde ısıtıyordu. Ancak güneşte nadiren yürüdük, çoğu kez orman içlerindeydik. 1282 rakımdan yürüyüşe başladık. Yüreciğe 3 kilometre yürüyecektik. Yolun önemli kısmının kar açıcılık işini Ergün hoca ve Cihan hoca yaptılar.

Saatlerimiz 10.12’yi gösteriyordu. Mevsimler içerisinde “masalsı güzellik” deyimini insan en güzel karlarla kaplı bir ormanda, o bembeyaz sessizlikte, o gerçekdışı gerçeklikte yaşar. Sabah kalkmak zordur, hava soğuktur, yürümek epey bir çaba gerektirir ama işte bunları yapmadan o masalsı güzellikler yaşanmaz; kömür kokulu rezil bir şehrin çaresiz sokaklarında, trajik haberlerin moralleri dinamitlediği bu akıldışılık dünyasında çürür gider insan! Doğa yürüyüşü bu çürümeye karşı bir isyandır, rezilliği, medeniyet adı altındaki çirkinlikleri, aptal haberlere boğuluşu bir reddediştir!

Taşmanlar mahallesi yakınlarından Yüreciğe doğru yürüyüşe başladık. Yollar buzluydu, köylerin ara yolları daha şimdiden kapanmışlardı. Kar taneciklerinin mükemmel geometrik görünüşlerine hayranlıkla baktık; fiziki evrenin, fizik kanunlarının sanat şaheserleriydi bunlar.

Güneş de gölgeler vasıtasıyla inanılmaz sanatlar yaratıyordu. Dik bir çıkışa geldik. Ergün hoca haritayı zaman zaman inceliyordu. Yürecik pek sevimli, pek hoş, pek sakin bir dağ köyüydü; güneşin altında ışıl ışıl parıldıyordu. Öylesine doğal, öylesine huzur veren bir yerdi! Köpeksiz köy olmaz derken havlama sesleri duyuldu. Eski bir fırının ahşap kulübesine, çeşmenin buzlanmış yosunlarına, samanları traktöre yükleyen samimi köylüye veda ederek yolumuza devam ettik.

8

Reha hoca kısa kolla soğuğa meydan okuyordu ve Cihan hoca da onu uyarıyordu, üşüyeceksin diyordu! Tozluklarımız çabucak donmuşlardı. Gölgeler kutupsal bir karaktere bürünüveriyorlardı. Şanslıydık çünkü rüzgâr yoktu, yaprak kımıldamıyordu.

Hedefimiz Çilekbeli geçidiydi ki 1440 rakımdaki bu noktaya 3 saat yürüyerek 6.76 km kat edip geldik. Burada 10-15 dakikalık hızlı bir yemek molası verdik. Boşalan baterilerimizi, boşalan midemizi doldurduk. Tatlı bir güneşin şefkatli eli altında ton balıklı sandviç, Amasya elma, kakaolu Eti gofret, mandalina yedik ve ardın da ayvalı ıhlamur içtik ve vakit kaybetmeden yola koyulduk.

Şimdi iniş zamanıydı. 1437’lerden 1290 rakımlara dek inecektik. Ormanda yürürken güneşin ağaçlar arasından ani beliriveriş ve ani kayboluşlarını ilgiyle izleyecektik. Sanki oyun oynayan haylaz bir çocuk vardı tepemizde! Öteki yıldızlar, onun hemcinsleri ondan çok uzakta olduğundan bu kozmik bebek de bizimle oynamayı seçmişti! Sararmış yapraklara tutunmuş karlar, güneşin ve dondurucu soğuğun birer oyuncağıydılar adeta çünkü güneş karı suya çevirmeye, soğuk da onu dondurmaya çalışıyordu. Zıt güçlerin çatışma alanındaydık.

Nadiren ayı yavrusu ve domuz izlerine ve bir de tavşan izlerine rastlıyorduk. Bugün hocalar günüydü: Reha Bahtiyar hoca, Hasan hoca, Gazanfer hoca, Uğur hoca, Koray hoca, Cihan hoca… Tecrübeli ve sağlam bir ekiple yürüdük.

Orman içinden orman yoluna çıkar çıkmaz yürüyüş zorlaşıyordu çünkü kar çoğalıyordu! Dökük yaylaya vardığımızda 1420 rakımlardaydık, 10 kilometreden ve 5 saatten fazla yürümüştük. Halen orijinal rotadaydık. Ve bundan sonraki hedefimiz Kurtça yaylasıydı. Oraya gittiğimizde Ergün hoca durum değerlendirmesi yapacaktı. Kurtça yaylasına vardığımızda hemen güney batıdaki Soğucak yaylasını görebiliyorduk. Burada Soğucak’tan vazgeçme kararı alındı çünkü 300 metrelik bir derin kar çıkışı olacaktı ve oradan Adiller’e insek bile uzun vadi rotası çok karlı olduğundan orijinal rotada kalmakta ısrar edersek sabah saatlerini bulacaktı yürüyüşümüz.

Rotamız doğru bir şekilde Mengen’in bir ilçesi olan Çayköy’e döndü! Ergün hoca zaman zaman telsizle Reha hocayla konuşuyor ve kararan ortamda ekibin arkasında kalan var mı diyordu. Ekipte kopma olmadı. Hemen her zaman herkes görüş alanındaydı.

Artık hava kararmaya başlamıştı, ortam esrarengiz güzelliğe bürünmüştü; doğa gece kıyafetini giymekteydi. 15. kilometreye geldiğimizde rakımlar da 1300’ü göstermekteyken kuzeyde uzaklarda ışıklar gördük ve ezan sesi duyduk. Orası Banaz’dı, Mengen ilçesinin köylerinden biriydi. Güneş batınca hava sıcaklığı da ani bir düşüş gösterdi.

1200 rakımlardaki bir açıklığa geldiğimizde müthiş bir manzara da bizleri bekliyordu! Karlı dağların ardında güneş batmıştı; kızıllıkta kırmızının tonları ve sarının tonları hâkimdi; uçakların bıraktığı izler avuç içi yaşam çizgileri gibi karmaşıktı! Aşağıdaki ovalara ise harika sisler inmişti. Bu mistik görüntü bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü! Bizi, varoluşun mucizeleri denen olağanüstü bir boyuta taşıdı. Bu doğal seyir terasında biraz zaman harcayıp inişe devam ettik.

32

1050 rakımlarda bulunan ve Çayköy’ün mahallelerinden biri olan Gülistan mahallesine inmiştik. Hoşsohbet yerel halktan birileriyle muhabbet yapıldı. Kaptan Gökhan’ın buraya gelmesi zordu, gerekirse zincir takacaktı. Yol buzluydu ve o yüzden 870 rakımlı Çayköy’e birkaç kilometre daha, yaklaşık 3 kilometre daha yürüyüp aracımıza ulaşmaya karar verdik ve de iyi ki de vermişiz çünkü kafa lambalarımızla aşağıya inerken karların üzerindeki ışıltılar bizi büyüledi. Sanki binlerce göz bize bakıyordu.

Tuhaf, esrarengiz kuş ötüşleri duyduk bu yolda ve tepede Ay, hilal şeklinde bizi izliyordu, doğa her zaman bizi izler! Bir de parlak bir yıldız vardı. VenüsJüpiter mi? Doğu ufkunda gördüğümüz bu parlak yıldız muhtemelen Jüpiter’di. Gökyüzü bize Mars gezegenine gidiş projelerini anımsattı. Biz bu projenin neresindeydik? Değiştirilemez gerçekleri değiştiren milletler büyük milletlerdir! Mars’ta koloni kurmak böyle bir iştir, imkânsız görünenin peşine düşmektir bu! Yüksek bilime sahip olmayan bir ülke ciddiye alınan bir ülke değildir! Yüksek bilimin, yüksek sanatın peşine düş, yoksa itibarın hiçbir zaman olmayacaktır!

Sonunda mutlu sona ulaştık ve kaptan Gökhan bizi henüz Çayköy’e varmadan aldı, sonra da dönüş yeri olmadığından geri geri köye gittik! Sarı’nın yerinde fındıkla yanan sıcak soba ve kemik suyu çorba molası verdik. Sıcak sobanın kor görüntüsünde düşüncelere daldık ve sonra doğruca Ankara’ya döndük.

Şimdi bir Zen hikâyesi verip yazımı sonlandıracağım:

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra topraktaki bir delikten iki farenin çıktığını ve hemen yanı başındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı…

İşte doğa da bizim için bu yaşamdaki çileklerdir, geleceği unuttuğumuz şimdiki andır! Yukarıda bir kaplan veya bir sırtlan, aşağıda bir uçurum, ama bir de bize umut veren çilekler var, doğa var, doğanın güzellikleri var ve biz çirkinlikler içinde bulduğumuz bu güzelliğe, doğaya, akıllı insanların bu ebedi limanına sığınıyoruz, yukarıyı ve aşağıyı unutuyoruz!

Güzel bir rotaydı “yeni” bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kongar-ol Ondar, Büyük Nehir, değişik bir türkü!

https://www.youtube.com/watch?v=MfHmjHEKygs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

konakl 002

2013 yılının son ayına girmiş bulunmaktayız; bir yıl daha bize veda edecek; aslında bütün yıllar birer limandırlar; biz gemimizle gelir o yıla demir atarız daha sonra da bir sonraki limana doğru yola çıkarız. Ne kadar çok limana uğramışsak o kadar şanslıyız demektir! Bu işlemi sonsuza dek yapabilirsek eğer, o zaman da ölümsüz bir kaptanız demektir!

Bugün 1 Aralık Pazar günü. 2 aylık bir aradan sonra yeniden tapınaktayım, ormandayım, bizim için tek gerçek kutsal mekânda, doğanın içindeyim, sessizlikle bütünleşmiş yeşil evdeyim! Bu hafta sonu etkinliğimi Çamkoru Tabiat Parkı taraflarında bulunan Üyücek-Konaklı yaylaları bölgesinde geçirdim. Etkinliğe dair ayrıntılardan önce mazinin ayrıntılarına bir bakacağım şimdi ya da iki bakacağım!

1 Aralık 1935 yılı Woody Allen’in doğum günüdür. İyi bir yönetmen olan Allen’in oldukça güzel özlü sözleri de vardır. “Hayatımız, onu nasıl bozmayı seçtiğimizden ibarettir,” der Woody Allen. Çok sayıda komik sözlerinden de bir tane buraya aktarayım: Ölümden sonra yaşam varsa ve hepimiz aynı yerde buluşacaksak, beni aramayın, ben sizi ararım!”

Şu anda kullanmakta olduğum harfler 1 Aralık 1928 yılında yürürlüğe girmişlerdi. Günlerin geçmişlerini incelemek eğlenceli ve faydalı bir şeydir ve insan fırsat buldukça mazide neler olmuş buna bakmalıdır çünkü bugün gördüğümüz her şey dünden kalmadır, geçmişten gelmedir; bugün var olan ne varsa kökü mazidedir. Şimdi yeniden etkinliğimize dönelim:

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam, Kızılcaören, Yanık ve Bulak isimli klasik duraklarımızı geçtikten sonra sağda Dereneci göletini görürüz. Biraz ileride solda Çamkoru Tabiat Parkı’na giden bir yol vardır. Bu yol üzerinde 1 km sonra Üyücek Yayla yolu ayrımına gelinir; biz bu rotada genellikle buradan, bu yol ayrımından yürüyüşe başlarız ama bu kez biraz daha geriden başladık. Kışın zaman zaman Üyücek yolu karla kaplı ve kapalıdır. Yol ayrımındaki rakım 1387’dir. Yayla ise batıda 1530 rakımlardadır. Üyücek köyü yolun karşı tarafındadır Dereneci göletine yakındır. Köylüler 1160 rakımlı köylerinden 1530 rakımlı yaylalarına gelirler.

Artık apartman tarzı ucube-beton binaların bulunduğu yerlere yayla demek de pek doğru olmaz, başka bir isim bulmak gerek! O eski yaylalara “Organik Yayla” diyebiliriz; şimdikilere de belki “Bitik Yayla” diyebiliriz, yani bitmiş, tükenmiş, şahsiyetini yitirmiş, yayla gibi olmayan yayla, sahte yayla!

Daha önceki bir yazımda Üyücek’in anlamını yazmıştım, yığma toprak tepe anlamına geliyor; höyük anlamına gelir yani bu sözcük. Biz bölgede genellikle Üyücek Yaylası – Çamkoru Tabiat Parkı geçişi yapardık; bu kez Üyücek yaylasından güney doğuda bulunan Çamkoru’ya değil hemen batıda bulunan Konaklı Yaylası’na geçiş yapacağız, yani başlangıç planımız buydu. Yürüyüşlerin doğaçlama yanı bulunduğu için başlangıç planları duruma göre değişebilir. Konaklı yaylası Meşeler yaylasına da çok yakındır. Konaklı’da siyasetçi, şair ve yazar İzzet Ulvi Aykurt beyin konağı vardır, soyadını Atatürk vermiştir ona. Alakoç yaylası da hemen oradadır! Biz bu iki yaylayı da uzaktan görüp doğrudan Meşeler yaylasına geçtik o yüzden konağı fotoğraflama işini bir sonraki gelişimize erteledik.

Üyücek ve Konaklı yaylaları arasında Gökkaya tepesine de uğradık bugün. Bu bölgede ayrıca 1815’lik Sivriceören tepesi vardır. Bunun hemen batısında da (Konaklı yaylasının tam güneyinde) Yangın kuleli 1850’lik Pınar tepe vardır, yani iyi bir antrenman bölgesidir burası; özellikle karda buralara tırmanmak insana iyi bir disiplin verir; insan yaşamını disipline etmelidir çünkü disiplin insanı diri tutar.

Artık kış geldi. Çantalara ekstra malzeme koymakta yarar bulunmakta. Hava erken karardığından bir kafa lambası güzel olur. Bir çakı iyi olur; Gerber’in karbon çelik çakıları oldukça hafiftir. Küçük bir kibrit ya da bir çakmak faydalı olur. Küçük bir pusula, 3-5 yara bandı, bir hakem düdüğü gerektiğinde müthiş yararlı olabilirler. Kar maskelerini ve su geçirmez eldivenleri de kışın çantadan eksik etmemek gerekir. Bu bahsettiğim şeyler pek bir ağırlık yapmazlar. Kışın termos kaçınılmazdır. Bir çift ayakkabı bağcığını da çantanın ceplerinden birine atabilirsiniz; mesela kemeriniz koptu, bu bağcıklar bu sorunu hemen çözerler. Kemer diyip geçmeyin, kopunca ya elle tutacaksınız pantolonu ya da elle tutacaksınız, bağcık yoksa!

Sabah 8.30 olduğunda artık Ankara’dan ayrılmıştık. Doğaya her çıkış bir heyecandır ve bu heyecanı yaşam boyu korumak gerek. Hava durumu sisli dese de güneşi gördüğümüz bir havada yürüyüşe başladık ve keçi patikalarından batıya doğru tırmanıp bizi yaylaya götürecek sırt açıklığına çıktık. Yer yer bozkır yer yer orman alanıydı. Kuşların yine sadece seslerini duyuyorduk. Böcekler sırra kadem basmışlardı, böceksiz günler başlamıştı! Kırağıların üzerine her bastıkça tıkır tıkır sesler geliyordu. Sarıçamların sarı gövdeleri güneş her vurduğunda altınımsı bir renkle bize eşlik ediyorlardı. Çok genç yaşta ölmüş kaplumbağaların kabuklarından başka bir de geyik boynuzuna rastladık bugün, kemiksi yapıları vardı bunların.

Ardıçlar, dikenler, likenli kayalar, ağaçlardaki sakal likenleri derken Üyücek yaylasına vardık ve güney batı istikametinde ilerledik ve Pınar Tepe eteklerine kadar geldik. Buradan kuzey yönüne dönüp yemek molası vermek üzere Gökkaya tepesine doğru tırmandık. Yol güzergâhı üzerinde tombul tombul kuşburunlarını marmelat gibi yemek pek keyifliydi. C vitamini açısından çok güçlü olan bu Rosa Canina’ları kış boyunca yemek gerek! Sait hoca dikkatli bir şekilde güz çiğdemleri arıyordu. Yapraklar damlalıydı, yollar hafif karlıydı, gökler bulutlu, ağaç gövdeleri mantarlıydı, sarmaşıklar sırnaşıktı, karınca yuvaları karıncasızdı, sular da donmuştu! İnişler, çıkışlar, molalar şeklinde ilerliyorduk.

Yemek molasını ormanlık bir alanda verdik; saat 13.30’u geçmişti. Kekikli-naneli börek, yaprak sarma, çay ve kekten oluşan bir mönüyle açlık maziye karıştı! Hava 8-9 derece civarındaydı. Ağaç kesim alanına geldik; çok seyrelmiş ve bozulmuş bir orman alanıydı burası. Gökhan geçmişte buraların çok daha yoğun orman bölgeleri olduğunu birkaç kez söylemişti. Alakoç ve Konaklı yaylalarını gördük uzaktan; artık hedefimiz Meşeler yaylasıydı. Güneş açmış, hava güzelleşmişti. Levent yine arkadan çaktırmadan fotoğraflarını çekiyordu. Özgür de görmediğimiz şeyleri görüp duruyor, fotoğraflıyordu!

Güneş batışa geçmişti ve yemyeşil yosunlar da sanki bunu çok iyi biliyorlarmış gibi her bir ışık tanesini adeta içiyorlardı. Güneş demek her şey demekti ve doğada yaşayan her canlı bunu çok iyi biliyordu. Doğanın huzuru bizlere de geçiyordu; şüphesiz doğa elinde sihirli bir değnek bulunan yaşlı bir büyücüydü. Yürüyüşümüz Meşeler yaylasında sona erdi; Özgür’ün
verdiği bilgilerde 15.84 km yürüdüğümüz yazmaktaydı.

http://www.mapmyhike.com/workout/439743937  (Özgür Salcan)

Vücudumuz dinlendi; biz yorulmuşuz derken aslında biz dinledik! Doğa yürüyüşleri dinlendirir; bütün bir haftanın yükünü alır yok eder! Şehirden her fırsatta
kaçmak gerek, çünkü şehir insanı yorar, onu çürütür, onu karartır; doğa ise
insanı dinlendirir, onu gençleştirir, onu parlatır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:  Bir Hint-Arap Chillout müziği, değişik şarkılardan oluşan uzunca bir potpuri.

https://www.youtube.com/watch?v=BUdjqbMVJMs

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »