Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Köroğlu Volkanik Kuşağı’

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

Bugün 2012 yılının 23 Eylül Pazar günü. Bu yılın artık son 3 ayına iyice yaklaştık; eski yıla adios’ ve yeni yıla da  bienvenido’ deme zamanı geliyor! Bizim evrenimizin en önemli özelliği bir “geçip gitme evreni” olmasıdır! Her şey gelir, geçer, gider! Kalıcı olana tutunma çabaları boşa gider! İnsanoğlunun en önemli amacı varoluşa tutunmayı sağlamak ve bunu sürekli kılabilmektir, bundan daha büyük bir amaç yoktur!

Bu hafta sonu etkinliğimi önderliğini Gökhan’ın yaptığı Sorgun Gölü (Göleti)  yaylalarında ve ormanlarında geçirdim. Bu bölgeye daha önce geldiğimi hatırlamıyorum. Güdül taraflarına en son yıllar önce, belki de 10 yıl kadar önce ODTÜ Doğa Topluluğu’yla gelmiştim. Etkinliğe dair birazdan bir bilgi vereceğim ve öncesinde de her zaman yaptığım üzere biraz tarih arkeologluğu yapacağım. Değerli okuyucu bu bölümü atlayabilir!

Sene 1856, günlerden yine 23 Eylül! İzmir-Aydın arasına demiryolu yapılmak üzere İngilizlerle anlaşılıyor. 10 yıl sonra 130 km’lik bu yol İngiliz şirketi tarafından bitiriliyor. 1935 yılına geldiğimizde ise Atatürk zamanında bu hat satın alınıyor; ilk demiryolu hattımızdır bu. Mazide 23 Eylül’de daha pek çok şey olmuş: Auschwitz’de 23 Eylül 1942’de korkunç gazlı öldürmeler başlamış! Doğumlarda ilgimi çeken bir isim de var: Julio Iglesias, yazımı bugün ondan bir müzikle bitireceğim! Son olarak, 73 yıl önce bugün yaşama veda eden Sigismund Scholomo Freud’den bir sözle devam edeyim: “Bilgi hazinelerine ulaşabilen insanların sayısı ne kadar artarsa, dini inançlardan kopuş da o kadar yaygınlaşır.” Üstat Freud’un en önemli sözlerinden biriyle de bu mazi bölümünü noktalıyorum: “Medeniyetin kurucusu ilk defa mızrak atmak yerine küfür kullanmış olan insandır!” Eski yazılarımdan birinde bu sözü yine kullanmıştım; zekice bir sözdür bu!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Ayaş’ı geçtikten sonra Ayaş-Güdül yol ayrımı vardır. Buradan kuzeye giderek Güdül ve Yeşilöz’e ulaşılabilir. Otobandan da Çeltikçi – Güdül sapağından Yeşilöz’e ulaşılabilir ki biz bu yolu kullandık. 700 rakımlı Yeşilöz bizim ilk durağımızdı; birinci yoldan Ankara’dan Yeşilöz’e gelmek yaklaşık 100 km’dir. Burada durmadan geçtik; civarlarda çok sayıda mağaralar görülebiliyordu; Güdül’ün bu beldesi gerçekten yeşildi. Güdül’den Kirmir çayı geçer ve çayın geçtiği yerler boyunca kayalara oyulmuş mağaralar görülebilir; bu mağaralar yaklaşık 4000 yıllıktır, Etiler (Hititler) zamanına aittir, daha doğrusu öyle olduğu düşünülmektedir.

Kuzeye devam eden yol doğruca Güdül ilçesine bağlı Sorgun beldesine gider. Buraya varmak için Ayaş üzerinden toplam 118 km yapılır, Ankara’dan 2 saat kadar sürer; otobandan gidilen yol da 110 km’dir, biraz daha kısadır ve bizim tercih ettiğimiz yoldur.

Hedefimiz Şarlayık tepesine yükselip oradan da gümüş balığı, somon ve alabalık gibi balıkların olduğu Sorgun göletine iniş yapmaktı. Yayladan önce Ayıkuzu ormanına, sonra Kürt yaylası denen yere, oradan da Şarlayık ‘a gidilebilir. Şarlayık sözcüğü çağlayan demektir ya da küçük şelale! Yeri gelmişken Sorgun ne demektir onu da yazayım: Sorgun, bir çeşit ince sazdır; bu sazdan hasır ya da sepet örülür ve o yüzden de sepetçi söğüdü derler. Aslında sözcüğün esası Sorkun’muş ve Farsça bir sözcüktür.

Sorgun yaylasına gitmeden önce Sorgun içinde Doğa markette mola verip güzel bir gözleme yedik. Gözleme hamurlarının bir kısmını Sevim açtı. Sıvı ve tereyağı karışımından oluşan yağı da dâhil olmak üzere oldukça taze ve lezzetliydi ve ucuzdu da! Market sahibinin oğlunu elektrik çarpmıştı; elleri ve ayakları sarılıydı. Evin pencerelerinde kurutulmuş biberler asılıydılar ve hoş bir görsellik yaratmışlardı.Gözlemeden sonra odun ateşinde pişirilmiş çaylar içildi. Saat 10.30’u geçmişti ve yürüyüşümüz 11 civarına kaydı, herkese biraz rehavet çöktü. Hamak olsaydı, herkes uykuya dalacaktı!Sorgun beldesi pek yeşil değildi; sağda solda sevimli danalar ya da sevimli danacıklar dolaşıyorlardı. 3 km giderek sabah 11’i geçe yürüyüşe başladık. Uzaklardan bir tavşan gördük! Bir sağa bir sola şaşırtmacalı koşuyordu ve belki de bizi avcı sanıp kurşunların isabet olasılığını düşürmeye çalışıyordu!

Bölge taşlık bir bölgeydi; Gökhan, bunların Köroğlu Volkanik kuşağından kaynaklandığını ve büyük bir volkan püskürmesinden ziyade yeryüzüne yönelen lav sızıntılarıyla oluştuğunu söyledi.

Ayıkuzu ormanının eteklerinde karaçamlar, ardıçlar, alıçlar ve meşeler arasında, kozalaklar tarlasında yürüyorduk. Sanırım mide sorunu olan bir arkadaş nedeniyle yürüyüş temposu düşürüldü ve Gökhan rotada kısaltmaya gitti. 12 km kadar yüründü. Geyecek tepeden vazgeçilerek Güvercinlik tepede zirve yapma ve orada yemek molası verme hedefi kondu. Yürüyüş boyunca Gökhan sık sık ekibi saydı; volki tolki telsizle artçıyla görüşerek koordinasyon sağladı ve ekiptekilere harita bilgisi verdi.

Merkez bankasından Taylan Bey de yürüyüşe ilk
katılanlardandı. Onunla pek çok şey konuştuk; benim meşhur sözcüklerimden
birini de kullandım yine: “Hocam çanta nizami değil!” dedim. Gerçekten de
bir doğa yürüyüşünde Gökhan’ın da
yürüyüşte bahsettiği gibi ayakkabının çok iyi olması gerekir ve çanta da bence ayakkabı kadar önemlidir. Deuter ya da Timberline marka, taşıma sistemi iyi bir
çanta hayatı kolaylaştırır, yükü dengeli dağıtır. Bu işi uzun yıllar yapmak
isteyen değerli arkadaşlar çanta konusunu da ihmal etmesinler diye bir not düşüyorum  buraya. Malzemeleri birkaç yıla yayarak yavaşça, aşama aşama almak güzel olur.

Zaman zaman tatlı serin bir rüzgâr esiyordu. 1400 rakımlardan Kürt yaylasına ilerliyorduk, buraya Kurt yaylası diyenler de var sanırım. Yaylayı uzaklardan gördük. Piknikçilerin seslerini duyduk. Serinlik güzeldi. Öğle molasını vereceğimiz Güvercinlik tepeye tırmandık ama herhangi bir güvercin göremedik! Sorgun’u ve Çamlıdere barajını da görebilen bir manzarası vardı buranın. Esinti azdı; sakin ve sessizdi. Kayalıklarda uzanılıp uyunacak ya da güneşlenilecek bir yerdi. Lavlar katman katman üst üste yığılıp seyir terasları oluşturmuşlardı; bazı katmanlar bıçakla kesilmişçesine düzgündüler. Sarma, mercimek köfte, peynir, ekmek, domates, zeytin, organik üzüm suyu, kekler ve meyveler yendi, çaylar içildi. Taşlar kadar ağır büyük makinelerle fotoğraflar çekildi!

Rüzgarsız zirveler meditasyon alanlarıydılar. İnsan buralarda düşünceyi durdurup öylesine uzaklara bakmayı başarabilirdi. Düşünce durduğunda başka kapılar açılır! Dönüşümüz hızlıca, keyiflice oldu; gölgelerimiz bizden de hızlıydılar çünkü güneş geriden vuruyordu. Ay’daki toz benzeri tozlu bir yoldan Sorgun göletine ulaştık. Hatıra olarak alınan kurumuş ökse otu dalları katılımcıların çantalarından dışarı sarkıyorlardı. Alıçlar dallarında tozlanmışlardı. Güneş batmakta, gölden yansımalar çoğalmaktaydı. Uzaktan yılkı atları benzeri atlar ve de yılkı koyunları (!!!) gördük! Esasında Türkiye’de Anadolu Yaban Koyunu diye bir tür yaşar;
evcil koyunların atalarıdır onlar ve yılkı atları gibi tabiatta serbestçe
dolaşırlar. Evcil koyunların çanlarının sesleri gölde yankılanıyordu. Bu çanlardan ben de kapılar için aldım; gerçekten harika sesleri var. Esnetme hareketleri sonrasında yayık ayranı ve tüp-gaz ateşte pişmiş çayla etkinlik sona erdi. Bu arada bahçeye girmeye çalışan bir ineğe oradaki teyzelerden biri kocaman bir tuğla fırlattı ve zavallı
hayvanın kemiğinden tok bir ses yükseldi!

Görmediğim bir bölgeydi, görmem iyi oldu! İnsan merak içinde kalacağına merakını sonlandırmalıdır! Cumartesi günkü 25 km’lik yüksek tempolu zorlu keşif gezisinden sonra bugün de 12 km’lik bir doğa yürüyüşüyle epey bir kazanç sağlamış oldum! Şehir, bir kaybetme alanıdır; doğa, bir kazanma alanıdır! Doğada kazanırsın! Ne kazanırsın? Bilgelik ve sağlık kazanırsın; zihnini dinlendirir, kaslarını güçlendirirsin! Doğa, bir kazanma alanıdır, bir düşünme alanıdır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=zqVgA682B7I&feature=related

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »