Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘en güzel dağ rotaları’

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

300

2014 yılının 29 Haziran Pazar günündeyiz. Anamas dağları bölgesinde 27-29 Haziran arası 3 gün süren etkinliklere katıldık. Dedegöl dağı 2998 metre yüksekliğiyle Isparta’nın en yüksek dağıdır, Anamas Dağları (Batı Toroslar) grubunda yer alır; Anamasların çatısıdır, tavanıdır, seyir terasıdır. Anamaslarda ayrıca 2637’lik Davraz, 2798’lik Barla ve 2326’lık Sarp dağı gibi zirveler de vardı. Yörüklerin yaylalarıyla ünlüdür Anamas’ın yaylaları! Isparta’nın Aksu ve Yenişarbademli ilçelerinin sınırındadır Dedegöl. Günün mazideki önemine baktıktan sonra etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

29 Haziran 1934 günü Zaro Ağa’nın ölüm günüdür. Bu kişinin ölümünden çok doğum tarihi önemlidir, bazı kaynaklara göre 1777 yılında doğmuştur Zaro Ağa, yani 157 yaşında ölmüştür! Walter Bowermann’a göre ise o 164 yaşında vefat etmiştir. Zaro ağanın Bitlis’te 150 yıl hamallık yaptığı söylenir. Ölümünden sonra cesedi ABD’ye gönderilmiştir. Atatürk’le de görüştüğü kayıtlar arasında yer almakta (yer aldığı söylenmekte!). İstanbul’da ölen Zaro ağayla ilgili bilgiler doğruysa Dünyanın en uzun yaşayan insanı olmaktadır. “Oldest people ever-en yaşlı insanlar” diye listeler var, bu listeye göre Jeanne Calment 1875’de doğup 1997’de ölmüştür yani 122 yaşında yaşama veda etmiştir. Bunlar doğrulanmış listelerdir o yüzden Zaro ağa bu listede yer almaz. Ölümle ilgili en güzel ifade “Ölüm bir hastalıktır, yaşlanma bir hastalıktır” ifadesidir. O halde bu hastalığın da bir tedavisi var; o yüzden akıllı insanlar bu hastalığın tedavisi üzerinde çalışıyorlar… Hangi soruna ciddi olarak el atılırsa o sorun çözülür!

Etkinlik yaptığımız dağın zirvesine Dedegül Doruğu derler. Herhalde zirveye çıkınca Dedegöl dağının Dedegül zirvesine çıktım demek gerekir! Güldede isimli birinden bahsedilir, bir erenmiş. Bu bölgeye güller ekmiş. Anamas dağında endemik Dedegül Çiçeği’nden bahsedilir. Bu çiçeğin bilimsel bir adı var mı bu konuda bir bilgim yok fakat bunlar Gökhan’ın da dediği gibi şakayık çiçeği olabilirler. Aşağıda bahsedeceğim Karagöl ve dağın eteklerinde varmış. Çiçeğin bir fotoğrafının linkini aşağıda paylaşıyorum. Bu çiçeği görebilecek miydik pek yakında belli olacaktı.

https://www.flickr.com/photos/97806863@N00/935395821/in/set-72157621781626875

Bölgede sedir ve kızılçam ormanları da görülebilir. Dedegöl’ün doğusunda ve kuzeydoğusunda Beyşehir gölü uzanır. 1123 rakımlıdır bu göl. Türkiye’nin üçüncü büyük gölüdür.

Dedegöl’ün güneyinde Karagöl isimli küçük bir göl vardır. Memleketteki yüzlerce Karagöl isminden biridir bu. Biraz siyah görünen her göle yaratıcı bir şekilde “Kara” göl denir, öylesine yaratıcı bir isimdir bu, aylarca düşündükten sonra ancak bulunabilir! Kara bir göl gördün, 3 ay düşündün ve sonra ne isim buldun: Karagöl! Tebrikler! Kırmızımsı görünene de “Kanlı” göl derler genellikle! Karagöl 2365 rakımda bulunur, bir buzul gölüdür.

Dağın kuzeyinde ise Pınargözü mağarası yer alır. 1700 rakımlardaki Melikler yaylasının (ana-kampın olduğu yaylanın) güney doğusundadır. Yayladan mağaraya toprak bir yol uzanır, pek hoş bir yoldur bu, birkaç km kadardır. Bu yol devam ederek Yenişarbademli’ye ve dolayısıyla Beyşehir gölüne kadar gider. Mağaranın girişi 1550 rakımlardadır. Melikler-Pınargözü arasında Bey Çam isimli bir anıt çam yer alır, fotoğraf çekimi için güzel bir yerdir. Çamın 1327 doğumlu olduğu söylenir, yani yavaş yavaş 700 yaşına yaklaşmaktadır, pastada 700 mum eder bu, kısacası bu ağacın doğum gününü kutlamak epeyce masraf gerektirir ama hak eder! 100 yaşlarını zar zor gören insanoğlundan varoluş açısından çok daha yetenekli bir varlıktır bu çam! Yani başarının en önemli kriterlerinden biri var olmaktır ve bu ağaç ortalama ömür 70 dersek 10 insan kuşağını gömmüştür, var olmaya devam etmiştir, başarılıdır! Nokta.

Pınargözü’nün içinden harika bir su çıkar. İçeri girildikten sonra yaklaşık 600 metrenin üzerinde yükselme yapılır ve mağaranın uzunluğu 16 kilometreden fazladır. İçinde şelaleler, gölcükler, damlataş havuzları gibi pek çok oluşumun bulunduğu aktif bir mağaradır Pınargözü. Buz gibi bir suyu vardır, 3-4 derece gibi müthiş soğuktur! Uzunluk, yükseklik ve rüzgâr hızı gibi kriterlerde ülkemizdeki en meşhur mağaradır. Etrafında da onlarca bitki çeşidi barındırır. Mağaranın yürünerek bir girişi yoktur, daha doğrusu içeri girip ardından sifona dalarak mağaraya giriş yapılır, zaten kapı da demirle kapatılmıştır. Deneyimli mağaracılık gerektirir. İçeride müthiş hızlara ulaşan rüzgârlar vardır, ürkütücüdür.

Melikler yaylasının kuzeybatısına gidince de (Aksu ilçesi yakınlarında) Yaka köyü görülebilir. Bu bölgede Yaka Kanyonu da vardır! Bölgedekiler Kapız kanyonu derler, dar kanyonlara verilen isimdir Kapız. Yaka köyünün güneyindedir, 4 km kadardır ki bizim programımız içindeydi bu kanyon. Aksu kaymakamlığı burayı saklı bir cennet olarak tanımlar. Melikler yaylasından Yaka köyüne yaklaşık 8 km’lik batıya doğru giden bir yürüyüş parkuru vardır. Kanyon için kask dışında herhangi bir teknik gereç gerekmediği söylenir, kanyonun özellikle 1-1.5 metrelere kadar daraldığı yerlerde (ki biz oraya gitmedik) kask çok faydalı olur ve varoluşuna önem veren herkes için de arzu edilen bir şeydir! Bu kanyon aslında bir fay hattıdır. 150-200 metre kadar bir derinliğe ulaşan duvarları vardır. Kanyonun başlangıç yürüme noktasını 1700 rakımlı Melikler yaylası diye tanımlarsak bitiş de 1290 rakımlardadır.

Cuma günü sabah 8’i geçiyordu Ankara’dan çıktığımızda. Değişik yol güzergâhları vardı. Bunlardan biri Polatlı – Sivrihisar – Emirdağ – Bolvadin – Çay – Akşehir-Yenişarbademli şeklindeydi. Bu yol yaklaşık 393 km’dir, Melikler yaylasına da 10 km kadar daha yol vardır ve toplamda en az 403 km’dir. Bu yol güzergâhı civarlarında epeyce göl vardır: Eber gölü, Akşehir gölü, Eğirdir gölü ve nihayetinde Beyşehir gölü. Polatlı’dan sonra Yunak istikametine sapılınca Akşehir’e ulaşmak için alternatif bir güzergâh oluşur ve biz bu sakin yolu seçtik!

Aracın arka koltukları sadece malzemelere ayrılmıştı. Tarım ovalarından geçiyorduk, her yer biçerdöverlerle doluydu. Saman balyası üreten ve taneleri de ayıran bu devasa makineler etkileyiciydiler. İlk durağımız Nasreddin hocanın türbesiydi. 13. Yüzyılda yaşadığına inanılan bir isim, Nasreddin hoca. Oldukça sıcak bir hava vardı. Her yerde hocanın temsili heykelleri bulunuyordu. Türbede badana-boya işleri vardı. Ayrıca Akşehir ilçesinde hocanın “Dünyanın merkezi burasıdır, inanmayan ölçsün,” sözlerine dayanarak değişik mesafe levhalarının olduğu yerler vardı. Bizim çay içtiğimiz kafe Berlin’e 2730 km, Bağdat’a 1727 km mesafedeydi!

Türbeyi geride bırakıp Beyşehir gölü manzaralarını seyrederek, sazlıklar içindeki leylekleri, küçük karabatakları, alacabalıkçılları, kırık dökük kayıkları, çayırlara salınmış inekleri, danaları, buzağıları izleyerek Isparta’nın bir ilçesi olan Yenişarbademli’ye geldik. Burası Hititlerden Romalılara kadar çok değişik uygarlıkların gelip tarih oyunlarını sergiledikleri bir yer olmuştur. Gökhan burada bir yemek molası verdi. Yurdum insanı pet şişeyi buzluğa atıp dondurmuş sonra da sürahideki suyu soğutmak için pet şişeyi sürahiye koymuştu! Bütün sürahilerin içinde pet şişeler vardı, pratik bir şeydi, ama genel olarak aptalca bir şey! Bazen sorunları çözmek çocuk oyuncağıdır, ama mesele, gerçek zekâ, sorunu çirkinlik yaratmadan, kirlilik yaratmadan, sağlığa zarar vermeden çözebilmektir, maharet buradadır! Esat hoca hemen bu pet şişeyi sürahinin içinden çıkarıverdi!

Ve şimdi tam burada, Dedegöl dağını görebildiğimiz bu kıymalı pidecide ETUDOSD Eğirdir Turizm Tanıtma ve Doğa Sporları Derneği’nden de kısaca bahsetmem gerek. Dedegöl Dağcılık Şenliği’ni düzenleyenlerdir onlar ve YenişarbademliAksu belediyeleri de bu etkinliğe destek verirler. Bu sene 18. şenlik yapılmıştır; bu tür dernekleri tebrik etmek gerek. Bu tür şenlikler yöre ekonomisine de önemli bir katkı sağlamakta. Bu şenliklerde zirve çıkışı sabah 5-6 gibi başlamaktadır; çıkış ve iniş toplam 10.5 km kadarlık bir uzunluktadır. Tırmanış rotasında su kaynağı yoktur; zirve çıkışı 4.5 saat kadar sürmektedir, elbette ekibin temposuna bağlıdır; inişi ise 2.5 saat kadar sürmektedir! Kısacası çıkış-iniş 7 saat civarındadır. Biz dağa güney rotasından çıktık. Bu rotada kar olmadığı zamanlar belirgin zikzak patika mevcuttur. Zirveye çıkmadan orada bir de çanak vardır, zirve çanağı derler oraya, 2680 rakımlardadır ve zirveden önceki mola yeridir. Dağlara sabah erken çıkmak çoğu kez iyidir çünkü dağlarda kötü havalar öğleden sonra patlama eğilimindedirler.

ETUDOSD’un festival etkinliğinin Türkiye’deki en büyük doğa etkinliği olduğu söylenir. Sayıları 1500’lere varan bir katılımcı kitlesi bulunmaktadır. Geçmiş yıllardaki festivale katılmış ve bu insan selini görmüştüm! Bu bölgenin güzel yanı şudur: İsterseniz sadece kamp yapabilirsiniz 1700’lerde ya da 2300’lerdeki buzul göllerine ziyaret gerçekleştirebilir ya da 1550’lerdeki mağarayı ziyaret edebilir veya 8 km aşağı yürüyüp Yaka kanyonunu görebilirsiniz! Alternatifleri bol bir bölgedir.

Hava açıktı, dağı net bir şekilde görebiliyorduk. Yenişarbademli’den sonra 1800 rakımdaki Vali Çeşmesi’ne geldik ki burası Melikler yaylasının giriş kapısıdır, giriş sapağıdır. Cılız koyun sürülerini geçip ana-kamp alanına çadırları kurduk. Hafif bir yağmur serpintisi vardı; yalancı zirvenin aşağı kısımlarında karlar görülebiliyordu. Mezar-gediği çeşmesinden Pınargözü mağarasına doğru yürüyüşe başlamıştık ve anıt çamlar da hemen ortaya çıkıverdiler. Çeşme suları soğuk ve lezzetliydi; 687 yaşındaki Bey çam yine oraların kralıydı! Mağaraya yaklaşınca hava iyice serinledi; su savaşlarının olası olduğu dünyamızda böyle gürül gürül akan suların sarı altından bir farkı vardı, sarı altından kıyas kabul etmeyecek kadar değerliydi bu sular! Altın dediğin nedir ki suyun yanında? Boş bir palavra!

Mağaranın içinden çıkan suyun bulunduğu yerde 2 tahta köprü vardı. Köprülerde anı fotoğrafları çekildi, yosunlu kayalarda dolaşıldı, kiraz yendi, yüksek nemle ciltler de beslendi! Yazın en sıcak zamanlarında bile bu mağaranın girişinde oturmak buzdolabının açık kapısı önünde oturmak gibiydi! Tekrar ana kampa döndük. Herkes zirve tam nerede diye ara sıra dağa bakıyordu, çünkü dağlar yalancı zirvelerle doluydu. Dedegöl dağında da en tepede sağdaki sivrilik zirve değildi, zirve onun solunda, biraz daha yüksekteydi!

Kamp için uygun bir yerdi Melikler yaylası. Su vardı, yeterli bir düzlük vardı. Ve birden Jak’ın Çobanaldatan sesini duyduk. Bu bir gece kuşuydu ve hava da kararmaya başlamıştı zaten. Alacakaranlık onlar için böcek avlama zamanıydı. Domates çorba, sarma ve salatadan oluşan bir mönüyle karınlar doyuruldu. Her çadırda farklı yemekler vardı ki en zengini Turgay beylerin çadırdı! Sucuk-sosis ve peynirler… Ateş de yakıldı; Gökhan’ın semaveri odun ateşinde kızmaya başladı ve herkes çayı beklemeye koyuldu. Küçük lezzetler büyük keyfileri yaratırlardı! Yayla alanındaki inekler, danalar fırsat bulsalar çadırlara bile gireceklerdi! Çadırların fenerleri yandı, kekler yendi, komutanların ateşlerine bakılıp insanoğlunun ateşe neden taptığı anlaşılmaya başlandı. Ateşin büyüleyici güzelliği suyla ve toprakla iyice ve kesin olarak söndürülünceye dek devam etti. Vedat hoca bu söndürme işini yaptı.

Zirve çıkışı sabah 4’de olacaktı. Saatler sabah 3’e kuruldu; akşamdan su ısıtılıp termosa kondu, zirve çantaları geceden hazırlandı. Uyku tulumu denen kefenlerin içinde uyunmaya çalışıldı; gece çiçek toplamaya çıkıldığında müthiş ılık bir hava ve gökyüzünde muhteşem yıldız manzaraları vardı. Karanlıkta bir yerlerde baykuşlar uçuyor, bir yerlerde domuzlar ve ayılar yürüyordu. Doğa biz uyurken canlıydı! Sabah kafa lambamıza üşüşen böceklerle beraber yürüyüş başladı. Yaklaşık 1300 metrelik bir irtifa kazanıp zirve yapacaktık. Saat tamı tamına 4’de başladı çıkış.

Henüz yatağında uyuyan ve aşağıda bahsedeceğim Yörük Mehmet Çavuş’un Yörük çadırına yakın yerden güneye doğru yükselmeye başladık. 60 metre yükselişten sonra parıldayan onlarca göz gördük, inekler dinleniyorlardı! Uzaktan sanki uzaylılara benziyorlardı!

Hava aydınlandı, rüzgâr esmeye başladı, taşlar çoğaldı; güneşin ilk ışıkları Beyşehir gölünde yansıdı; mistik anlardan biriydi güneşin doğuşu! Aslında güneşin doğuşu yerine güneşin görüntüye girişi demek lazım! Kafa lambaları çantalara girdi. Fındık-üzüm takviyeleri başladı. Gökhan ana patikayı izleyin diye uyarıyordu. Yan patikalar daha dikimsi ve daha taşlımsı oluyordu. Patikanın belirsizleştiği yerlerde üst üste dizilmiş referans taşları nirengi noktamız oluyorlardı. Gökhan zaman zaman bize karstik çukurlar denilen dolinleri gösteriyordu. Dolinler özellikle bizim üzerinde yürüdüğümüz Toros dağlarında bolca mevcuttu.

Önde kopma olmaması için Gökhan sık sık uyarıda bulunuyordu. Dağ çıkışlarını günübirlik doğa yürüyüşleri gibi algılamamak gerek. Önden kopmalar geride olanlara psikolojik baskı yapar ve onların dağ çıkışlarını hem zorlaştırır ve hem de bazen öndekilere yetişme çabası içindeyken kalp ritimlerini bozarak imkânsız hale bile getirebilir. O yüzden dağ çıkışlarında ekip bir arada yürümelidir, herkes kendi temposunu ona göre düzenlemelidir. Doğal temposu hızlı olan temposunu yavaşlatmalıdır. En ideal çıkışlar sabit tempoda düzenli bir nefes alışla yavaş çıkışlardır. Dağ çıkışında en önemli şey ekibin tamamının sorunsuz bir şekilde beraberce çıkıp sorunsuz bir şekilde inmesidir, başka da önemli bir şey yoktur.

Bazen aşağıdan patika bitmiş görünüyordu ve sanki oradan öteye yol yokmuş gibi geliyordu insana ve işte orada kapı denilen yerlere varılıyordu. Kapılar bir üst kademeye geçiş yerleriydi. Kademe kademe yükseliyorduk ve hemen her zaman ana-kampımızı uzaktan görebiliyorduk. 2766’lardaki soluklanma yerinde oranın sisli havada oldukça risk yaratabilecek bir yer olduğunu gördük. Kolay dağ yoktur, her dağı ciddiye almak, dağa saygı duymak gerekir. Kar kulvarlarının yakınlarından geçip zirve çanağına vardık. 2678 metrelerde zirve öncesi son uzun soluklanma molasını verdik. Kırmızı uğur böcekleri her yerde vardılar. Sahte sivri zirve “buralara gelin” şeklinde yanıltıcı bir mesaj yolluyordu bize.

Son bir gayretle, çok da zorlanmadan başarılı bir şekilde zirveye ulaşıldı. Bu arada Kemal hocayı da ayrıca tebrik etmek gerekir. Kendisi ağırlıklı olarak vegan beslenme yapıyor, yani bal, süt, yumurta kısacası hiçbir hayvansal ürün yememe şeklinde bir beslenme, istisnalar olsa da. Bir gün önce akşam yediği kiraz vs gibi meyvelerle zirveye çıktı!

Zirvenin Beyşehir’e bakan kısmına geçerek 45 dakika kadar orada kaldık, manzaranın keyfini çıkardık, yakıcı güneşi yakıcı bir şekilde hissettik. Beyşehir Doğa Yürüyüşleri grubunun ziyaretçi defterine yazılar yazıldı; dağa çıkışımıza sembolik olarak izin verdiği için dağa teşekkür edildi. ODTÜ SAT kurucusu Gökhan Türe anısına onun bir fotoğrafını zirvede bayrakla beraber çekti Gökhan.

Ana yemek molası da burada verildi. Sarmalar yendi, çokokremler emildi, Avni hoca Pro kamerayı dinlendiriyordu, çekim yapmıyordu, üst çıkarıp güneşlenen oldu. Cep telefonları burada gayet iyi çekiyorlardı. Kamp alanında ise insanlar tıpkı yayla inekleri misali sağa sola gidip hat arıyorlardı; tam bulmuşken hat gidiyor bu kez farklı bir noktaya geçiliyordu.

Ve nihayet iniş vakti geldi çattı. 4.5-5 saat kadar sürmüştü tırmanış ve şimdi de 2.5 saat kadarlık bir iniş süreci vardı ki inişleri çıkışlardan bile daha ciddiye almak her zaman faydalıdır. Yorgunluk inişleri zorlaştırır ve elbette inişler dizler için de ek yük getirir. Elbette tecrübeli yürüyüşçüler inişi de yavaş bir tempoda, batonla destekleyerek sorunsuz inerler. Dönüşümüzü de aynı patikalardan yaptık, enfes kır çiçekleri arasında yürüdük. Seyir teraslarında durup molalar verdik, güldük, eğlendik.

Yolda öğrendik ki Esat hoca tansiyon düşüklüğü tarzı bir olumsuzluk yaşıyordu. Gökhan ve Avni hoca 1.5 saat kadar onun 1935 metreden dönüşü için beklediler destek oldular. Dağlarda bazen bir çokokrem emmek ya da varsa bir tuzlu ayran içmek veya ağza birkaç siyah üzüm atmak bir anda bütün dengeleri yerine getirebilir. Her şeyden önemlisi bol sıvı alımı işleri kolaylaştırır. İşin sağlama alınması için Vedat hocanın özel aracıyla Yenişarbademli sağlık ocağına gittik. Bina kötüydü ama doktorlar iyilerdi, kibar ve deneyimlilerdi. Esat hocanın normalleşmesinden sonra ana-kampa geri döndük. Esat hoca Ağrı da dâhil yüksek irtifa dağlarına defalarca çıkmış tecrübeli bir isim. Her şey güzele bağlandı.

Dönüş yolumuzda Yörük Mehmet Çavuş bizleri yakaladı ve çay içmeye davet etti. Gökhan akşam için bir randevu almıştı bile! Zirve sonrası herkes kısa kestirmeler, diz dinlendirmeleri bağlamında çadırlara çekildiler. Ardından yeniden yemek operasyonları başladı. Zirve kutlaması şeklinde geçen bu süreç, komutanların yaktıkları güzel ateş, semaverin fokurdayan su sesleri, uzaktaki çeşmeden gelen su sesleri, bütün sesler dinlendiriciydi burada.

Topluca Mehmet Çavuş’un çadırına gittik, komşu ziyaretiydi bu. Ayakkabılar kapıda bırakıldı. Kıl çadırdı bu, keçi kılı. Çadır serinceydi ve delikçeydi ve siyahtı. Çay ikramı lezzetliydi. Yaz zamanı yayla zamanıydı ve Karakoyunlu Yörük Mehmet Çavuş da yazı burada geçirecekti. Bu Melikler yaylasından başka Çayırbaşı ve Kuzukulağı gibi başka yaylalar da vardı civarda.

Yörükler göçebe yaşarlar ve geçimlerini hayvancılıkla yaparlar. Oğuz Türkleridir Yörükler. Oğuz Türklerinin yerleşik hayata geçenlerine Türkmen adı verildi, göçebe hayatı sürdürenler de Yörük ya da yürük olarak adlandırıldı. Türkmen, Yörük, bunlar temelde aynı şeydir. Mehmet Çavuş çokça hikâyeler anlattı. Sünni Alevi tarzı yapay ve aptalca ayrımlara karşı “Ben önce insana bakarım” şeklinde evrensel ve güzel bir felsefesi vardı. Misafirler gelince çadırda nasıl ve nerede kalırlar bunlarla ilgili kurallardan bahsetti. 70 yaşlarındaydı Mehmet Çavuş ve eşiyle şakalaşmaları da yürüyüşçüleri güldürdü. Yörük de yürümeden gelen bir sözcüktü, onlar da yürüyüşçülerdi! Fakat Yörük sözcüğünün yetenekli ve mücadeleci anlamına geldiği de söylenir.

Konuşurken herkesin dinlemesini istiyordu. Ama dağdan dönmüştük ve biraz uyku hepimizde vardı. Yumulmuş bir göz görünce uyarıyor, sözü kesildiğinde hemen babacan bir şekilde isyan ediyordu! Çobanlık yapmıştı, ticaret yapmıştı ve kendi deyimiyle yaptığı her işte o işin kralını yapmıştı, o işin zirvesine çıkmıştı. Doğayı seven, çevreci biriydi. Bölgenin herkesçe tanınmasını istiyordu. Hikâyelerinin, şarkılarının kayda geçmesini istiyordu ve bu konuda Savaşım cep telefonuyla ona yardımcı oldu. Elbette kayda geçirmek önemlidir; o yöreyi de en iyi o yörede yaşayanlar, orada yıllarını, ömürlerini geçirmiş olanlar bilir ve onların tecrübelerinin kayıt altında olması yararlı olur.

Güneş batarken Mehmet Çavuş’a hoşça kal dedik ve çadırlara geri döndük, Kemal hoca bir süre daha onunla sohbete devam etti; sohbeti hoş biriydi. Üstat Osho’nun sanyasinlerini yani taraftarlarını canlandırmak için aniden fıkra anlatması gibi Mehmet Çavuş da sohbetlerine türkü katıyordu, sesini kayıttan dinleyince duygulanıyordu. Güneşin muhteşem batışı herkesi fotoğraf makinelerine yönlendiriyordu.

Ve ateş yeniden yandı, Esat hocanın iyi olması bizi sevindirdi. Ve ateş söndü, emin bir şekilde söndürüldü, sabah 6’ya kadar uyundu, en azından uyku tulumu kefeniyle uyunmaya çalışıldı. 6’da kalkıp 8’de yola çıktık. Yörük Mehmet Çavuş’un bizimle Kapız kanyonuna gelecek olması konusunda tereddüttüm vardı fakat Vedat ve Kemal hoca bunun çok iyi olacağını söylediler. Ben yürüyüşümüzün yavaşlayacağını düşünüyordum ki Mehmet Çavuşun önde bizden daha hızlı yürüdüğünü görünce yanıldığımı anladım; kanyonda taşların üzerinden zıp zıp atlayıp geçiyordu.

Kanyonu önce kartallar gibi yukarıdan gördük. Doğaya sevgiyi anlatan türküler dinledik Yörük Çavuş’tan. Bu bölgeye göğüs hastalıkları hastanesi açılmasından yanaydı, çünkü havasının çok iyi olduğunu söylüyordu. Kanyonu en iyi gören açılara götürdü bizi, belki de hiç bulamayacağımız patikalara soktu ekibimizi.

Bu bölgede keçilerin dolaştırılmasının yasaklanmasını istiyordu. Sebebi de keçilerin taş düşürdükleri ve kanyondan geçenler için tehlike yarattıklarını söylüyordu. Keçilerin düşürdükleri taşların yürüyüşçülere tehlike arz ettiğini ve yasaklanması gerektiğini kim düşünebilir? Hümanist ve ayrıntıcı bir zihin düşünebilir ancak!

Uzaktan bir domuz gördük, bizi fark etti ki hemen kaçıverdi. Dağ keçisi gibi o sarp uçurum kenarlarında gayet rahattı. Dik patikadan kanyon tabanına, kanyonun ortasına indik ve kanyonun dar olan riskli kesimlerini geride bıraktık. İner inmez bir komando çanta yağmurluğu gördük; yakın zamanlarda bu kanyondan 300 komanda geçmiş. Su tertemizdi, soğuktu.

Turgay beyin açtığı kahvaltı sofrasında Yörük Mehmet Çavuş sohbetlerine devam etti. Aysun Kayacı’nın “Dağdaki çobanla benim oyum eşit olamaz” sözünü bize hatırlatan Yörük Mehmet Çavuş bu söze çok içerlemiş. Çobanların bilgisiz cahil insanlar gibi görülmelerine de isyan etti ve kendisi de bir çobanın oldukça evrensel düşüncelere sahip olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Kemal hoca da Çin’de üniversitelerde ders veren çobanlar olduğundan, onların tecrübelerinden yararlanıldığından bahsetti.

Ayaklar yıkandı, eğrelti otları seyredildi ve iniş başladı. Kanyon nemliydi; içinde yüzülecek kadar büyükçe havuzcuklar vardı. İçinde bir zamanlar yaşam olan gizli mağaraları gösterdi uzaktan Yörük Mehmet, adaşım! Neslihan ve Avni hoca dere taşlarından ziyade dereyi suya doğrudan basarak geçmeyi tercih ediyorlardı! Kapız bir daraldı bir genişledi. Bir zamanlar vahşi arı balı bulunan bir yeri gösterdi Mehmet Çavuş, orada bir çomak vardı, o sarp yerden iple balı almışlar! Her yerde bir anısı vardı ve aslında bu anıların kitaplaşmasını, insanlar tarafından bilinmesini istiyor, “daha ne kadar ömrümüz kaldı ki” diyordu!

Yöre ballarında şeker olmadığı, arılara şeker yedirilmediğini öğrendik. Şimşir kaşıkların yapıldığı ağaçları gördük. Ceviz ağaçları, adaçayları, su bentleri gördük ve nihayet kanyonu saat 12 civarlarında tamamladık.

Kampa ve oradakilere veda vakti geldi. Avni hocanın özel bir şekilde katlanabilen çadırı katlanmadı ve Yörük Mehmet Çavuş’a hediye edildi! Gökhan da kafa lambası hediye etti. Oraya gelen doğacı misafirleri için bunları kullanabileceklerdi.

Toplu anı fotoğrafları çekildi, her şey her zaman olduğu gibi anıya dönüştü ve yaşamın amaçlarından biri de bir anı zenginliği yaratmaktı zaten. Çöpler tamamen temizlendi, bizimle birlikte araca alınıp Yenişarbademli’ye götürüldü. 14.09’da yayladan ayrılıp 20.00’dan önce Ankara’ya vardık. Memleketteki boş siyasi ortamdan uzakta huzurlu 3 gün geçirdik. Doğayla iç içe güzel bir kamp ve dağ-çıkış etkinliği oldu. Eğer arabanıza binip dikey olarak 100 km kadar yani yaklaşık 1 saat yol alırsanız uzaya çıkarsınız ve karanlığa ulaşırsınız; orası soğuktur. Öylesine yakındır bize yaşanamaz yerler. Dünyanın kıymetini bilmek gerek; burası bizim evimiz ve sonsuza dek de öyle kalmasını isteriz!

Bu yazıyı okuyup da oralara henüz gitmemiş değerli okuyucu gidip Melikler Yaylasını görmeli, oraları gezmeli, Yörük Mehmet Çavuş’la tanışmalı, onun hikâyelerini dinlemeli, onun doğa sevgisini bizzat gözlemlemelidir! “Bir çayımı içirmeden kimseyi göndermem,” der Yörük Mehmet Çavuş, gidip bir çayını için…

Seyrettiğim en güzel filmlerden birini hatırladım: Dersu Uzala! Akira Kurosawa’nın meşhur filmi. 20. Yüzyılın başlarıdır. Bir Rus haritacı ekibi Mançurya ormanlarında araştırma yapmaktadırlar ve bir avcıyla tanışırlar. Oraları çok iyi bilen ve doğayla yaşanmışlıklarından kaynaklanan bir bilgeliği olan Dersu Uzala! Yörük Mehmet Çavuş gibi insanlarda bu Dersu Uzala’yı dikkatli bakınca görebiliriz!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Dean Martin, Memories are Made of This! Anılar bunlardır, bunlardan yapılmadır…

https://www.youtube.com/watch?v=mv9PSkNkUfs

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »