Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘doğa gezginleri’

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

konakl 002

2013 yılının son ayına girmiş bulunmaktayız; bir yıl daha bize veda edecek; aslında bütün yıllar birer limandırlar; biz gemimizle gelir o yıla demir atarız daha sonra da bir sonraki limana doğru yola çıkarız. Ne kadar çok limana uğramışsak o kadar şanslıyız demektir! Bu işlemi sonsuza dek yapabilirsek eğer, o zaman da ölümsüz bir kaptanız demektir!

Bugün 1 Aralık Pazar günü. 2 aylık bir aradan sonra yeniden tapınaktayım, ormandayım, bizim için tek gerçek kutsal mekânda, doğanın içindeyim, sessizlikle bütünleşmiş yeşil evdeyim! Bu hafta sonu etkinliğimi Çamkoru Tabiat Parkı taraflarında bulunan Üyücek-Konaklı yaylaları bölgesinde geçirdim. Etkinliğe dair ayrıntılardan önce mazinin ayrıntılarına bir bakacağım şimdi ya da iki bakacağım!

1 Aralık 1935 yılı Woody Allen’in doğum günüdür. İyi bir yönetmen olan Allen’in oldukça güzel özlü sözleri de vardır. “Hayatımız, onu nasıl bozmayı seçtiğimizden ibarettir,” der Woody Allen. Çok sayıda komik sözlerinden de bir tane buraya aktarayım: Ölümden sonra yaşam varsa ve hepimiz aynı yerde buluşacaksak, beni aramayın, ben sizi ararım!”

Şu anda kullanmakta olduğum harfler 1 Aralık 1928 yılında yürürlüğe girmişlerdi. Günlerin geçmişlerini incelemek eğlenceli ve faydalı bir şeydir ve insan fırsat buldukça mazide neler olmuş buna bakmalıdır çünkü bugün gördüğümüz her şey dünden kalmadır, geçmişten gelmedir; bugün var olan ne varsa kökü mazidedir. Şimdi yeniden etkinliğimize dönelim:

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam, Kızılcaören, Yanık ve Bulak isimli klasik duraklarımızı geçtikten sonra sağda Dereneci göletini görürüz. Biraz ileride solda Çamkoru Tabiat Parkı’na giden bir yol vardır. Bu yol üzerinde 1 km sonra Üyücek Yayla yolu ayrımına gelinir; biz bu rotada genellikle buradan, bu yol ayrımından yürüyüşe başlarız ama bu kez biraz daha geriden başladık. Kışın zaman zaman Üyücek yolu karla kaplı ve kapalıdır. Yol ayrımındaki rakım 1387’dir. Yayla ise batıda 1530 rakımlardadır. Üyücek köyü yolun karşı tarafındadır Dereneci göletine yakındır. Köylüler 1160 rakımlı köylerinden 1530 rakımlı yaylalarına gelirler.

Artık apartman tarzı ucube-beton binaların bulunduğu yerlere yayla demek de pek doğru olmaz, başka bir isim bulmak gerek! O eski yaylalara “Organik Yayla” diyebiliriz; şimdikilere de belki “Bitik Yayla” diyebiliriz, yani bitmiş, tükenmiş, şahsiyetini yitirmiş, yayla gibi olmayan yayla, sahte yayla!

Daha önceki bir yazımda Üyücek’in anlamını yazmıştım, yığma toprak tepe anlamına geliyor; höyük anlamına gelir yani bu sözcük. Biz bölgede genellikle Üyücek Yaylası – Çamkoru Tabiat Parkı geçişi yapardık; bu kez Üyücek yaylasından güney doğuda bulunan Çamkoru’ya değil hemen batıda bulunan Konaklı Yaylası’na geçiş yapacağız, yani başlangıç planımız buydu. Yürüyüşlerin doğaçlama yanı bulunduğu için başlangıç planları duruma göre değişebilir. Konaklı yaylası Meşeler yaylasına da çok yakındır. Konaklı’da siyasetçi, şair ve yazar İzzet Ulvi Aykurt beyin konağı vardır, soyadını Atatürk vermiştir ona. Alakoç yaylası da hemen oradadır! Biz bu iki yaylayı da uzaktan görüp doğrudan Meşeler yaylasına geçtik o yüzden konağı fotoğraflama işini bir sonraki gelişimize erteledik.

Üyücek ve Konaklı yaylaları arasında Gökkaya tepesine de uğradık bugün. Bu bölgede ayrıca 1815’lik Sivriceören tepesi vardır. Bunun hemen batısında da (Konaklı yaylasının tam güneyinde) Yangın kuleli 1850’lik Pınar tepe vardır, yani iyi bir antrenman bölgesidir burası; özellikle karda buralara tırmanmak insana iyi bir disiplin verir; insan yaşamını disipline etmelidir çünkü disiplin insanı diri tutar.

Artık kış geldi. Çantalara ekstra malzeme koymakta yarar bulunmakta. Hava erken karardığından bir kafa lambası güzel olur. Bir çakı iyi olur; Gerber’in karbon çelik çakıları oldukça hafiftir. Küçük bir kibrit ya da bir çakmak faydalı olur. Küçük bir pusula, 3-5 yara bandı, bir hakem düdüğü gerektiğinde müthiş yararlı olabilirler. Kar maskelerini ve su geçirmez eldivenleri de kışın çantadan eksik etmemek gerekir. Bu bahsettiğim şeyler pek bir ağırlık yapmazlar. Kışın termos kaçınılmazdır. Bir çift ayakkabı bağcığını da çantanın ceplerinden birine atabilirsiniz; mesela kemeriniz koptu, bu bağcıklar bu sorunu hemen çözerler. Kemer diyip geçmeyin, kopunca ya elle tutacaksınız pantolonu ya da elle tutacaksınız, bağcık yoksa!

Sabah 8.30 olduğunda artık Ankara’dan ayrılmıştık. Doğaya her çıkış bir heyecandır ve bu heyecanı yaşam boyu korumak gerek. Hava durumu sisli dese de güneşi gördüğümüz bir havada yürüyüşe başladık ve keçi patikalarından batıya doğru tırmanıp bizi yaylaya götürecek sırt açıklığına çıktık. Yer yer bozkır yer yer orman alanıydı. Kuşların yine sadece seslerini duyuyorduk. Böcekler sırra kadem basmışlardı, böceksiz günler başlamıştı! Kırağıların üzerine her bastıkça tıkır tıkır sesler geliyordu. Sarıçamların sarı gövdeleri güneş her vurduğunda altınımsı bir renkle bize eşlik ediyorlardı. Çok genç yaşta ölmüş kaplumbağaların kabuklarından başka bir de geyik boynuzuna rastladık bugün, kemiksi yapıları vardı bunların.

Ardıçlar, dikenler, likenli kayalar, ağaçlardaki sakal likenleri derken Üyücek yaylasına vardık ve güney batı istikametinde ilerledik ve Pınar Tepe eteklerine kadar geldik. Buradan kuzey yönüne dönüp yemek molası vermek üzere Gökkaya tepesine doğru tırmandık. Yol güzergâhı üzerinde tombul tombul kuşburunlarını marmelat gibi yemek pek keyifliydi. C vitamini açısından çok güçlü olan bu Rosa Canina’ları kış boyunca yemek gerek! Sait hoca dikkatli bir şekilde güz çiğdemleri arıyordu. Yapraklar damlalıydı, yollar hafif karlıydı, gökler bulutlu, ağaç gövdeleri mantarlıydı, sarmaşıklar sırnaşıktı, karınca yuvaları karıncasızdı, sular da donmuştu! İnişler, çıkışlar, molalar şeklinde ilerliyorduk.

Yemek molasını ormanlık bir alanda verdik; saat 13.30’u geçmişti. Kekikli-naneli börek, yaprak sarma, çay ve kekten oluşan bir mönüyle açlık maziye karıştı! Hava 8-9 derece civarındaydı. Ağaç kesim alanına geldik; çok seyrelmiş ve bozulmuş bir orman alanıydı burası. Gökhan geçmişte buraların çok daha yoğun orman bölgeleri olduğunu birkaç kez söylemişti. Alakoç ve Konaklı yaylalarını gördük uzaktan; artık hedefimiz Meşeler yaylasıydı. Güneş açmış, hava güzelleşmişti. Levent yine arkadan çaktırmadan fotoğraflarını çekiyordu. Özgür de görmediğimiz şeyleri görüp duruyor, fotoğraflıyordu!

Güneş batışa geçmişti ve yemyeşil yosunlar da sanki bunu çok iyi biliyorlarmış gibi her bir ışık tanesini adeta içiyorlardı. Güneş demek her şey demekti ve doğada yaşayan her canlı bunu çok iyi biliyordu. Doğanın huzuru bizlere de geçiyordu; şüphesiz doğa elinde sihirli bir değnek bulunan yaşlı bir büyücüydü. Yürüyüşümüz Meşeler yaylasında sona erdi; Özgür’ün
verdiği bilgilerde 15.84 km yürüdüğümüz yazmaktaydı.

http://www.mapmyhike.com/workout/439743937  (Özgür Salcan)

Vücudumuz dinlendi; biz yorulmuşuz derken aslında biz dinledik! Doğa yürüyüşleri dinlendirir; bütün bir haftanın yükünü alır yok eder! Şehirden her fırsatta
kaçmak gerek, çünkü şehir insanı yorar, onu çürütür, onu karartır; doğa ise
insanı dinlendirir, onu gençleştirir, onu parlatır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:  Bir Hint-Arap Chillout müziği, değişik şarkılardan oluşan uzunca bir potpuri.

https://www.youtube.com/watch?v=BUdjqbMVJMs

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »