Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Yılanlı Kilise’

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

Read Full Post »

Bugün 17 Haziran Pazar günü. Haziran ayının 3. Pazar günü olduğu için de Babalar Günü; bazı günler de eksik bırakılmış bence, mesela “Dayılar Günü!” ya da “Amcalar Günü!” veyahut “Halalar Günü!” kuzenlere de ayıp oluyor, “Kuzenler Günü!” AVM’leri doldurmak için 1 günde 100 gün olmalı! Babalar Günü olduğu gün Amcalar Günü de olsun!

Bu hafta sonu etkinliğimi Gökhan önderliğindeki  “Ihlara Vadisi” doğa yürüyüşünde geçirdim. İpek yolu üzerinde bulunan Kapadokya bölgesindeki bu etkinliğin ayrıntılarına birazdan geleceğim. Kapadokya bölgesi epeyce geniştir; Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Aksaray ve Kayseri illerine kadar uzanmıştır uzun kolları! Bu ismin anlamını merak edenler olabilir: Kapadokya Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” demektir, ama bu tanımlama tartışılır bir konu. Bölge katırlarıyla da ünlüymüş! Biz bugünkü yürüyüşte hiç at veya katır görmedik, sadece eşek ve inek gördük! Gerçi kiliselerin duvarlarından birinde bir at resmi vardı!

Bugün “Dünya Çölleşme ve Kuraklıkla Mücadele”günü de. Memleket çölleşiyor; 1938’lerden beri ülkeyi yönetenler bu süreci tersine çeviremezler; böyle büyük trajik hareketleri ancak zeki, kültürlü ve bilgili insanlar, ancak zeki, bilgili, ahlaklı, şüpheci ve bilimci yönetimler önleyebilirler!

Gün gelecek, bir yaprak bile önem kazanacak! Bunu unutma!

17 Haziran’ın bir önemli yanı da resimlerini sıkça kullandığım üstat Giovanni Paolo Pannini’nin doğum günü olmasıdır. 1691 doğumlu bu İtalyan ressamın çok güzel “harabeler” resimleri var. Web sitelerimde onun resimlerini sıkça kullandım. Üstat yaşasa ve Kapadokya’ya gelseydi, orada harika işler çıkarırdı eminim! Bu büyük ressamın doğum gününü kutladıktan sonra Maksim Gorki’den bir sözle yazıma resmi başlangıç yapacağım. Üstat Gorki 76 yıl önce yarın ölmüştür yani 18 Haziran 1936’da yaşama veda etmiştir! Değerli üstat şöyle der: “Uzayıp giden hayat yolunda, yolumuzun kesiştiği insanlar bizim için önemlidir. Yollarımızın kesiştiği insanlardan bir bölümü arkadaş olarak hem hayatımızda hem de yüreğimizde yer eder. Yıllar sonra kimisi tebessümle hatırlanır, kimisi de acı bir yüz ifadesi ile…”  

Ihlara’ya 40 km uzaklıktaki Aksaray için hava sıcaklığı 32 derece ve açık görünüyordu; sabah serindi ancak öğleden sonra sıcak fena değildi, özellikle kiliselere giden yokuşlarda kendisini nispeten belli etti! Ağaçların gölgeleri çabucak yardıma koşuyorlardı. Vedat hocanın okuduğu bir paragrafta buranın bir zamanlar güneş yüzü görmeyecek kadar yeşil olduğunu öğreniyoruz.  Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Ihlara vadisi oldukça popüler bir yer; Ankara’dan 300 km uzaklıkta. Aksaray yolu oldukça bozuktu; bir türlü gelişemeyen habire gelişmekte olan güzel ülkemin yolları!

Bizim yürüdüğümüz ilk etap biraz Kızılay gibiydi! Dağların sakinliğine ve vahşiliğine alışmış bizler için bu kadar insan biraz fazla geldi! Sağa döndük papaz, sola döndük rahip! 3268 rakımlı volkanik Hasan dağı lavlar püskürtmüş ve oluşan tüfler de Melendiz çayıyla milyonlarca yılda aşındırılmış ve ortaya Ihlara vadisi çıkmıştır. 14 kilometrelik bir vadidir burası. Biz bugün bu vadide “Potamus Kapadukus”un yanı başında yani Kapadokya ırmağının (Melendiz çayının) kenarından yürüdük.

Vadi Ihlara’dan başlar ve Selime’de sonlanır. Bu vadi tarihsel süreçte bir Hıristiyan bölgesidir; kayalara oyulmuş kiliseler diyarıdır. Roma imparatorluğunun baskılarından kaçan Hıristiyanlar için gizli kalmış bir limandır bu vadi ve savunması da kolaycadır!

Buradaki manastır hayatı Mısır ve Suriye’deki manastır hayatından farklıdır, daha değişik kuralları vardır. Mısır ve Suriye’deki rahipler dünyayla ilişkilerini keserlerdi; Basilius ve Gregorius’un Ihlara rahipleri ise bunu yapmazlardı.

Yanı başımızda sakince akan, çok az gürültü çıkaran alabalıklı ve sazanlı Melendiz çayı Tuz gölüne kadar gider ve oraya dökülür. Oralara yakınken ismi de Uluırmak olur! Aynı ırmağın isminin değişmesi de ilginçtir, herhalde bir yerlerde başka bir ırmakla birleşmiştir!

Ankara’dan yola çıkıp Gölbaşı’ndan geçerek Şereflikoçhisar üzerinden Aksaray yönüne gidilir. Aksaray’a yakınken 1255 rakımlı Ihlara yönüne sola dönülür, Grand Eras otelin yanından geçilip bölgeye gidilir. Bugün yürüdüğümüz vadinin eski ismi Peristremma’dır. 4. Yüzyılın bu önemli vadisinde yürümek doğa yürüyüşünün dışında asıl olarak bir kültür yürüyüşüdür; buna “kültür trekkingi” de diyebiliriz. “Ihlara-Antik Belisırma köyü” 6 kilometrelik standart bir rotadır. Her yerde 6 km diye geçer ama biz Belisırma’ya vardığımızda arkada 3.5 km yazısı vardı ki bence de o yol en fazla o kadardır. Ankaralılar ne kadar şanslı olduklarını bilsinler; Kızılcahamam trekking rotaları çok zengindir!

Turistlerin çoğu Ihlara vadisi girişinden Belisırma’ya yürürler ve ötesine geçmezler. 380 basamaklı meşhur merdivenlerden 105 kiliseli vadiye inilir; söğüt, kavak, ceviz ve şamfıstığı gibi çok çeşitli ağaçların bulunduğu bu kanyon yemyeşildir. İğdelerin kokusu her yeri kaplamıştır.

Vedat hocanın bu bölgeye özel bir merakı olduğundan bize oldukça değişik bilgiler verdi. Vadi girişi turist kaynıyordu ve özellikle Rus Ortodoks Rahiplerinden oluşan bir grup vardı ve onlarla yol boyunca sıkça rastlaştık; Özgür, Rus teyzeleri değişik ortamlarda fotoğrafladı; bunların başları bir tülbentle örtülüydü, hac tarzı bir amaçla geldikleri belliydi. Rus rahipler İstanbul’daki Fener Rum Patriği’ne bağlıdırlar.  Ören yerine giriş 8 liraydı. Müze kartı olanlar biletsiz girdiler. Taptaze çamfıstıklarının arasından geçip Ağaçaltı Kilisesi’ne geldik. Vedat hoca burada bilgiler verdi. Gördüğümüz kiliselerde İncil’den sahnelerle dolu iç mekândaki freskler “Mevlüt” ya da “Ahmet” veya “George” gibi isimler yazılmak suretiyle iyice tahrip olmuşlardı. Bunların camla korunmaya alınması gerekir; tarihi eserlere isim kazımak gibi geri zekâlılıklar ve ilkellikler sıkça yaşanabiliyor! Ama buraları korumamak veya koruyamama acizliği göstermek daha büyük bir ilkelliktir!

Melendiz çayı üzerinde Zen taşları denilen taşlar üst üste dizilmişti yer yer. Birkaç kamyon büyüklüğündeki kocaman kayalar blok halinde bilinmeyen bir zamanda uçurumlardan kopup vadi tabanına yerleşmişlerdi. Tahta köprülerden geçiyorduk; bülbül şakımaları eşliğinde Yılanlı Kilise’yi görüp yola devam ettik. Yılanların saldırısına uğrayan 4 günahkar kadın resmedilmiştir burada. Günahkar ne demektir, o da tam bir saçmalık! Günah diye bir şey zaten uydurma bir şey, bir kültürdür yalnızca, insanların uydurmasıdır! İlkel bir toplumda herhangi bir şeyi topluma günah diye yutturma utanmazlığını hemen her toplum yapmıştır ve halen de yapmaktadır!

Batonsuz ve tozluksuzduk! Loş ışıkların altındaki kilise fresklerini uzun zaman harcayıp incelemek gerekiyordu ama biz buraya daha çok yürüyüş amaçlı gelmiştik. Fresk, Fresh’den gelen taze anlamında bir sözcük. Kireçli suya boyalar katılır ve sonra yaş sıva üzerine işlem yapılır. Biz Yılanlı Kilise’de bağdaş kurmuş İsa gördük ki bu durum Kapadokya’ya özgüymüş ve bir de Roma’da bir kilisede daha varmış, yani İsa’nın nadir resimlerinden biridir bu. Yakında bu fresklerden geriye bir şey kalmayacak, çünkü korunmuyorlar!

Büyükler bahsederler, falanca tarihte şuralar buralar hep ormandı derler, ama şimdi orman yok olmuş! Nazım Hikmetvari bir şekilde “Çekirge gibisin be kardeşim, yangından bin betersin be kardeşim!” demek lazımdır! Koruyucu değil, yok edicisin! Demirelvari söylemem gerekirse: Korusaydın korunmuş olurdu!

Uçurumların kenarlarında hızla uçan kırlangıçlara bakıyorduk bazen; hiç durmuyor, hep uçuyorlardı adeta. Suda yüzen sevimli ördekler gördük ve bir de yavru bir tilki, meraklı bir yavru ve elbette çok sayıda kertenkele, iguana! Bir çay bahçesindeki kısa moladan sonra Kırkdamaltı Kilisesi’ne yola koyulduk. Ihlara vadisi düz bir rotadır ve vücudumuz bazen yokuş istiyordu ve böyle kiliseler ilaç gibi geliyorlardı, yukarı tırmanıyorduk; zorluk çekmiyorsan genellikle yaşadığını hissetmezsin! Büyük bir kiliseydi Kırkdamaltı; Selçuklu sultanı II. Mesut’un ismi de geçer kilise kitabesinde!

43 çeşit endemik bitki barındıran antik Ihlara vadisinde ilerleyerek Belisırma’ya geldik. Suya monte edilmiş çardaklarda yemek yedik. Kamışlardan güneş sızıyordu ve çardaklar sıcaktı! O çardakları tam gölgeli hale getirecek “titizliği” ve “aklı” aramak abesle iştigaldi! Burada et, balık ve tavuk yendi; yemekler güzeldi; mavi yusufçuklar fotoğraflanmaya çalışıldı. Garson Osman 1 saat içinde onlarca kez koşa koşa mutfağa gidip geliyordu; çalışkan bir çocuktu ve asgari ücretten fazlasını hak ediyordu! Rus rahipler biralarını tokuşturuyorlardı ve meraklı gözlerle bizim toplumumuzu inceliyorlardı. Rus köylü teyze de 2 birayı devirdi!

Ayaklarını suya sokanlar vardı; suda küçük su yılanları görülebiliyorduk. Kelebekler çoktu; serçeler azdı; rahipler boldu; elma çayı pek ekşiydi; böyle bir yerdi işte burası, dinlendirici bir yerdi… Burada Hamuki ve Patron Murat sürprizi oldu! Sanırım bir arkadaşlarının düğününe gelmişler; biz ayrılırken onlar orada kaldılar. Umarım karpuz yemişlerdir, çünkü karpuz güzeldi! Ayran ve karpuz yazın krallarıdırlar!

Kayalara oyulmuş güvercinlikler gördük. Traktörlerle ağaç taşıyan köylüler gördük; çok sayıda kesilmiş kavak gördük; bunları neden keserler anlamam ve bu hakkı onlara kim vermiş bilemem; bırak ağaçları orada dursunlar, babanın malı değil ki onlar! Babanın malı bile olsa, dikilmiş her ağaç artık insanlığın malıdır!

Gün gelecek, bir yaprak bile önem kazanacak! Unutma bunu!

Yürüyüşümüzün 2. Etabı yani Belisırma-Selime arası trekkinge biraz daha uygundu; daha sakindi ve turist kafilelerinden uzaktı; bizden başka bir grup yoktu. Dut ağaçlarının altlarından geçtik; fasulye, domates, biber gibi değişik sebzelerin ekildiği küçük tatlı tarlacıklardan geçtik; otlamaktan şişmiş ineklere ve elle sazan avlayan balıkçı köylülere rastladık. Adaçayı bitkilerini gördük; şapellere rastladık. Bunlar herhalde değişik rahip gruplarının koloniler halinde yaşayıp kendi şapellerini yapmalarından kaynaklanıyordu. İç mekanlar beklenildiği kadar serin değildi. Tüf yapı sonuçta günlerce güneş altında kalıp ısınmıştı. Selime’ye yaklaştıkça piknikçiler, mangalcılar çoğaldı; vadinin huzur verici sakinliği biraz azaldı.

Koca kayaların düzgün bir şekilde, sanki doğum günü pastaları gibi düzgünce kesilip düşmüş olmaları da ilginçti. Selime’ye vardık ve Çatlak restoranda ayran-çay-soda-bira olayından sonra tuz gölüne geçtik. Tuz gölü oldukça kalabalıktı; seyir yeri Ankara’ya 128 kilometre uzaklıktadır. Türkiye’nin en sığ gölüdür burası. Bizim tuzumuzun yarıya yakını buradan gelir. Vedat hoca buranın tuzunun kaynağının bir zamanlar iç deniz olmasından kaynaklandığını söyledi. Göl ne kadar sığ derseniz genellikle 40 cm kadardır; Mayısta 2 kattan biraz fazla artar, yine de 1 metre civarlarında kalır. Kışın donmayan bir göldür burası! Sürrealist fotoğraflar yakalamak mümkündür; insan sanki yazın ortasında karda yürür; tabanı çok serttir; ayaklara çivi gibi batar! Suda yürüyenler sanki su üstündelermiş gibi görünürler.

Ve güneş hızla battı ve bir etkinlik daha sona erdi ve yine yeni bir şeyler öğrendik.

Bir de bir duyuru yapayım. Gökhan Ağustos’ta bir Kaçkarlar etkinliği yapacak, sanırım 1 haftalık bir etkinlik. Programın ayrıntılarını henüz okumadım; Jak ve Gökhan’ın Kaçkarlar ve Ağrı etkinliklerinden sonra gerçekleşecek bu. Monor Hemşin Evi diye bir yerde kalınacak, Rize’nin Hemşin ilçesine yakın bir yerde yani! 3 katlı bu taş ve ahşap ev oldukça sevimli bir yere benziyor.

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Cha Cha Cha D’Amore

http://www.youtube.com/watch?v=5RwA8tr43pU

Ve bir de “Dik Oyna!” Dean Martin’in yukarıdaki şarkısından biraz farklı bir tarz!!!..

http://www.youtube.com/watch?v=hM1t-YOJaNE

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »