Feeds:
Posts
Comments

1149

Etkinliğin beşinci günündeyiz. Tarihler 3 Ağustos Pazar günü. Bugün zirve günü, bugün ciddi gün, bugün kayalar üzerinde yürüme günü, etkinliğin doruk günü! Bugün erkenciyiz. Saatler 6.15’i gösterdiğinde kahvaltı yapılmıştı ve yürüyüşe hazırdık. Ben Jak’ın saatine bakıyordum ve bana her seferinde saatinin 5 dakika ileride olduğunu söylüyordu!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Soğanlı gölün üzerine henüz tam olarak güneş gelmemişti. Soğanlı gölden Büyük Deniz Gölü aşıtına doğru yol alıyorduk. Aşağıdan bakınca yukarıda patika ya da yol yokmuş gibi görünüyordu ama ilerledikçe patika açığa çıkıyordu. Savaşım, Tea ve Ezgi kampta kalmaya, kampın keyfini çıkarmaya karar verdiler ve böylece 3 eksikle yola çıktık. Ana rehber Bekir Görmüş’tü. Gökhan da arkayı kontrol ediyordu. Cemil libero oynuyordu! İş bölümleri istendiği zaman değişebiliyordu.

Taşlarda yavaş yavaş ciddi artışlar oldu. Kısa bir süre sonra Deniz Gölü manzarası karşısındaydık. Göl tam durgundu, harika bir yansıma vardı. Mavi gölün üzerinden zirvedeki bayrağı fotoğrafladık. Buradan çok çok uzakta görünüyordu zirve. Oraya gidecek ve tekrar geri dönecektik! 10 saat kadar bir süre alacaktı bu. Kimse gölden ayrılmak istemiyordu, herkesin gözleri göle kilitlenmişti. Bu büyüleyici göle veda vakti geldi. Google Earth’e göre 3381 rakımda olan bu göle doğru ince bir patikadan iniş başladı. Bazen yarım ton kadar bir ağırlıkta görünen kayalar bile üzerlerine basılınca oynuyorlar ve hatta dengeyi bile bozabiliyorlardı! Öyle bir açıyla duruyorlardı ki küçük bir güç uygulayarak koca kayayı oynatabiliyordunuz!

Daha önce de belirttiğim gibi kask zorunluluğu yoktu ama kask takılması kesinlikle faydalıydı. Gerek Tamzara tur ve gerekse de öteki Kaçkar tur düzenleyicilerine tavsiyem zirve çıkışında kaskı zorunlu hale getirmeleridir, zararları olmaz karları olur! Ama tabii iyi bir kask en az 250 civarındadır; ilan edilirse katılımcılar kendi kasklarını getirebilirler ki benim son derece hafif bir Petzl kaskım vardı. Yürüyüşçü çok deneyimli olabilir ama 1 saniyelik dikkatsizlikle düşme anında kask çok çok değerli bir iş yapabilir! Kısacası kaskı tur düzenleyicilere tavsiye ediyorum, iyi olur diyorum, fotoğraflarda da daha güzel, daha artistik, daha dağcı çıkar kasklar!

Deniz gölünden su doldurma zamanıydı. Suyu pek lezzetliydi. Güneş yavaş yavaş yakmaya başlamıştı. Yol babaları sıklaştı. Bekir hoca bölgeye dair bilgiler veriyordu, mola verilecek yerleri saptıyordu. Küçük bir göle daha geldik. 3474 rakımlardaydı. Öbek öbek karlar bizi mutlu ediyorlardı ve unutma beni çiçeklerine bakmayı da unutmuyorduk! Zaman zaman taşlar kayabiliyordu. Bunlardan bir tanesi, en çok sayıda taşın kaydığı bir olayın tam önündeydim ve heyecanlı anlar oldu. Tabii kayalar gelirken sadece kayalara odaklanmıştım, Aladağlar’da da bunları konuşmuştuk yani yukarıdan taş kaya gelirken rastgele kaçmak yerine onların nereye geleceklerine göre pozisyon almak daha akılcıydı. Elbette blok halinde onlarca taş ve kaya gelirse o zaman komplike bir durum garantilenmiş olurdu! Genel olarak küçük yuvarlanma şeklinde bizzat katılımcıların yürürken yarattıkları taş kaymaları oldu ve ciddiyet arz etmiyorlardı.

Bekir hoca kar gördü mü hemen yüzünü kara yaslıyordu. Tabanı toptan çıkmış ayakkabı gördük ki herhalde dağda insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi, o yüzden çantada bir ip bulundurmak faydalıydı, tabanı ayakkabıya bağlamak için! Ayakkabı Adidas’tı, yani gerçek dağ ayakkabısı değildi. Asolo, Boreal, La Sportiva, Dolomite gibi ayakkabılarda böyle şeyler yaşamak oldukça zordur.

Küçük gölden sonraki rotanın tamamı küçük inişler ve büyük çıkışlar şeklindeydi. Karların üzerlerinden geçerken kısa serinlemeler yaşıyorduk. Taşlara dikkat etmekten etrafa çok sık bakamıyorduk. Uzaklarda bir buzul gördük, halen taş gibi sert olduğu belliydi. Cemil’i yine bir orada bir burada görüyorduk tavşan misali! “Ah ülen hayat” diye bağırıyordu ve bir de uzun Karadeniz haykırışları yapıyordu! Fakat hafızam bazen de Cemil’in Ayhan Alptekin’in şarkısında olduğu gibi “Ah ulan ah” dediğini kulağıma fısıldıyordu!

Zirveye yaklaştıkça diklik arttı. Uzaklarda yeşil bir teras gördük; oraya ulaşacaktık ve bir yan geçiş olacaktı. Buzul manzarası karşısında kuruyemişler pek lezzetli oluyordu. Kumanyalarımız çantalarımızdaydı. Kumanyaların içleri de Bekir hocanın çantasında! Yeşil terasa gelmek üzereydik. Hafif zorluca bir yan geçiş oldu. Gökhan, Bekir hoca, Cemil biraz aşağıda durup önlem aldılar. Yürüyüşün genel olarak en kritik bölümü burasıydı orada da önlem alınarak herkes dikkatlice geçti. Oldukça kısa bir geçişti bu. Yeşil terasta harika çiçekler bizi karşıladılar ve kayalardan süzen sular pet şişelere dolduruldu. Çıkış devam etti, bayrak yakınlaştıkça enerji arttı ve nihayet mutlu son! Küçük Şebnem yukarıda Roketsan bayrağını açmıştı bile! Bu reklamdan sonra yarım kilo roket alacağımız geldi ya da 1 kilo!

Dağdaki levha 3932 metreden 3937 metreye değiştirilmişti! Fotoğraflar çakmaya-çekmeye başladı! Sağa mı sola mı bakalım diye bir o yana bir bu yana gidiyorduk. Yaklaşık yarım saat zirvede kaldık. Zirvedeki en komik an da şuydu. Kuzeyin uçurumuna bakıyordum buradan da kim çıkar ki derken bir kask tam uçurumun önünde yanı başımda yükseldi! Sanırım TODOSK (Toroslar Doğa Sporları Kulübü) dağcılık ekibiydi onlar. Hoş bir andı, cehennemden yukarı, Kurtuluş Ülkesi’ne yükselen insanlar tarzı bir görüntüydü!

Zirve kalabalıklaştı, bayrakla çekilen fotolar çoğaldı. Karşıda 3711 metrelik Mezovit’i, 3760’lık Geztepe’yi ve 3800’lük Kardovit’i ve 3860’lık Sönmez tepeyi görebiliyorduk. Öğle yemeğimiz zirvede yendi. Zirve kaynaşması oldu, zirve defterleri imzalandı. Yavaş yavaş bulut toplanmaları görüyorduk. Bekir hoca biraz hızlanmamızı istedi. Bulut toplanmalarında zirveler yıldırım çekerler. Cep telefonlarının kapatılması istendi. Zirvede saatler 11.02’yi gösteriyordu. Yaklaşık 4 saatte çıkmıştık zirveye. Baykar’ın zirve mesajını görüntüledim, duygusal bir mesajdı. Artvin Barosu defteri zirve defteri yapılmıştı. Kayanın tekinde Şahin Kafeterya yazıyordu. Jak meşhur Toblerone çikolatalarını dağıttı. Onun da 18. Kaçkar çıkışıydı bu ve muhakkak ki Hollanda’dan ve belki de Avrupa’dan bu dağa en çok çıkan kişiydi! Gökhan, Metin hocayı (Ayşiiin’i) beklediği için zirveye geç katıldı ve böylece hepimiz zirvedeydik. Cemil de artçı olarak en son geldi! “Ah ülen hayat!” ya da “Ah ulan ah!”

İniş vakti geldi. Uzaklara yağmur yağmaya başlamıştı bile. Telefonlar kapalıydı. İnişler daha fazla dikkat gerektiriyordu ve daha çok zaman alabiliyordu. Bekir hoca “hava patlayabilir” şeklinde bir terminoloji kullanıyordu! Rüzgâr havayı hızla değiştirebiliyordu. Çiseleme başladı, yağmurluklar giyildi. Terasa inildi. Kritik yan geçiş yapıldı. Dönüşte biraz daha farklı bir rotadan indik. Uzunca bir kar kulvarının üzerinden yürüdük. Minik göl derken Deniz gölüne ulaştık. Gölde anı fotoğrafının ardından nihayet ana-kampa geri döndük ve burada Jak’ın eşi Tea herkesi samimi bir şekilde sarılarak kutladı. Zirve yürüyüşü sona ermişti. Savaşım mutfakta çorba yapıyordu. Nes, Ezgi’den makarna istemişti ve akşam makarna da vardı. Ezgi de hastalığı epeyce atlatmış, toparlamış görünüyordu. Tea da kitap okumuştu: Caesarion, Tommy Wieringa, güzel bir roman sanırım.

Tea gölde ikinci kez yıkandı. Akşam ateşi için odunlar toplandı. Bu odunları Bekir hoca daha önce bizim çadırın arkasına yığdırmıştı. Yağmur çiselerken ateş yandı, biralar içildi ve gün geceye dönüverdi! Yorgunluk herkesi yatağa sürükledi. 4 Ağustos Pazartesi günü çabucak geliverdi!

Sabah toparlanma, çadırları temizleme vaktiydi! Kısa süre içinde biraz olsun temizleyebildik ama kesinlikle daha sonra detaylı bir temizlik yapmak gerekiyordu. Özellikle nemli kalan çadırlarda küflenmeler olabiliyordu. Bugün kahvaltıda ekstra olarak devasa sucuklu yumurta vardı. Katırcı Ali dayı atlarla erkenden geldi. Uyku tulumları ve matlar ayrı bir yere depolandı. Otele gidecek olan eşyalar ayrıca torbalandı ve heybe şeklinde atlara yerleştirilecekti. Çocuklarla vedalaştık ve 9 olmadan yola koyulduk. Bugün Trans-Kaçkar günüydü. Batıya doğru aşağıya inecektik ve 3400’lük bir aşıttan geçip batıya doğru yol almaya devam edecektik. 2 Aşıt daha geçip Kuzeye vurarak Kavrun geçidine girecektik. Kısacası çıkması ve inmesi bol ve uzunca bir parkurdu.

Davalı geride kaldı ama koca taşlar halen yolumuzun üzerindeydiler. Bekir hocanın elinde bir sis düdüğü vardı ve bir de çantasına asılı ayı çıngırağı! Ayılar bu sesi duyup uzaklaşmaktaydılar! Ayılar bu yüksekliklere de çıkıp kök aramaktalar, toprakları eşelemektedirler. Düğün çiçekleri, eğrelti otları, çekirgeler bize eşlik ettiler. Ayı pisliklerine benzer şeyler gördük. Havada çok sayıda kuzgunlar görüyorduk. Kumanyalarımızdan gofretleri arada ağzımıza atıyorduk. Şeftali suları güzel gitti. Kavrun geçidine yaklaştığımızda sisler ortaya çıktılar ve etkinliğimize müthiş görsellik kattılar. Dağlar daha da güzelleşti. Bekir hoca zaman zaman sigara içiyordu ve izmaritleri de ayakkabı iplerine sıkıştırıyordu.

Yavaş yavaş Kavrun vadisini görebileceğimiz tepeye yaklaşıyorduk. Sonrası hep iniş olacaktı. Öğle molamızı düzeltilmiş taşların olduğu bir düzlükte verdik. Yağmur çiseledi, saflar sıklaştırıldı, düdükler çaldı, dağlar sanki yoktan var olup yine sislerin içinde yok oluyordular. Çiçekli vadiye doğru ve Yukarı Kavrun’a doğru görsel bir iniş başladı. Kayalara tünmüş kuzgunları gözlerimizle yakaladık! 2868 rakımdaki Derebaşı gölüne geldik. Çiçekler arasında oturduk, otlardan pantolonlarımız ıslandılar. Saat 15’e doğru yaklaşıyordu. Öküz Yatağı gölünün ve Mezovit çayırının solundan, orman güllerinin arasından, odun toplamış genç kızların önlerinden, su damlalarını hapsetmiş kabalak yapraklarının yanlarından, sevimli danaları severek serbest sitilde yürüyerek 2270 rakımlı Yukarı Kavrun’a ulaştık. Böylece Trans-Kaçkar turumuz sona erdi. Bizim geçtiğimiz vadi birkaç ay sonra karlarla örtülecek ve oradaki evler bile karlar altında kalacaklardı.

Yukarı Kavrun’daki kahvehanede simitler, ay çekirdekleri, burma tatlılar yedik, çay içtik, maden suyu devirdik! Saatler 18.15 olmuştu. Kahvehanedeki dürbünleri görür görmez katırcı Ali dayının isteği aklıma geldi. Bana bir daha gelişinizde bir dürbün getirin dedi, objektifleri bile söyledi ve Çin malı da olmasın diye ekledi!

Araçlarımız geldi ve doğruca Ayder’e indik. Natura Lodge otelindeydik, bizi kapıda Cevdet bey her zamanki gibi güler yüzle karşıladı.

http://www.naturaotel.com/

Güzel bir oteldi, rahat ettik. Gelenlere tavsiye ediyorum. 20.30’da yemek vaktiydi ve acele herkes duşunu aldı. Yöresel yemeklerden tavalama pek hoştu. Üstü kadayıflı muhallebiyi de ben silip süpürdüm, ne de olsa tatlıydı! Ayder’de akşam kısa bir tur yaptık; pahalı arabalarıyla, çarşaflı eşleriyle pek çok Arap gördük. Nes yıllar önce buranın halini anlattı ve gerçekten de çok büyümüştü Ayder. İsmi Ayder yaylasıdır ama tarihte burası bir dinlenme yeri olarak kullanılmıştır ve yaylacılık yapılmamıştır. Ayder Ermenice tarla anlamına gelmektedir. Kaplıcalara giremediğimiz için üzüldük ki benim programımda vardı! Jak’ın torununun videosunu izledik, kuyruksallayan kuşları görüntüledik, teleferikle çantalarımızın otelden aşağıya inişlerini keyifle izledik.

6 günlük bu dağ ekspediyonunu kısaca anlatmaya çalıştım. Aklımda daha pek çok ayrıntı var ancak bir yerde durmak gerek! Değerli okuyucu Kaçkar bölgesini ziyaret etmek istediğinde bu bilgilerin yararlı olacaklarını düşünüyorum. Tamzara tura da gösterdikleri misafirperverlikleri için teşekkür ediyorum. Sonuç itibariyle bu turu herkese gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum! Ve bir de şunu ekliyorum: Dağlara mutlaka bir rehberle çıkın! Yani değişik okumalar yapıp ben burayı çıkarım demektense daha önce defalarca bu dağa çıkmış bir rehber size çok şey kazandırır. Zirve yolunda en önemli şey emniyettir!

Zirve yolunda bütün o üzerinde yürüdüğümüz kayaları da düşündüm. Hepsi ufalmaktaydılar. Ufalacaklar, parçalanacaklar ve bir gün çok uzak zamanlarda tıpkı Ay’daki gibi her şey toz olacak, toza dönüşecek! Bugün Ay tozu dediğimiz olay var, dünyada da Dünya tozu olacak! Yaşadığımız evren budur!

Beşinci ve altıncı günlerin bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Borçka Hemşini, Bayar Şahin! Savaşım artık bu müziği duyunca horona başlar diye düşünmekteyim!

https://www.youtube.com/watch?v=6ZpMq9us6gM

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

651

Etkinliğin üçüncü günündeyiz. Tarihler 1 Ağustos Cuma günü. Memleketten tamamen koptuk; gazete yok, haber yok ve tam da istediğimiz bir olaydı bu! Uzak dursun bizden siyaset denilen delilik ve çirkeflik dünyası! Nihayet gerçek dağ yürüyüşümüz başlamıştı. Hodeçur’daki kilise ve orada bir ahıra dönüştürülmüş (!!) olan taş kıraathane çok kısa zamanda gerimizde kaldı. Tamamen açık, tertemiz güneşli bir hava vardı. Buralarda birkaç günün ardı ardına güneşli olması pek yaygın değildi. O yüzden güneşi bulunca derhal keyfini çıkarmak gerekliydi.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Uzaklarda ağaçsız dağları görebiliyorduk. Artık ağaçsız bir dünyaya, taşların, kayaların dünyasına, vahşiliğe, 2000’lerin üzerlerine yolculuk ediyorduk. Bu rotayı Tamzara turun dışında pek kullanan yok; sessiz sakin ve güzel bir rota. Çiçek tarlalarının arasından ilerledikçe ağaç gölgeleri azalıyordu ve gölgeler daha çok kıymete biniyorlardı. Ara sıra arkamıza bakıyor ve geriden gelecek olan sevimli atları bekliyorduk. Yanı başımızda Hodeçur deresi akıyordu. Bir kayanın üzerinde 2075 yazıyordu, herhalde oranın rakımıdır diye düşündük.

Hedefimiz Davalı yaylasıydı. Buranın asıl ismi Hodeçur yaylasıdır. 2500 rakımlardadır. Bir Hemşin yaylasıdır. Eskiden Çinçiva (Şenyuva) köyüne ait bir yaylaymış; mahkeme tarafından adı Davalı yayla olarak değiştirilmiş. Bu mahkeme süreci halen devam etmektedir ve biz oradayken de bir mahkeme keşif heyeti gelecek diye hatırlamaktayım.

Biz yürüyüşümüze devam ederken atlar sırtlarındaki ağır eşyalarla gelip bizi geçiverdiler; güçlü ve hızlı hayvanlardı ama zorlandıkları da sıkça oluyordu. Zaman zaman atlar durup otlamak istiyorlar ancak çocuklar iplerini çekiyorlardı; hedefe ulaşıncaya dek uzun otlama yasaktı! Yukarıda solda kalan teras gibi bir yükseltiye geldik. Yayla evleri vardı, orası 2300 rakımlardaydı. 200 metre kadar daha bir çıkışımız vardı. Yayla evleri taştı, buralar metrelerce kar altında kalıyorlardı ve başka tarz evler yapmak da mantıklı değildi.

Yol boyunca üst üste dizilmiş yol babalarına rastlıyorduk. Bunlar sisli havalarda çok faydalıydılar. Zaman zaman yerlerden bir taş alıp onların üzerlerine koymak gerek. Bu bölümdeki rehberimiz Bekir Görmüş hoca sık sık pet şişesini dere sularıyla dolduruyordu. Mola yerlerinde atlar ne kadar ot varsa çok kısa süre içinde yemeye çalışıyorlardı. Yeşil ormanlar geride kaldı, taşlı patikalar çoğaldı. Ve sonra çocuklara rastladık. Bizim geleceğimizi biliyorlardı ve Davalı yayladan aşağıya yürümüşlerdi. Günnur ve Derya isimli 2 sevimli kız zıp zıp koşuyorlardı. Bize durmadan “oradan değil, orası batak, buradan” diye bağırıyorlardı. Özgürce otlayan danalar, inekler çoğaldılar. Mavi naylon kaplı ağılların önündeki keçiler bizi izliyorlardı. Keçilerin hepsi kulaklarından numaralıydı. Yaylada mezarlar da görüyorduk.

Danalar buzağılar otlarda keyif çatıyorlardı. Atlarla eşyalarımızı taşıyan Ali dayı ve ailesi de oradaydı. Davalı’nın taş kemer köprüsü pek hoş görünüyordu; bu tarz köprüler bizi alıp antik çağlara götürüyorlardı. Kamp yerine gelmiş sayılırdık. Şelaleler ortaya çıkmaya başlamışlardı. Ankara civarında bir şelale görmek için en az 3 saat yol almak gerekirdi, üstelik de o şelale uyuz bir şelale oluyordu, mesela Nallıhan Uyuzsuyu Şelalesi gibi! Burada ise deyim yerindeyse “her yer şelaleydi!” Bir müddet daha gittikten sonra kamp alanına ulaştık ve hemen çadırları kurmaya başladık. Çocuklar bize yardım ediyorlardı. Daha önce kurmadığımız çadırlar olduğundan biraz zaman aldı kurmak. Bazıları Gökhan’la birlikte egzersiz yapıyorlardı.

Bizim çadırımızın tam ismi Quechua Quickhiker III’tü. Bu yeşil çadır 3 kişilikti. İç havalandırması biraz fazlaydı yani içte tepedeki tül perde (file) kısmı biraz yazlık çadır havası veriyordu. Gece de biraz üşüme oldu dersem doğru demiş olurum! Uyku tulumlarımız Husky markaydı. Üzerinde -15 yazıyordu ama bana pek sıcak gelmedi. -28’likler olsa daha sıcakça uyunurdu diye düşünmekteyim. Yani -28’lik tulumda hava sıcak olsa bile tulumu açıp uyuyabilirsiniz o yüzden tulum tercihlerinde eksisi yüksek olana yönelmek gerek, ağırlık ve boyut artsa bile! Yastık olmadan rahat uyunamıyor; polardan yastık yapsanız da yastık görevini tam olarak yapamıyor. O yüzden böyle turlara katılırken şişme yastık getirilebilir. Başlangıçta hangi uyku tulumu ve çadırda kalınmışsa sonra da aynı tulum ve çadırda kalınma kararı alındı. Bir ara Bekir hocanın uyku tulumu arandı; üzerinde ismi yazılıymış ama ilk gece bulunamadı!

Yemek çadırı hızla kuruldu. Herkes heyecanla yemeği bekledi. Dağda yemek önemliydi. İyi beslenememek dağ çıkışını güçleştirebilir ya da tamamen bitirebilirdi. Çorba tenceresi geldi çabucak bitti. Yemekte türlü vardı ve içindeki etin tadını pek beğendik; bölgenin organik etidir dedik ama kavurma etmiş, yani sanayi üretimi etlerden! Tadı yine de güzeldi. Yemekte yine tatlı yoktu; sanırım ben ilk gün yediğimiz şekerpareyi aradım hep! Kırmızı şarap geldi, beyaz şarap geldi, kişisel olarak alınmış biralar içildi. Şaraplar tadımlık sayılırlardı. Vedat hocanın dediği gibi bir bira akşam insanı daha iyi uyutabiliyordu. Çaylar yapıldı. Uyku zamanı hemen geliverdi. Sabahları kalkış 6, kahvaltı 7 şeklindeydi.

Akşam çiçek toplamaya çıkanlar muhteşem bir gökyüzüyle karşılaştılar. Öyle ki insan dışarı neden çıktığını unutup gökleri seyre dalmaktadır; milyarlarca yıldız! Gece bir vukuat da oldu. Kurt ailesinin çadırına sevimli küçük bir fare girdi ve hatta Ali beyin yüzünde yürüdü, Şebnem çığlık attı. Bu küçük macera da bize çadır fermuarlarını çekmek gerektiğini hatırlattı. Karasinekler sorun olmuyordu; 3400’lerde bile çadıra giriyor sonra da çıkıyorlardı. Bunlar davetsiz misafirler değildi; orada davetsiz misafir olanlar bizlerdik! Bizler onların evlerine ziyarete gelmiştik!

Ben çadırlarda pek uyuyamıyorum ki bu da bir istisna olmadı. Ama bir şekilde sabah oldu ve artık 2 Ağustos Cumartesi günündeydik. Bugün uzunca bir yürüyüş vardı ve 3400 irtifalara kadar çıkacaktık. Yayla bizden önce uyanmıştı; keçiler yayladan yukarı çıkmıştılar bile! Çadırlar hızla toplandı; çocuklara yiyecekler bırakıldı. Derede dişler fırçalandı ve ağaçsız dağlara yürüyüşümüz başladı. Davalı’dan sağa dönüp yükselip bir aşıttan Kaçkar yönüne girecektik. Cemil artçıydı, Gökhan öncüydü. Ama Cemil bir önde bir gerideydi. Bazen Cemil’in ikizi mi var diye espri yapıyorduk. Hava enfesti. Cebimizdeki kuruyemişleri yiyorduk.

“Ayşiiin” diye bağırmalar oluyordu ki etkinliğe katılanlar hemen anlayacaklardır kimdir bu bağıran! Bir Trabzonlu! Yol boyunca dağlar Ayşin’le inledi. Metin beyin eşiydi. Taşlar çoğalıyordu. 2800 rakımları geçmiştik. Buralarda dahi çeşmelere rastlıyorduk. Çeşmelerden birinin suyu müthiş soğuktu, eriyen kar sularının soğukluğu vardı! Pek tatlı olmayan armutları mideye indiriyorduk. Ve soğanlar çıktı piyasaya! Soğanlı yaylasındaydık. Bu yabani soğanlar çok keskindiler, harika kokuyorlardı ve insanı acıktırıyorlardı. İnsanın ekmeği kesip arasına bunları koyup yiyesi geliyordu!

Sarı sarı düğün çiçekleri artmaya başlamışlardı, bunların taze kısımları zehirlidir ve hayvanlar da bunları yiyince zehirlenebilirler. O yüzden her organik şey yenmez, her organik şey faydalı olmaz! Çan çiçeklerine de rastlıyorduk. 3 saatten fazladır yoldaydık. Vakit öğleyi geçmişti.

Karşımızda Soğanlı gölünü bulduk. 3370 rakımlardaydı bu göl. Etrafında halen karlar vardı ve muhtemelen onlar eriyemeden yeni karlar yağacaktı. Yeniden aynı süreçlere başladık yani çadırlar kuruldu. Bu kez fazla rüzgâr yoktu, Davalı’da esen rüzgâr burada epeyce azalmıştı. Biz bu kez farklı bir çadır aradık ve boşta bir çadır bulduk, Vedat hocanın çadırdandı. Ancak onun da pollerinden biri kırıldı veya önceden kırıktı ve yeniden yazlıkımsı Quechua Quickhiker III çadırı kurduk! Aslında çadırların içi genel olarak aynı soğuma derecelerine inerler o yüzden uyku tulumları çadırdan da önemlidir diyebiliriz. Katırcı Ali dayı da oradaydı. Bekir hoca biraz rahatsızlanmıştı, at üzerinde Davalı’dan buraya geldi. Fakat dağların müthiş iyileştirme yanları vardı ki ara sıra rahatsız hissedenler olduysa da çabucak toparladılar.

Yeni banyomuz Soğanlı gölüydü. Dişler de burada fırçalandı. Gölün uzaklarından içme suyu da alıyorduk. Ancak köylüler göllerden değil gölden aşağıya akan yerlerden su içiyorlardı. Göl kenarındaki yüksek aşıt tuvalet bölgesi ilan edildi ve bu öyle bir çiçek toplama yeriydi ki çıkacağımız Kavrun zirvesi ve hatta bayrak bile görülebiliyordu. Tea biz zirvedeyken bizi o noktadan zoom yaparak çekmişti!

Bugünü dinlenerek, sağda solda dolaşarak geçirdik çünkü yarın zirve çıkışı olacaktı. Yemekler yapıldı, kocaman çaydanlıklar göllerden dolduruldu. Güneş battı, ay çıktı; çadırların içinde ışık oyunları başladı. Yendi içildi, şarkı türkü söylendi ve çadırlara uykuya gidildi. Geceleri birtakım canlılar poşetleri çekiştirip durdular. 3 Ağustos Pazar sabahı geldi, güneşle birlikte hayatımıza girdi.

Şu an Cemil’in meşhur sözünü hatırladım; yol boyunca bir türlü kafamıza oturmamıştı ve halen de oturmadı. Kendisine mesaj atıp yeniden soracağım! Göz muanattır el ayak cummettir!  Muanat şu anlamlara geliyor: Bir şeyin zahmetini çekme; bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma; ona göz kulak olma. Değişik bir deyimdir bu, sanırım Cemil’in annesi ona söylermiş.

Üçüncü ve dördüncü günlerin bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek, 5. ve son yazımı daha sonra yazmak üzere bu yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Karmate!

https://www.youtube.com/watch?v=shSy9NGF8HI&list=PL94117434F4E1C1A4&index=26

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

328

Etkinliğin ikinci günündeyiz. Tarihler 31 Temmuz Perşembe günü; havalar güzel gidiyor, yağmur yok. Kaptanın seyir defterini yazmaya devam. Fırtına Pansiyonu’nda güzel bir sabah kahvaltısı yaptık. Kahvaltıda en çok beğendiğim şey mısır unundan yapılmış helva ile doldurulmuş poğaça idi. Tadı irmik helvasına çok benziyordu ama bir Karadeniz yemeği olan mısır unlu helvaydı bu.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Bugün artık İspir’e hareket zamanıydı. İspir’e gitmeden önce de ana-kamp yiyeceklerinin bir kısmının alınması gerekiyordu. Bu amaçla bir marketten epeyce bir alışveriş yaptık öyle ki marketin camına Tamzara reklamı da yapıştırıldı!

İkizdere’yi geçerek 45 km kadar gittik ve Ovit geçidine doğru yol aldık. Uzaklarda Ovit dağını gördük. Bu dağın altına tünel yapılmaktadır ve bittiğinde 15 kilometreyle Türkiye’nin en uzun tüneli olacaktır, Dünyanın da 5. en uzun tüneli. Ovit Dağı Tüneli’nin Kasım 2015’te açılması hedeflenmekte. Kasım-Nisan ayları arasında Ovit dağı geçidi çok kar almaktadır ve yollar kapanabilmektedir. İşte bu tünel bu sorunu tamamen ortadan kaldıracaktır. Buralarda bir gecede 2 metre kar yağdığı olmuştur ve aynı zamanda çığ bölgesidir de! Bu bölgeyi geçerken Ovit dağı tünel projesinin şantiye sahasını uzaktan görüntüledik.

Gecikmiş bir projedir, fikrin ilk çıktığı zamanları düşünürsek, II. Abdulhamit zamanları, yaklaşık 130 yıl gecikmiş bir projedir. Başka ülkeler Ay’da üs kurma çalışmaları yaparlarken biz halen tünel ve duble yol olaylarındayız, yani “geri kere geri” kalmışız! Daha da komiği bu geri kalmışlığımızla gurur duyuyoruz yani bir yere duble yol yapıldığında “vay canına işte budur medeniyet” şeklinde belki 100 yıl önce söylememiz gereken bir şeyi şimdilerde söylüyoruz! Vay canına metro yapılıyor, ne müthişiz! Ama başka ülkelerde 100 yıl önce metro vardı! Hız, bir ülkenin kaderini belirleyen faktörlerden biridir. İnsana yatırım yap, insanlara modern bir eğitim ver, onları bilimci yap, sonra sen de Ay’da üs kurmaya başlarsın, sonra senin teknolojik gelişmişlik düzeyin de belgesellere konu olur! Biz Ay’dan yeniden Ovit dağına, “vay canına ne müthiş projelerimiz var’a” geri dönelim!

Ağaçlar iyice azalmışlardı. Çayır Özü köyünde mola verdik. Buralar artık Erzurum’a bağlı köylerdi. Bu köy 2000 metrenin üzerinde bir köydü, serinceydi. Hacı amcalar köyün değişik yerlerinde oturmuş tembelce keyif çatıyorlardı. Çayır Özü’nden kuzeye doğru toprak bir yol çıkar ve biz de bu yola girdik. İlk hedefimiz 2300 rakımlardaki Moryayla’ydı. İspir ilçesine bağlı bu yayla Erzurum’a 156 km kadar bir uzaklıktaydı. Kaptan şoförümüz Ali’ydi. Kendisi off-road’cuydu ve zaten yol almakta olduğumuz yol da bir çeşit off-road yoluydu! Buraların şoförleri cambaz şoförlerdi, ama elbette her kim emniyetli araç kullanıyorsa o en iyi şofördür! Cambaz şoförlük Rus ruletidir!

Yollarda piknik yapanları görüyorduk. Piknik yapılırken bile insanların ellerinde tabancalar ya da tüfekler vardı. Silah kültürü benim sevmediğim bir kültürdür, çünkü silah cesur adamın değil korkak adamın aracıdır; insanın elinde korktuğu için, zayıf olduğu için silah olur; cesur adamın silahla bir işi olmaz çünkü adı üstünde cesurdur! Zaman içinde bu silah alt-kültürünün bölgede önemini yitirip ortadan kalkacağını düşünüyorum ve diliyorum. Gelenekmiş kültürmüş diye geçmişe ait her tuhaf şey korunmaz! Eğer silah Karadeniz kültürüyse o zaman Karadenizli bu kültürünü akıl süzgecinden geçirip değiştirecektir. Karadeniz’in bilinçli insanları bu kültür bize dededen kalmış deyip direnmeyecek, bu tarz alt kültürleri kendi bünyesinden ayıracaktır ve daha nezih daha etik bir yapıya doğru yol alacaktır.

Artık İspir-Yedigöller’e doğru yol almaktaydık ve yol da biraz daha heyecanlı-uçurumlu bir hal almıştı, balatalara daha çok iş düşüyordu. Moryayla’dan kuzeybatıya doğru giden yol doğruca Yedigöller bölgesine gider. Arabayla Yedigöller’e gelinen tepenin rakımı 3160’lara yakındır. Buraya gelirken bir kez aracımız ağır yüklerimiz nedeniyle dik bir rampadan çıkamadı ve araçtan inerek yukarı doğru kısa ve güzel bir yürüyüş yaptık. Tepede bizi muhteşem bir manzara karşıladı. Aşağılarda Çan çiçekleri, Dağ papatyaları, mavi centiyanlar, dağ korungaları, dağ minesi unutma beniler ve birbirinden güzel göller bizi bekliyorlardı. Oradaki sessizlik yine silah atışlarıyla bozuluyordu. İnsanlar silah yankısını duymak için bile ateş ediyorlardı. Her şey bir kültürdür. Bu da bir kültürdür, ama güzel bir kültür değildir. Silahtan, ölümü simgeleyen bir aletten güzel kültür mü olur? Tulumdan güzel kültür olur, tulum ruhları canlandırır, zihni coşturur, ama silahtan güzel kültür olmaz! Silah, alt kültürdür!

Göller 3065 rakımlardaydı. Bizse 3160’lara yakındık. Yani yaklaşık olarak 100 metre aşağıya inecektik. Tam karşımızda 3331 rakımlı Karaçalı Tepesini görüyorduk. Zeytin, helva, peynir, domates, salatalık tarzı yiyeceklerden oluşan öğle yemeğini yedikten sonra dikçe yamaçtan aşağıya, göllerin bulunduğu çanağa doğru indik. Kuş kayası denilen kayaya sanki orada dev bir kuş duruyormuş gibi bakakaldık. Göl temizdi ama derin değildi. Dileyenler suda yüzdüler. Jak’ın eşi Tea da yüzdü ve Jak da bir tepeye çıkarak oradan “Aslanım Tea!” diye bağırdı! Sudaki binlerce ışıltı bize “iyi ki geldik buralara, iyi ki buradayız, iyi ki bu turu almışız” dedirtti! Geliş yolu uzundu ve pek kolay değildi; ancak böyle hediyeler almadan buralara gelmek boşa zaman harcamak olurdu! Yolun solunda güzel bir şey olmalı ki oraya gidelim!

Göllerde balık avlayanlara rastladık ve yerlerde pek çok kovanlara! Yeniden indiğimiz tepeye geri döndük. Yukarıda bizi karpuzlar karşıladı; horonlar oynandı, ayaklar yerlerden tozları kaldırdı, tozlar rüzgârlarla göllere doğru yol aldı. Gölgeler de yerde horon teptiler ve yeniden Moryayla’ya geri döndük. Tepeler müthiş siluet ve profil görüntüleri yaratıyorlardı. Tepelerde bir kadın görüyorduk, birden sarıklı bir adam veya bir çocuk yüzü. Traktörlere balyalar yükleniyordu; bal kovanları geceyi bekliyorlardı.

Uzun yol bitti ve biz İspir’e ulaştık. Akşam olmaya başlamıştı. Doğruca kalacağımız Bungalov evlere gelmiştik. Hemen yanı başımızda Çoruh nehri akıyordu. İspir’in fasulyesi meşhurdu ve akşam da kuru fasulye yiyeceğimizi umuyorduk. Kentte dolaşırken hem Karadeniz ve hem de “Bilmirik!” tarzında Doğu aksanını duyabiliyorduk. Dut pestilleri de meşhur olan bir yerdi. Akşam tahmin ettiğimiz gibi İspir fasulyesi yedik. Yemekte en önemli eksik tatlı olmayışıydı! IDOS bungalov evlerinde yatmadan önce bahçede semaver çayı içtik. Bizim çalan müzikten rahatsız olduğumuzu bilen bir teyze gelip son bir kez bir parça çalıp oynayıp gideceklerini söyledi ve bizden izin istedi, hoş bir davranıştı.

Rahat bir uykudan sonra gözlerimizi 1 Ağustos Cuma gününe açtık. Kahvaltıdan sonra Gökhan’ın tanıdığı bir kuruyemişçiye giderek dut kurusu ve fındıklı pestillerden aldık. Peynirci Baba Necati Güven’in dükkânından epeyce bir alışveriş yapıldı. Sanırım Güven Ticaret’in sahibi Necati beyin oğluyla görüştük biz, yani dükkânın asıl sahibi babaları Necati beydi. Dut, Köme, pestil, Ceviz, Fasulye, Yağ, Peynir ve her çeşit organik ürün vardı. 0541 442 3553 numarayı ararsanız size kargoyla bu ürünlerden gönderebiliyorlar ki dut pestilini ben pek lezzetli buldum.

Çok geçmeden yollara koyulduk, Çoruh vadisi boyunca ilerledik. Eskiden buradaki yollar daha bozukmuş ve o yüzden de nehrin altında pek çok arabanın yattığı söylenir! Yani nehrin altı bir çeşit araba müzesidir! Dünyanın en hızlı akan nehirlerinden biridir Çoruh ama biz bu hızı göremedik! Durgunlaşmıştı Çoruh, elbette Mayıs aylarında bu debi daha fazladır! Artvin’in en büyük akarsuyudur. Mescit dağından gelir Artvin’e kadar gider ve hatta oradan da Batum tarafında Karadeniz’e dökülür.

Bizim bugünkü temel hedefimiz artık Kaçkar Kavrun zirvesine yavaş yavaş yaklaşmaktı. Bunun için de ilk durağımız Hodeçur’du. Bu köyün şimdiki ismi Sırakonak köyüdür, İspir’e bağlıdır, 47 km uzaklıktadır ve 1700-1800 rakımlardadır. Hodeçur’un anlamı otu suyu bol demekmiş veya toplanan su. Köyde Ermeni taş yapılar bulunmaktadır. Hodeçur köyüne girdiğimizde burada güzel bir kilise gördük. Cücebağı mahallesidir kilisenin olduğu yer. Tam 50 yıl önce bu kilise camiye çevrilmiştir. Ben şahsen bu tür değişikliklere karşıyım. Orası kilise olarak yapılmışsa kilise olarak kalmalıdır, çünkü oraya bir emek verilmiştir ve o emeğe saygı duymak gerek! Bu caminin tekrar kiliseye dönüştürülmesi evrensel akla ve adalet duygusuna sahip her insanın normal karşılayacağı bir şeydir. Bu kilise zamanında henüz inşaat aşamasında terk edilmiştir. Bu yapılar bize mirastır ve biz bu miraslara sahip çıkmalıyız. Bir insan gelişmiş bir zihne ve vicdana sahipse başkalarının emeklerine zarar vermek istemez. Yani kilise kilise olarak kalmalıdır, başka kültürlerin değerlerine saygı bizi küçültmez tam tersine büyütür! Biz ne zaman küçülürüz? Bir kiliseyi alıp cami yaparsak o zaman küçülürüz! Orijinale dokunma! Saygılı ol! Yüksek ahlak bunu gerektirir! Yüksek ahlakı, gelişmiş zihni, gelişmiş vicdanı ve yüksek adaleti anlayabiliyor musun? O zaman doğru yoldasın! Köye geldin, baktın orada hazır bir kilise, boş yere uğraşmayayım dedin, hazır yapılmış kilise var onu cami yapayım! İşte bu köylü kurnazlığıdır ve alt kültürü simgeler! Burada yüksek ahlaktan bahsediyorum! Bunları anla ve değiş!

Kilisede epeyce zaman harcadık; ağaçlardan elma toplayıp yedik; içerdeki ışık huzmelerini seyrettik ve köyden ayrılarak doğruca Muhammet beyin evine çay içmeye gittik! Burası eşyalarımızın atlara yükleneceği son medeniyet noktasıydı, ama belki de gerçek medeniyet yukarılarda yaylalardaydı! Evin manzarası pek güzeldi. Eve iyice yayıldık, fotoğraf makinelerimizi şarj ettik ve hatta bir tanesi tahtaların arasına düştü, tahtalar sökülerek oradan alındı!

Aşağıda köyün içinden geçen tertemiz suyun şırıltılarına yemek yiyen kedilerin sesleri ekleniyordu. Özgürce dolaşan tavukları, inekleri, rüzgârda sallanan kavak ağaçlarını seyrederek iyice acıktık ve imdadımıza zeytin, peynir ve tereyağı yetişti. Ayrıca üzüm ve çay da bize enerji verdi. Eşyalarımız Muhammet beyin evinde kalmıştı, atlarla geleceklerdi ve Kaçkar yürüyüşümüz araçla biraz daha çıktıktan sonra başladı.

İkinci günün bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek, üçüncü günü de yakında yazıya dökmek üzere yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Gökhan Birben, hareketli bir parça, Oy Oy Güzelum

https://www.youtube.com/watch?v=UY0ghv4wZ00

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

122

Kaçkar dağlarına dair bilgileri ve Trans Kaçkar 2014 Tur programımızı önceki yazımda vermiştim. Şimdi etkinliğin aktığı şekliyle ayrıntılarını vereceğim, yürüyüşümüzün asıl gerçek yanını, olayın realize olmuş halini, turumuzun ilk gününü aklımda kaldığı kadarıyla anlatacağım.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir; 3 ayrı albüm altında topladım Kaçkar fotoğraflarımızı:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Tura katılmak için çoğu katılımcı otobüsleri tercih etti. Ben Kamil Koç Rahat Tekli Koltuk’ta uygun yer kalmadığından dolayı 30 Temmuz Çarşamba sabahı Trabzon-sabah 7 uçağını aldım. Anadolu Jetle 53 dakikada Trabzon havalimanına indik; açık ve nemli bir hava vardı. Uçakta yanımda oturan Trabzonlu Zabit bey dağlara gideceğimi bildiği ve biraz da zayıf olduğumu gördüğü için kendi sandviçini de bana verdi! Sohbeti hoş beyefendi biriydi.

Tamzara tur bizi havalimanından alıp devam ettik. Yolumuzun üzerinde bıçakçı Mustafa dedenin dükkânına uğradık, onlarca çeşit bıçağı hayretle izledik. Rize-Ardeşen’de bir dinlenme tesisinden Nes’i aldık. Ardeşen’de Lazlar çoğunluktaymış. Bunlar bana tuhaf geliyor; Laz, Hemşin vesaire… Evrensel düzeye çıkalım, evrensel bir zihne kavuşalım, din mezhep ve dahi ırk gibi şeyleri gerimizde bırakalım! Farklılıklar elbette bir zenginliktir, ama abartmayalım! Abartma!

Bugünkü programımız Ortan bölgesinde başlayacaktı. Ardeşen’den Çamlıhemşin’e geldik. Tam olarak söylemem gerekirse Rize’nin Çamlıhemşin ilçesi Ortan köyü bölgesindeydik! Fırtına deresi de yakınlarımızda akmaktaydı. Bu derenin ismi bana pek hoş gelir, güzel bir seçimdir bu isim. Ortan köyün rakımı 512 metredir. Jak’ın Toblerone çikolatalarıyla enerji almıştık. Kaptan şoförümüz Cemil Koçoğlu’ydu. İlk şoförümüz Ali’nin eşi kaza yapmıştı o yüzden Cemil direksiyonu devraldı. Daha önce bu Kaçkar etkinliğine gelenler onları gayet iyi tanıyorlardı. Savaşım hangi şarkıyı istese Cemil onu hemen devreye koyuyordu. Her seyahatin bir parçası vardır ve bizim seyahatimizinki de şu aşağıdaki parçaydı; bu parça her çaldığında gruptaki sinerji tavan yaptı, bir anda herkes canlandı ve en çok da Savaşım canlandı!

Marsis-Hopa Hemşin:

https://www.youtube.com/watch?v=p_pykI6N_Nc

Yürüyüşümüzün hemen başında bir serender (tahıl ambarı) gördük. Doğu ve Orta Karadeniz’e özgü bu mimari yapılara daha pek çok yerde rastlayacaktık. Sadece ahşaptan yapılmış bu harika yapıların içinde yiyecekler saklanır veya mısır kurutulur. Böceklerden ve yaban hayvanlarından korunaklı yüksek bir yapıdır bunlar.

Eğrelti otları, çay tarlaları hemen başlamıştı. Sıcak ve nemli bir havaydı. Enfes konakların önlerinden geçtik. Ahşap serenderler, yosunlu taş basamaklar, kısacası bölgedeki her şey pek sevimli, pek ıslak, pek yeşil, pek büyüleyici duruyordu.

Tamzara’nın ortaklarından Cevdet Oğuz bugünkü yürüyüşümüzde rehberlik yapıyor ve ne sorduysak cevaplıyordu. Ortan’dan Konaklar mahallesine yürüyüş yapacaktık. Çok tatlı bir patikadan ilerliyorduk. Çardaklarında oturmuş yöre insanları bizi uzaktan yakından selamlıyorlardı. Çok da fazla insanın evlerinin önlerinden geçmelerini pek de arzulamıyor olmalıydılar. Aşağılarda modern yapıda bir Çamlıhemşin sitesi görebiliyorduk. Zaman zaman derenin karşı kıyısındaki Yolkıyı köyünü görebiliyorduk. Vedat hoca üşenmeden kocaman fotoğraf makinesini ve objektifleri taşıyordu. Kurt ailesi hep beraber patikanın keyfini yaşıyorlardı. Nilgün ve Arzu buralara yabancı değildiler. Serenderlerin içlerinde bazen kestane balı petekleri görülebiliyordu.

Eğrelti otlarıyla sarılı patikanın her yerinde minik doğal çeşmecikler vardı. Sarmaşıkların arasından aniden mezar taşları belirebiliyordu. Patikalar korunsunlar diye patika kenarlarına taşlar örülmüştü, zahmetli bir işti bu. Aile mezarlıklarına rastlıyorduk. Yürüyüşümüz pek uzun sürmedi. Fırtına deresini gördüğümüz yerden aşağıya yola indik. Cevdet Bey orada eski bir teleferiği gösterdi ve nasıl çalıştığını anlattı.

Çarşamba günü hızla ilerliyordu ve acıkmaya başlamıştık. Konaklar mahallesinde yöresel yemek yeme zamanıydı. Yemek yiyeceğimiz konağa ulaştığımızda son derece sevimli bir mekâna geldiğimizi anladık. Plastik botların ve bakır çaydanlıkların içlerinde çiçekler vardı; sağda solda bir takım bitkileri toplayan sepetli yaşlı teyzeler, uyuyan kediler, bakır testiler, eski gaz lambaları, sağlıklı tombul çocuklar, orman kuşları… Huzurlu bir mekâna gelmiştik.

Yemekler pek lezzetliydi. Mısır ekmeği, taze fasulye, sarmalar, börekler, şalgamlar, kuymaklar ve hepsinden de güzeli şekerpare! Bir kral sofrası kurulmuştu. Kuş sütünü aramadık! Hemen dağdan inen su musluklardan akıyordu. Sisli dağların arasında güneş konaklara ve çay tarlalarına vuruyordu. İşte yaşanacak bir yer, özellikle bir yazar için bulunmaz bir altın madeni! Ve sonra taze çaylar geldi! Burada memleketin içinde bulunduğu aptal siyasi ortamdan, gerilimli cahil atmosferden çok uzaklardaydık; burada kavga döğüş, cahilce konuşmalar, ihtiras dediğimiz rezillikler yoktu; zihnimiz rahatlamış, ciğerlerimiz bol oksijenden mest olmuştu.

Cemil sigarasını tüttürüyordu. Koparılmış çiçekler bardaklarda soluyorlardı ve sanırım buralarda çiçek koparmaya gerek yoktu, onları da saksıda pencere önlerine koymak, onları toprakta tutmak daha güzel olurdu. Bırakalım çiçekler topraklarıyla beraber yaşasınlar!

Karınlar doydu; konaktakilerle vedalaşıldı ve daha uzun bir patika yürüyüşümüz başladı. Hemşin konaklarına doğru yol alıyorduk. Macar Krisztina Lakatos da etkinliğin yazısını yazacağı için dikkatlice etrafı inceliyordu. Ormanaltı dediğimiz bitki katmanı çok yoğundu. Bu zengin ormanaltı bitki dokusundan dolayı zaman zaman patika belirsizleşebiliyordu. Ağaçlara asılı Karakovanları görüyorduk; ayılar bunları da çalmaya çalışırlarmış! Karakovan balında baldaki mumu bile arı yapmaktadır. Karakovanlar oyma kütükten yapılmadır. Yürüyüşümüz boyunca pek çok kestane ağacı da gördük.

Burada Tamzara’dan bize eşlik eden Harun da vardı, Harun Seydioğlu. Şortluydu ve bacaklarını epeyce sivrisinek ısırmıştı! Harun’a da ne sorsak hiç üşenmeden yanıt veriyordu. Tamzara çalışanları ticari yaklaşan bir tur elamanlarından ziyade daha dostça arkadaşça yaklaşan bir tur elamanları gibiydiler. Yolda bir sarmaşığın kollarından birini kökünden aldı Harun, sanırım bir arkadaşının bahçesine hediye olarak götürecekti.

Beyaz mantarları, mavi-mor-eflatun sümüklüböcekleri geçtikten sonra kemerli taş bir köprüye geldik. Burada aynı zamanda eski bir su değirmeni de vardı. Kurt ailesinden Genç Mert ve Murat hemen derede serinlediler. Yürüyüşümüz eski konaklara kadar devam etti. Burada terkedilmiş virane bir konak da vardı, mirasçılar herhalde anlaşamadıkları için orası virane olmuş, satılmadan öylece duruyordu. Evler bir zaman sonra torunlara geçiyor ve onlar da konaklarla yeterince ilgilenemiyorlardı. Bu konaklardan geçerken bana oldukça iyi bir cinayet romanı mekânları gibi geldiler! Yani sis vardı, virane konaklar vardı, yoğun bir orman vardı, kuzgunlar vardı, kısacası esrarengiz bir ortamları vardı.

Konakları bitirdikten sonra bugünkü ikinci durağımız Palovit şelalesiydi. Bu şelaleye gitmek için öncelikle Ortanköy taraflarına geri döndük ve oradan da akşam kalacağımız pansiyon yeri olan Şenyuva’dan (Çinçiva’dan) geçtik. Daha sonra Zilkale harabesini de geçerek Palovit’e ulaştık. Palovit, Karadeniz bölgesinde debisi en yüksek olan şelaledir. 15 metre yükseklikten aşağıya dökülür ve ancak uzaktan seyredilebilmektedir. Şelale görkemliydi; çiçekleri büyüktü; şelale bölgesinde 1 saate yakın bir yürüyüş yaptık, ormanın keyfini çıkardık, küçük yerel şelaleleri hayranlıkla izledik ve ardından Zilkale’ye geri döndük.

Zilkale harabesi artık harabe değil! Restore edilmiş, oysaki harabe görünüm bozulmadan restore edilmeliydi! Yani kaleyi yenilemek biraz aptalca olmuş! Restorasyon yapılırken yeniden inşa etmek yanlış; eski görünüm korunarak onarılmalıydı. Yani o zaman restore adı altında yeni kale inşa etmiş oluyorsun!

İçeri girişler 2 liraydı. Çamlıhemşin’in 12 km kadar güneyindedir Zilkale. Kale sisliyken çok güzel bir görünüm almaktadır ancak sis bize denk gelmedi. Kaleyi ve fırtına deresini izledikten sonra fırında kabuklu-tereyağlı patates yiyip turumuzun ilk günü kalacağımız pansiyona geri döndük. Bu pansiyon Fırtına pansiyonuydu:

http://www.firtinavadisi.com/

Kalmak isteyenlere tavsiye ediyorum. Fırtına vadisi içinde, Çinçiva köyündeki bu pansiyon pek sevimli bir yerdi. Hemşin kültürüyle yoğrulmuş bu pansiyonda 1 gece kaldık. “Fırtına Deresi Özgür Aksın” şeklinde bir sloganları da vardı bu pansiyonun. Dereler tıpkı insanların damarları ve kılcal damarları gibi dünyayı besleyen kollardır ve bunları bilimsel çalışmalar yapılmadan sadece elektrik ihtiyacı var mantığıyla kesip, kurutup durursak sistemi bozarız. Ormanın yok olur sonra elinde sap gibi elektrikle kalırsın! Sonra su da gider elektriğin de kalmaz! Alternatif enerji üretecek bilimsel yatırımlar yapmak zorundasın, bilimsel olmak zorundasın, yoksa her dereye bir barajı herhangi bir cahil de yapabilir! Önemli olan vadileri bozmadan elektrik üretmenin yolunu bulmaktır! Kolay olanı herkes yapar, devrimsel olanı zordur yapmak! Önce insana yatırım yap, sonra her sorunun çözülür. Ülkenin geri kalmışlığının temeli budur, insana üst düzeyde bir yatırım yoktur, kaliteli, bilgili insan yaratma potansiyelini artırmak gerekir güzel yurdumuzun!

Pansiyona vardığımızda akşam alacakaranlık olmuştu. Horozlar zaman zaman ötüyorlardı. Antika eşyaların bulunduğu bir salonda güzel yemekler yedik. Tavukları silip süpürdük, karpuzları mideye indirdik. Hemen yandaki derenin şırıltılarıyla ve tatlı bir yorgunlukla bir rüyalar âleminden başka bir rüyalar âlemine geçtik ve sabah yeni bir güne başlamak üzere Ortanca çiçek kokularıyla uyandık. Fırtına Pansiyon’un sahibi Selçuk Güney’dir ve onunla aşağıdaki linkten temasa geçilebilir, kendisi de dağlara çıkmaktadır:

https://www.facebook.com/selcuk.guney.144?fref=ts

İkinci günün yazısını bir sonraki makalede ele alacağım.

Birinci günün bu güzel etkinliğinde emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Apolas Lermi, Kalandar

https://www.youtube.com/watch?v=WL9_gQGE3X8

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

808

Bugün 10 Ağustos Pazar günü. 30 Temmuz – 4 Ağustos günleri arasında Trans – Kaçkar 2014 tur planı yaptık. Ağustos ayı iklim koşulları olarak bu tur için en uygun aydı; yağmurun biraz daha uzunca molalar verdiği bir aydı. Bu bir ekspedisyondu; dağlarda yapılan uzun faaliyetler için kullanılır bu sözcük. 6 Gün sürecek bu ekspedisyonla ilgili aşağıda önce genel bir bilgi vereceğim. Yazımın bu birinci bölümünde muhtemel tur programını ve çıkacağımız dağlara, yaylalara dair bilgileri aktaracağım ve ikinci bölümde de bölgeye dair yorumlarımı, yürüyüşün akışını ve gerçekleşen programı anlatacağım. Kaçkarlarla ilgilenen değerli okuyucular için bu bilgilerin yararlı olacağını umuyorum.

Biz bu etkinliğimizi Tamzara Tur ile yaptık. Tamzara, 25 yıl önce faaliyete geçmiş, profesyonel bir dağcı olan İbrahim Ay tarafından kurulmuş. İbrahim Bey esasen bir diş hekimi, Paris’te arkeoloji mastırı yapmış, sanırım şu anda da yine yurtdışında implant uzmanı olarak diş hekimliği yapmakta. O zamanlar bu tur yurtdışından ağırlıklı olarak Fransızları ülkemize getiriyormuş. Tamzara nedir dersek bir mahalle adıdır deriz! Giresun’da bir mahalleymiş Tamzara. Turun isimlerinden biri de Cevdet Oğuz beydir. Rize Ardeşenli Cevdet Bey de İstanbul Üniversitesi Felsefe mezunudur. Tamzara’nın diğer turlardan farkları da bu eğitim altyapılarından gelmektedir. Organizasyon son derece başarılıydı ve Tamzara Tur’a dair görüşlerimiz artılarla, olumlu fikirlerle dolu. Eksileri de elbette ikinci bölümde dile getirmeye çalışacağım.

Kaçkarlar uzun zamandır gitmeyi istediğim bir bölgeydi. Kaçkar dağları turistik bir bölgedir; yurt içi ve yurt dışından pek çok doğaseveri ve dağcıyı o bölgeye toplar ve Türkiye’nin 4. büyük dağıdır, ondan daha büyük sadece Süphan (Bitlis), Cilo (Hakkari) ve Büyük Ağrı vardır. Yırtıcı kuşların cirit attıkları çok değerli bir ekolojik bölgedir. Yüzlerce bitki çeşidinin yanında sadece oraya özgü onlarca endemik bitki vardır. Mutlaka görülmesi gereken yerler arasındadır. Dünyada korunması gereken 200 ekolojik bölgeden biridir. 3000 metrelerde bile orman gülleri bulunur. Kaçkar Dağları Milli Parkı’nda 2500 kadar bitki türü yer alır, müthiş şimşir ormanları vardır ki Türkiye’deki tek şimşir ormanı buradadır! Onlarca kelebek türü, endemik böcekler, buzul gölleri, şelaleler, aniden ortaya çıkan sisler derken enfes bir zenginlik barındırır Kaçkarlar!

Ermenice Haçkar kelimesi vardır, Haçlı Taş anlamına gelir ve Kaçkar sözcüğü de buradan gelmektedir. Fakat bir de Koçkar sözcüğü vardır, Kıpçak dilinde Koç anlamı taşır, bu da Kaçkar sözcüğünün ardındaki olasılıklardan biridir. Haçkar, Koçkar, bunların ikisi de köken olarak Kaçkar’ın ardındaki gerçek olmayabilir. Maziyi dikkatlice incelemek gerekir. Etimoloji dediğimiz kökenbilimin konularıdır bunlar.

Kaçkarlar Kuzey Anadolu Sıradağlarının (Kuzey Anadolu Dağları) içinde yer alırlar. 2400 metrelik Köroğlu dağı, 2587’lik Ilgaz dağları hepsi bunun içindedir. Rize sınırlarına girdiğimizde bu sıradağlar 3937 metre yüksekliğe kadar çıkarlar. Bu bölgedeki yüksek zirveler olarak şunları sayabiliriz: Türkiye’nin en tehlikeli dağı olarak bilinen Verçenik Dağları (3710 mt.), Kavrun Dağları (3937 mt.) ve Altıparmak Dağları (3492 mt.). Bunlar Kaçkarların 3 ana bölümüdür; Batıda Verçenik, ortada Kavrun ve Doğuda Altıparmak. Bu dağların tamamına da Kaçkarlar denilebilmektedir ya da sadece merkez bölümdeki Kavrun kısmına da Kaçkarlar denmektedir. Bizim bu etkinlikteki nihai hedefimiz Kavrun Zirvesiydi. Büyük Kaçkar da denir oraya. Doğu Karadeniz’deki 100’e yakın zirveden en yükseğidir bu. Eğer şanslıysak sis olmayacak ve etrafı panoramik bir şekilde görebilecektik. Sis olsa da yine şanslı olacaktık çünkü sisin getireceği macerayı ve gizemi yaşayacaktık ve çektiğimiz fotoğraflar sisle daha da güzelleşeceklerdi!

Bu dağlarla ilgili bilimsel yayınlar yapılıncaya dek elbette buralar yerel olarak kalmışlardır, ancak 1930’lardan itibaren başlayan araştırmalarla bölge ünlenmiştir, evrenselleşmiştir. Yani bölgenin meşhur olma tarihi çok da eski değildir! Dağların zirvelerine çıkmak toplumların gelişmişlikleriyle, maceracı ve keşfetme ruhlarıyla, başarma azimlerini denemeleriyle ilgilidir.

Bizim çıkacağımız zirvenin ilk kış çıkışının Türk dağcılarıyla 1974 yılında yapıldığını bilirsek bölgenin ne kadar uzun yüzyıllar bakir ve bilinmez kaldığını anlayabiliriz. Yani yaklaşık son 40 yıldır buralara çıkılmaktadır; dağlara çıkıldıkça oralar ün kazanmaya, daha çok bilinir olmaya başlarlar. 20 yıl önce Kaçkarlar milli park ilan edilmiştir.

Kaçkarlar’ı ulaşım açısından düşünürsek ulaşması en yakın olan yer kuzey tarafıdır. Trabzon’dan Rize’ye gelinir, oradan deniz kenarındaki Ardeşen’e geçilir. Ardeşen’den de aşağıya Çamlıhemşin’e gidilir. Bu bahsettiğim yol yaklaşık 75 km kadardır. Çamlıhemşin’den doğruca güney doğudaki Ayder yaylaya yol alınır. Kuzey rotasının çıkışı zordur ama oraya yani kamp yerine gelmek daha kolaydır. Rotanın çıkışının zorluğu teknikten kaynaklanmaz çürüklükten kaynaklanır! Aşağı ve Yukarı Kavrun yaylalarına kadar araçla çıkılabilir. Ayder-Yukarı Kavrun arası 12 km kadardır ve dolmuş da vardır. Kaçkarlar Kuzey Rotası’nın ana kampı Öküzçayırı – Boğaçayırı (Öküzyatağı) denilen yerdir, 2750 metrelerde bir kamptır. Biraz ileride 2800 metrede Mezovit Çayırı vardır, oraya da kamp atılabilir. Mezovit çayırı daha manzaralı ve suyu daha temiz olan bir kamp yeridir ve burası tercih edilmelidir. Mezovit çayırından zirveye yaklaşık 2 kilometrelik bir mesafe vardır, kısadır ama diktir ve çürüktür! Kuzey rotası diyoruz dağın kuzeyinde kaldığı için ama elbette kamptan yukarı çıkış güney doğuya doğru yapılır. Bütün bu Kavrun vadisi U şeklinde bir buzul vadisi yatağıdır.

Kaçkarların klasik rotası Güney Rotasıdır. Biz bu rotayı da kullanmayacaktık. Bu rota en uzun olan rotadır, en kalabalık ve en kirli olan rotadır. Ağustos Eylül ayları için bu rotada kazma ve krampon gerekmez. Bu rota için önce 2000 metredeki Hevek köyüne gelinir. Hevek köyüne Yaylalar Köyü de denir, Heveg olarak da yazılır. Hevek, Artvin ilinin Yusufeli ilçesine bağlıdır. Hevek’ten güney batı istikametinde 2150 rakımdaki Olgunlar yaylasına geçilir. Vadi boyunca ilerlenerek 2500’lerdeki Nastaf (Hastav, Hastaf) yaylasına gidilir ve oradan da Dilber Düzü denilen alana varılır. Burada irtifa 2900’lere yakındır; Dilber Düzü güney rotasının ana kamp yeridir. Oradan da Deniz Gölü’ne çıkılır. Buradan itibaren çanakta ilerlenerek belirgin patikalar takip edilir ve zirve yapılır. Güney rotası için Turistik rota deyimi kullanılır. Kuzey rotası ise zor olan rotadır ve deneyim gerektirir. Kışın buzulların eğimi çığ için oldukça müsaittir.

Bizim rotamız güneyden olacaktı fakat farklı bir açıdan olacaktı, farklı bir yayladan gelen bir rotaydı, daha sakin, daha sessiz bir parkurdu öyle ki bizim ana kamp alanımızda bizden başka bir dağcı grubu yoktu. Dağ çıkışındaki ana rehber Bekir Görmüş’tü; Rize’nin Pazar ilçesindendi Bekir hoca, gerektiğinde Gökhan da ekibin öncülüğünü yapıyordu. Güney rotasıyla ortak durağımız 3400 irtifalara yakın Deniz gölüydü, deniz gibi göldü! Rotamız diğer rotalar gibi granit, andezit gibi volkanik-magmatik taşlarla dolu olacaktı. Kask zorunluluğu olmasa da kaskın faydalı olacağı bir rotadır burası.

Kaçkarların etrafı yaylalarla doludur. Başlangıçta bize sunulan programa göre 30 Temmuz sabahı herkes Trabzon’da buluşacaktı. Bölgeye yakın olanlar arabayla, ötekiler uçak ve otobüslerle gelecekti. Buluşma Trabzon merkezde gerçekleşecekti. Sanırım Trabzon merkezin bir adı yoktu, yani Ankara merkez için genel olarak Kızılay denir, fakat burada hep Trabzon merkez deniyordu! Program gereği Trabzon’dan hareket edip Yedigöller’i gezip İspir’e (Erzurum’un bir ilçesine) gidecektik. Bunun için de önce 540 rakımlı Rize-İkizdere’ye gitmek gerek ve sonrasında da Dereköy-Çamlıköy-Sivrikaya geçilerek Ovit geçidi üzerinden RizeOvit yaylasına varmak lazım. İkizdere’den 52 km uzaklıktadır Ovit Yaylası ve Yedigöller’e de yakındır. Buralar dağlık bölgeler olduğundan yollar sıklıkla vadilerde ilerler.

Tam da burada bir projeden bahsetmek gerek. Rize’yi Doğu ve Güney Doğu Anadolu’ya bağlayacak bir projedir bu. Bölgede Ovit Dağı vardır ve bu dağın bulunduğu yerde Ovit Geçidi! Bu geçidin rakımı 2640 metredir. Kasım-Nisan ayları arası genellikle bu geçit kardan dolayı kapalıdır veya kapanabilmektedir. İşte bu Ovit dağına bir tünel planlanmıştır. 2023’te bitmesi planlanan bu proje zaten yıllardır yapılmayı beklemektedir. 15 kilometre olarak planlanan bu tünel biterse Rize – Erzurum ulaşımı daha kolay hale gelecektir. Yeni bitiş tarihi 2015 ya da 2016 yılıdır.

II. Abdülhamit döneminde bu projenin taslakları yapılmış! Ne kadar hızlı bir millet olduğumuzun göstergesidir bu! 130 yıldan fazla bir zaman geçmiş! Ne kadar hızlı bir ülkeyiz biz gerçekten! Bir millet ne kadar iyi eğitimli ise ne kadar özgürlükçü ise o kadar başarılı olur! Bu evrensel bir gerçektir! En iyi örnek de Japon milletidir. Japonya’nın başarısı toplumunu iyi eğitmesinde, ahlaklı bir kültür yaratmasında, bilime ve akla sonsuz güvenmesinde yatar. Olay bu kadar basit mi? Evet bu kadar basit! Türkiye’nin jeopolitik durumu zor bir yerdeymiş de, etnik zorluklar varmış da bunları geçelim! Ciddi olalım! Toplumunu iyi eğit, bir akıl ve bilim toplumu yarat ve ahlakı ve adaleti egemen kıl, sonra da her alanda yükselirsin, dünyaya bilim ve akıl satarsın! Dünyadan cep telefonu, bilgisayar araba, her tür yüksek teknoloji vesaire almaz, dünyaya satarsın onları! Alıcı değil satıcı olursun; bilimi satın almaz, bilimi üretip satarsın o zaman, yani gerçek bir ülke olursun!

Yeniden etkinliğimize dönelim. Programımıza göre 30 Temmuz günü Ovit yaylasından geçip Yedigöller bölgesine ulaşacaktık. Ovit-Kaçkarlar arası 300 kadar buzul gölü mevcuttur. Bu göllerin Verçenik Dağı-Mescit Dağı arasındaki bölümüne İspir Yedigöller denir. Bunlar Moren (buzultaş) gölleridir yani buzullar taşı kayayı vesaireyi bir yere yığmıştır, setler oluşturmuştur, buralara sular birikince göller oluşur. Aksu deresi aracılığıyla bu buzul gölleri Çoruh nehrine kadar akarlar. Göller 3000 ve üzeri rakımlardadırlar.

Buraya dair okuduğum bir haber de trajikomik bir haberdi. İspir belediyesi 90 metre uzunluğunda 5 metre genişliğinde beton merdiven yapmış, festivale gelenler (ya da Bakan-Milletvekilleri) aşağı rahat insinler (ve yukarı rahat çıksınlar) diye, daha sonra da çevreciler (veya köylüler) bu beton merdivenleri yıkmışlar! Belediyeler bir şey yaparken mutlaka doğaseverlere, çevre bilinci yüksek insanlara bunu sormalılar. Neden? Çok basit; sen kendi aklına bir de başkasının aklını katacaksın ki daha doğru bir şey yapabilesin! Benim aklım her şeye yeter dersen yanılırsın, eksik kalırsın. Akılları bir araya getireceksin, o zaman daha doğru bir şey yapmış olursun!

Belediyecinin aklı, mühendisin aklı, çevrecinin aklı hepsi bir araya gelip en doğru şey neyse o yapılacak! Bu kadar basit! Kimse kimseyi küçümsemeyecek, bütün akıllar bir havuza toplanacak! Tabii bu olayla ilgili elimde birinci kaynaklardan bilgi yok, o yüzden gerçek nedir ancak birinci kaynaklardan iki taraf da dinlenerek ortaya çıkabilir. Beton yerine bölgenin taşlarından taş merdiven yapılsaymış daha mantıklı olurmuş; bölgeye uyumlu bir şey yaparsan hem sırıtmaz, aykırı kalmaz ve hem de daha kalıcı olur. Hayata tek bir açıdan bakılamaz; her açıdan bakmak gerek. Fayda açısından bakmak sadece 1 penceredir, yetersiz bir penceredir; bu işin doğa penceresi var, estetik pencere var, felsefi pencere var… Pencereleri dikkate almıyorsan henüz cahilsin, henüz ayrıntıcı bir zihne sahip değilsin demektir. Bir şey yaparken başka akıllara danış! Akıl akıldan üstün sözü böyle durumlar için söylenmiştir! Biz bu etkinliğimizde o beton merdivenlerden aşağıya göllere indik. Merdivenler tahrip edilmişlerdi ve zaten oranın yapısına da hiç uygun değildiler.

Erzurum-Yedigöllerden sonraki durağımız 30 km güneydoğudaki İspir’di. 1218 rakımlı İspir hemen Çoruh nehrinin bitişiğindedir. Gezilecek görülecek oldukça fazla tarihi mekânlara sahip bu ilçede Bungalov evlerde kalacaktık.

İspir’den sonraki istikametimiz kuzeydoğudaki Sırakonaklar köyüydü. 31 Temmuz Perşembe sabahı İspir’den ayrılıp Hodeçur’a yani Sırakonaklara’a gidecektik. 1700-1800 rakımlı bir köydür ve Kavrun zirvesinin güneyindedir yani dağa yavaş yavaş güneyden yaklaşmaya başlayacaktık. Sırakonaklar tarihi kiliseyi de fotoğraflamayı umuyorduk. Bizim zirveye gidiş yolumuzdaki yakın duraklardan biridir Hodeçur.

Yüksek dağlara aşama aşama gidilir. Biz de bu köyden öncelikle Davalı yaylasına yürüyerek çıkacaktık. Eski bir Ermeni köyü olan Hodeçur’dan eşyalar katırla taşınmaktadır. Prensip olarak yüklerin katırlarla taşınmasına karşıyım ancak tur programı böyleydi ve yükler de omuzda taşınmaya göre minimalist bir mantıkla ayarlanmamıştılar! Yüklerin katırlarla taşınması elbette eski ve ilkel bir kültürdür, yani katırlar yük taşır diye bir şeyi biz insanlar icat ettik; atlara binilmesi de böyledir! Atlara binmeyi biz insanoğulları icat ettik; atların en güzel hali eyersiz özgür bir şekilde yaylalarda koşturmalarıdır, çünkü onların da bir hayatı var, onların yük taşımaları tamamen ilkel bir kültürdür, bizim kendi küçük çıkarlarımız için yarattığımız etik dışı bir uygulamadır! Bu arada bizim beklenti olarak katır beklememiz de isabetli olmayacaktı ve eşyalarımızı atlar taşıyacaklardı!

Davalı yaylasına Hodeçur yaylası da denmektedir. Hodeçur köyünden bir vadi kuzey batı istikametinde doğruca Davalı yaylaya gider. 2500 rakımlarda bir yayladır burası. Akan derelerin üzerinde harika taş köprüler vardır. Daha önce Çinçiva köyünün yaylasıymış; mahkeme kararıyla adı Davalı olarak değişmiş! İlk kampımız buraya kurulacaktı.

Ertesi gün yani 1 Ağustos Cuma günü Davalı yayladan hareket edilecek ve Soğanlı gölüne doğru yol alınacaktı. Bu yol yürüyerek yaklaşık 3 saatlik bir yoldur, yine bir vadiden yükselir. Davalı yayladan kuzeydoğuya yapılan bir çıkıştır bu. 3372 rakımdadır Soğanlı göl. Kampımızı göl kenarında kuracaktık; Kaçkarların en yüksek kampıdır burası. Burası zirve çıkışı öncesi son kamptı, ana kamptı; zirveye çıkıp yeniden buraya dönecektik ve gece orada kalacaktık. Bu gölün hemen kuzeyinde Deniz gölü vardır. 2 Ağustos Cumartesi zirve öncesi bu Deniz gölüne uğrayacaktık. İsteyenler 3400 metrelerden zirveye çıkacaktı. Zirve zorunluluğu yoktu. Zirve çıkışları genel olarak sabahın çok erken vakitlerinde 3.30’larda veya 4 gibi başlar, ancak biz 7 civarlarını hedeflemiştik. Zirveye çıkılıp yeniden kampa dönülecekti ve bir gece daha 3400 irtifalarda serinlerde yatacaktık.

Ve nihayet 5. gün yani 3 Ağustos Pazar günü Soğanlı göldeki kampımızdan batıya yönelecektik ve Kavrun Geçidi (Kavrun Aşıtı) denilen yere gidecektik. Trans Kaçkar günüydü bugün! 3250 rakımlardaki bir kapıdır bu ve biz bu kapıdan dağın kuzeyine geçecek, Kavrun vadisine inecek böylece etkinliğin Trans Kaçkar kısmı da gerçekleşmiş olacaktı. Geçidin ilk durağı 2865 rakımdaki Derebaşı gölüydü. Bu vadinin devamı Kavrun yaylasıdır; devamında Ayder Milli Parkı ve Ayder yaylası bulunur. Son pansiyonumuz burada olacaktı, Ayder yaylasında.

Ayder, Zil Kale’ye ve Fırtına vadisine uzak değildir ve buralar da etkinliğimize dâhildi. 6. gün olan 4 Ağustos Pazartesi günü programda Çat Vadisi, Konaklar Vadisi ve Zil Kale vardı. Fırtına deresinde rafting, Ayder’de kaplıca ve horon gibi aktiviteler de vardı. Bunlar içinde kaplıca bana oldukça cazip göründü! Bu bahsettiğim programda daha sonra bazı değişiklikler yapıldı. Çat Vadisi (Fırtına vadisi)-Zil Kale 30 Temmuz gününe yani turumuzun birinci gününe alındı ve öteki programlar birer gün sonraya kaydırıldı. Tur Trabzon’da başlayıp daha sonra değişik yerlerde bitecekti.

Böylece Kaçkarlar yazımın birinci bölümü olan teorik kısmı tamamlanmış oldu. Bu bölümü bir müzikle sonlandırıyorum; işin içinde dağlar varsa en güzel şarkılar İrlanda şarkılarıdır diyebiliriz. İşte adeta vadilerden akan bir müzik:

https://www.youtube.com/watch?v=Zu3VwANi674

Ve bir de bütün yolculuğumuz boyunca çalan bir şarkı: Marsis-Hopa Hemşin Enstrumental bir parça.

https://www.youtube.com/watch?v=p_pykI6N_Nc

Ve son kez yine araçlarda dinlediğimiz şarkılardan: Kaçkar’ın Başı Kardır; Erol Şahin.

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

300

2014 yılının 29 Haziran Pazar günündeyiz. Anamas dağları bölgesinde 27-29 Haziran arası 3 gün süren etkinliklere katıldık. Dedegöl dağı 2998 metre yüksekliğiyle Isparta’nın en yüksek dağıdır, Anamas Dağları (Batı Toroslar) grubunda yer alır; Anamasların çatısıdır, tavanıdır, seyir terasıdır. Anamaslarda ayrıca 2637’lik Davraz, 2798’lik Barla ve 2326’lık Sarp dağı gibi zirveler de vardı. Yörüklerin yaylalarıyla ünlüdür Anamas’ın yaylaları! Isparta’nın Aksu ve Yenişarbademli ilçelerinin sınırındadır Dedegöl. Günün mazideki önemine baktıktan sonra etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

29 Haziran 1934 günü Zaro Ağa’nın ölüm günüdür. Bu kişinin ölümünden çok doğum tarihi önemlidir, bazı kaynaklara göre 1777 yılında doğmuştur Zaro Ağa, yani 157 yaşında ölmüştür! Walter Bowermann’a göre ise o 164 yaşında vefat etmiştir. Zaro ağanın Bitlis’te 150 yıl hamallık yaptığı söylenir. Ölümünden sonra cesedi ABD’ye gönderilmiştir. Atatürk’le de görüştüğü kayıtlar arasında yer almakta (yer aldığı söylenmekte!). İstanbul’da ölen Zaro ağayla ilgili bilgiler doğruysa Dünyanın en uzun yaşayan insanı olmaktadır. “Oldest people ever-en yaşlı insanlar” diye listeler var, bu listeye göre Jeanne Calment 1875’de doğup 1997’de ölmüştür yani 122 yaşında yaşama veda etmiştir. Bunlar doğrulanmış listelerdir o yüzden Zaro ağa bu listede yer almaz. Ölümle ilgili en güzel ifade “Ölüm bir hastalıktır, yaşlanma bir hastalıktır” ifadesidir. O halde bu hastalığın da bir tedavisi var; o yüzden akıllı insanlar bu hastalığın tedavisi üzerinde çalışıyorlar… Hangi soruna ciddi olarak el atılırsa o sorun çözülür!

Etkinlik yaptığımız dağın zirvesine Dedegül Doruğu derler. Herhalde zirveye çıkınca Dedegöl dağının Dedegül zirvesine çıktım demek gerekir! Güldede isimli birinden bahsedilir, bir erenmiş. Bu bölgeye güller ekmiş. Anamas dağında endemik Dedegül Çiçeği’nden bahsedilir. Bu çiçeğin bilimsel bir adı var mı bu konuda bir bilgim yok fakat bunlar Gökhan’ın da dediği gibi şakayık çiçeği olabilirler. Aşağıda bahsedeceğim Karagöl ve dağın eteklerinde varmış. Çiçeğin bir fotoğrafının linkini aşağıda paylaşıyorum. Bu çiçeği görebilecek miydik pek yakında belli olacaktı.

https://www.flickr.com/photos/97806863@N00/935395821/in/set-72157621781626875

Bölgede sedir ve kızılçam ormanları da görülebilir. Dedegöl’ün doğusunda ve kuzeydoğusunda Beyşehir gölü uzanır. 1123 rakımlıdır bu göl. Türkiye’nin üçüncü büyük gölüdür.

Dedegöl’ün güneyinde Karagöl isimli küçük bir göl vardır. Memleketteki yüzlerce Karagöl isminden biridir bu. Biraz siyah görünen her göle yaratıcı bir şekilde “Kara” göl denir, öylesine yaratıcı bir isimdir bu, aylarca düşündükten sonra ancak bulunabilir! Kara bir göl gördün, 3 ay düşündün ve sonra ne isim buldun: Karagöl! Tebrikler! Kırmızımsı görünene de “Kanlı” göl derler genellikle! Karagöl 2365 rakımda bulunur, bir buzul gölüdür.

Dağın kuzeyinde ise Pınargözü mağarası yer alır. 1700 rakımlardaki Melikler yaylasının (ana-kampın olduğu yaylanın) güney doğusundadır. Yayladan mağaraya toprak bir yol uzanır, pek hoş bir yoldur bu, birkaç km kadardır. Bu yol devam ederek Yenişarbademli’ye ve dolayısıyla Beyşehir gölüne kadar gider. Mağaranın girişi 1550 rakımlardadır. Melikler-Pınargözü arasında Bey Çam isimli bir anıt çam yer alır, fotoğraf çekimi için güzel bir yerdir. Çamın 1327 doğumlu olduğu söylenir, yani yavaş yavaş 700 yaşına yaklaşmaktadır, pastada 700 mum eder bu, kısacası bu ağacın doğum gününü kutlamak epeyce masraf gerektirir ama hak eder! 100 yaşlarını zar zor gören insanoğlundan varoluş açısından çok daha yetenekli bir varlıktır bu çam! Yani başarının en önemli kriterlerinden biri var olmaktır ve bu ağaç ortalama ömür 70 dersek 10 insan kuşağını gömmüştür, var olmaya devam etmiştir, başarılıdır! Nokta.

Pınargözü’nün içinden harika bir su çıkar. İçeri girildikten sonra yaklaşık 600 metrenin üzerinde yükselme yapılır ve mağaranın uzunluğu 16 kilometreden fazladır. İçinde şelaleler, gölcükler, damlataş havuzları gibi pek çok oluşumun bulunduğu aktif bir mağaradır Pınargözü. Buz gibi bir suyu vardır, 3-4 derece gibi müthiş soğuktur! Uzunluk, yükseklik ve rüzgâr hızı gibi kriterlerde ülkemizdeki en meşhur mağaradır. Etrafında da onlarca bitki çeşidi barındırır. Mağaranın yürünerek bir girişi yoktur, daha doğrusu içeri girip ardından sifona dalarak mağaraya giriş yapılır, zaten kapı da demirle kapatılmıştır. Deneyimli mağaracılık gerektirir. İçeride müthiş hızlara ulaşan rüzgârlar vardır, ürkütücüdür.

Melikler yaylasının kuzeybatısına gidince de (Aksu ilçesi yakınlarında) Yaka köyü görülebilir. Bu bölgede Yaka Kanyonu da vardır! Bölgedekiler Kapız kanyonu derler, dar kanyonlara verilen isimdir Kapız. Yaka köyünün güneyindedir, 4 km kadardır ki bizim programımız içindeydi bu kanyon. Aksu kaymakamlığı burayı saklı bir cennet olarak tanımlar. Melikler yaylasından Yaka köyüne yaklaşık 8 km’lik batıya doğru giden bir yürüyüş parkuru vardır. Kanyon için kask dışında herhangi bir teknik gereç gerekmediği söylenir, kanyonun özellikle 1-1.5 metrelere kadar daraldığı yerlerde (ki biz oraya gitmedik) kask çok faydalı olur ve varoluşuna önem veren herkes için de arzu edilen bir şeydir! Bu kanyon aslında bir fay hattıdır. 150-200 metre kadar bir derinliğe ulaşan duvarları vardır. Kanyonun başlangıç yürüme noktasını 1700 rakımlı Melikler yaylası diye tanımlarsak bitiş de 1290 rakımlardadır.

Cuma günü sabah 8’i geçiyordu Ankara’dan çıktığımızda. Değişik yol güzergâhları vardı. Bunlardan biri Polatlı – Sivrihisar – Emirdağ – Bolvadin – Çay – Akşehir-Yenişarbademli şeklindeydi. Bu yol yaklaşık 393 km’dir, Melikler yaylasına da 10 km kadar daha yol vardır ve toplamda en az 403 km’dir. Bu yol güzergâhı civarlarında epeyce göl vardır: Eber gölü, Akşehir gölü, Eğirdir gölü ve nihayetinde Beyşehir gölü. Polatlı’dan sonra Yunak istikametine sapılınca Akşehir’e ulaşmak için alternatif bir güzergâh oluşur ve biz bu sakin yolu seçtik!

Aracın arka koltukları sadece malzemelere ayrılmıştı. Tarım ovalarından geçiyorduk, her yer biçerdöverlerle doluydu. Saman balyası üreten ve taneleri de ayıran bu devasa makineler etkileyiciydiler. İlk durağımız Nasreddin hocanın türbesiydi. 13. Yüzyılda yaşadığına inanılan bir isim, Nasreddin hoca. Oldukça sıcak bir hava vardı. Her yerde hocanın temsili heykelleri bulunuyordu. Türbede badana-boya işleri vardı. Ayrıca Akşehir ilçesinde hocanın “Dünyanın merkezi burasıdır, inanmayan ölçsün,” sözlerine dayanarak değişik mesafe levhalarının olduğu yerler vardı. Bizim çay içtiğimiz kafe Berlin’e 2730 km, Bağdat’a 1727 km mesafedeydi!

Türbeyi geride bırakıp Beyşehir gölü manzaralarını seyrederek, sazlıklar içindeki leylekleri, küçük karabatakları, alacabalıkçılları, kırık dökük kayıkları, çayırlara salınmış inekleri, danaları, buzağıları izleyerek Isparta’nın bir ilçesi olan Yenişarbademli’ye geldik. Burası Hititlerden Romalılara kadar çok değişik uygarlıkların gelip tarih oyunlarını sergiledikleri bir yer olmuştur. Gökhan burada bir yemek molası verdi. Yurdum insanı pet şişeyi buzluğa atıp dondurmuş sonra da sürahideki suyu soğutmak için pet şişeyi sürahiye koymuştu! Bütün sürahilerin içinde pet şişeler vardı, pratik bir şeydi, ama genel olarak aptalca bir şey! Bazen sorunları çözmek çocuk oyuncağıdır, ama mesele, gerçek zekâ, sorunu çirkinlik yaratmadan, kirlilik yaratmadan, sağlığa zarar vermeden çözebilmektir, maharet buradadır! Esat hoca hemen bu pet şişeyi sürahinin içinden çıkarıverdi!

Ve şimdi tam burada, Dedegöl dağını görebildiğimiz bu kıymalı pidecide ETUDOSD Eğirdir Turizm Tanıtma ve Doğa Sporları Derneği’nden de kısaca bahsetmem gerek. Dedegöl Dağcılık Şenliği’ni düzenleyenlerdir onlar ve YenişarbademliAksu belediyeleri de bu etkinliğe destek verirler. Bu sene 18. şenlik yapılmıştır; bu tür dernekleri tebrik etmek gerek. Bu tür şenlikler yöre ekonomisine de önemli bir katkı sağlamakta. Bu şenliklerde zirve çıkışı sabah 5-6 gibi başlamaktadır; çıkış ve iniş toplam 10.5 km kadarlık bir uzunluktadır. Tırmanış rotasında su kaynağı yoktur; zirve çıkışı 4.5 saat kadar sürmektedir, elbette ekibin temposuna bağlıdır; inişi ise 2.5 saat kadar sürmektedir! Kısacası çıkış-iniş 7 saat civarındadır. Biz dağa güney rotasından çıktık. Bu rotada kar olmadığı zamanlar belirgin zikzak patika mevcuttur. Zirveye çıkmadan orada bir de çanak vardır, zirve çanağı derler oraya, 2680 rakımlardadır ve zirveden önceki mola yeridir. Dağlara sabah erken çıkmak çoğu kez iyidir çünkü dağlarda kötü havalar öğleden sonra patlama eğilimindedirler.

ETUDOSD’un festival etkinliğinin Türkiye’deki en büyük doğa etkinliği olduğu söylenir. Sayıları 1500’lere varan bir katılımcı kitlesi bulunmaktadır. Geçmiş yıllardaki festivale katılmış ve bu insan selini görmüştüm! Bu bölgenin güzel yanı şudur: İsterseniz sadece kamp yapabilirsiniz 1700’lerde ya da 2300’lerdeki buzul göllerine ziyaret gerçekleştirebilir ya da 1550’lerdeki mağarayı ziyaret edebilir veya 8 km aşağı yürüyüp Yaka kanyonunu görebilirsiniz! Alternatifleri bol bir bölgedir.

Hava açıktı, dağı net bir şekilde görebiliyorduk. Yenişarbademli’den sonra 1800 rakımdaki Vali Çeşmesi’ne geldik ki burası Melikler yaylasının giriş kapısıdır, giriş sapağıdır. Cılız koyun sürülerini geçip ana-kamp alanına çadırları kurduk. Hafif bir yağmur serpintisi vardı; yalancı zirvenin aşağı kısımlarında karlar görülebiliyordu. Mezar-gediği çeşmesinden Pınargözü mağarasına doğru yürüyüşe başlamıştık ve anıt çamlar da hemen ortaya çıkıverdiler. Çeşme suları soğuk ve lezzetliydi; 687 yaşındaki Bey çam yine oraların kralıydı! Mağaraya yaklaşınca hava iyice serinledi; su savaşlarının olası olduğu dünyamızda böyle gürül gürül akan suların sarı altından bir farkı vardı, sarı altından kıyas kabul etmeyecek kadar değerliydi bu sular! Altın dediğin nedir ki suyun yanında? Boş bir palavra!

Mağaranın içinden çıkan suyun bulunduğu yerde 2 tahta köprü vardı. Köprülerde anı fotoğrafları çekildi, yosunlu kayalarda dolaşıldı, kiraz yendi, yüksek nemle ciltler de beslendi! Yazın en sıcak zamanlarında bile bu mağaranın girişinde oturmak buzdolabının açık kapısı önünde oturmak gibiydi! Tekrar ana kampa döndük. Herkes zirve tam nerede diye ara sıra dağa bakıyordu, çünkü dağlar yalancı zirvelerle doluydu. Dedegöl dağında da en tepede sağdaki sivrilik zirve değildi, zirve onun solunda, biraz daha yüksekteydi!

Kamp için uygun bir yerdi Melikler yaylası. Su vardı, yeterli bir düzlük vardı. Ve birden Jak’ın Çobanaldatan sesini duyduk. Bu bir gece kuşuydu ve hava da kararmaya başlamıştı zaten. Alacakaranlık onlar için böcek avlama zamanıydı. Domates çorba, sarma ve salatadan oluşan bir mönüyle karınlar doyuruldu. Her çadırda farklı yemekler vardı ki en zengini Turgay beylerin çadırdı! Sucuk-sosis ve peynirler… Ateş de yakıldı; Gökhan’ın semaveri odun ateşinde kızmaya başladı ve herkes çayı beklemeye koyuldu. Küçük lezzetler büyük keyfileri yaratırlardı! Yayla alanındaki inekler, danalar fırsat bulsalar çadırlara bile gireceklerdi! Çadırların fenerleri yandı, kekler yendi, komutanların ateşlerine bakılıp insanoğlunun ateşe neden taptığı anlaşılmaya başlandı. Ateşin büyüleyici güzelliği suyla ve toprakla iyice ve kesin olarak söndürülünceye dek devam etti. Vedat hoca bu söndürme işini yaptı.

Zirve çıkışı sabah 4’de olacaktı. Saatler sabah 3’e kuruldu; akşamdan su ısıtılıp termosa kondu, zirve çantaları geceden hazırlandı. Uyku tulumu denen kefenlerin içinde uyunmaya çalışıldı; gece çiçek toplamaya çıkıldığında müthiş ılık bir hava ve gökyüzünde muhteşem yıldız manzaraları vardı. Karanlıkta bir yerlerde baykuşlar uçuyor, bir yerlerde domuzlar ve ayılar yürüyordu. Doğa biz uyurken canlıydı! Sabah kafa lambamıza üşüşen böceklerle beraber yürüyüş başladı. Yaklaşık 1300 metrelik bir irtifa kazanıp zirve yapacaktık. Saat tamı tamına 4’de başladı çıkış.

Henüz yatağında uyuyan ve aşağıda bahsedeceğim Yörük Mehmet Çavuş’un Yörük çadırına yakın yerden güneye doğru yükselmeye başladık. 60 metre yükselişten sonra parıldayan onlarca göz gördük, inekler dinleniyorlardı! Uzaktan sanki uzaylılara benziyorlardı!

Hava aydınlandı, rüzgâr esmeye başladı, taşlar çoğaldı; güneşin ilk ışıkları Beyşehir gölünde yansıdı; mistik anlardan biriydi güneşin doğuşu! Aslında güneşin doğuşu yerine güneşin görüntüye girişi demek lazım! Kafa lambaları çantalara girdi. Fındık-üzüm takviyeleri başladı. Gökhan ana patikayı izleyin diye uyarıyordu. Yan patikalar daha dikimsi ve daha taşlımsı oluyordu. Patikanın belirsizleştiği yerlerde üst üste dizilmiş referans taşları nirengi noktamız oluyorlardı. Gökhan zaman zaman bize karstik çukurlar denilen dolinleri gösteriyordu. Dolinler özellikle bizim üzerinde yürüdüğümüz Toros dağlarında bolca mevcuttu.

Önde kopma olmaması için Gökhan sık sık uyarıda bulunuyordu. Dağ çıkışlarını günübirlik doğa yürüyüşleri gibi algılamamak gerek. Önden kopmalar geride olanlara psikolojik baskı yapar ve onların dağ çıkışlarını hem zorlaştırır ve hem de bazen öndekilere yetişme çabası içindeyken kalp ritimlerini bozarak imkânsız hale bile getirebilir. O yüzden dağ çıkışlarında ekip bir arada yürümelidir, herkes kendi temposunu ona göre düzenlemelidir. Doğal temposu hızlı olan temposunu yavaşlatmalıdır. En ideal çıkışlar sabit tempoda düzenli bir nefes alışla yavaş çıkışlardır. Dağ çıkışında en önemli şey ekibin tamamının sorunsuz bir şekilde beraberce çıkıp sorunsuz bir şekilde inmesidir, başka da önemli bir şey yoktur.

Bazen aşağıdan patika bitmiş görünüyordu ve sanki oradan öteye yol yokmuş gibi geliyordu insana ve işte orada kapı denilen yerlere varılıyordu. Kapılar bir üst kademeye geçiş yerleriydi. Kademe kademe yükseliyorduk ve hemen her zaman ana-kampımızı uzaktan görebiliyorduk. 2766’lardaki soluklanma yerinde oranın sisli havada oldukça risk yaratabilecek bir yer olduğunu gördük. Kolay dağ yoktur, her dağı ciddiye almak, dağa saygı duymak gerekir. Kar kulvarlarının yakınlarından geçip zirve çanağına vardık. 2678 metrelerde zirve öncesi son uzun soluklanma molasını verdik. Kırmızı uğur böcekleri her yerde vardılar. Sahte sivri zirve “buralara gelin” şeklinde yanıltıcı bir mesaj yolluyordu bize.

Son bir gayretle, çok da zorlanmadan başarılı bir şekilde zirveye ulaşıldı. Bu arada Kemal hocayı da ayrıca tebrik etmek gerekir. Kendisi ağırlıklı olarak vegan beslenme yapıyor, yani bal, süt, yumurta kısacası hiçbir hayvansal ürün yememe şeklinde bir beslenme, istisnalar olsa da. Bir gün önce akşam yediği kiraz vs gibi meyvelerle zirveye çıktı!

Zirvenin Beyşehir’e bakan kısmına geçerek 45 dakika kadar orada kaldık, manzaranın keyfini çıkardık, yakıcı güneşi yakıcı bir şekilde hissettik. Beyşehir Doğa Yürüyüşleri grubunun ziyaretçi defterine yazılar yazıldı; dağa çıkışımıza sembolik olarak izin verdiği için dağa teşekkür edildi. ODTÜ SAT kurucusu Gökhan Türe anısına onun bir fotoğrafını zirvede bayrakla beraber çekti Gökhan.

Ana yemek molası da burada verildi. Sarmalar yendi, çokokremler emildi, Avni hoca Pro kamerayı dinlendiriyordu, çekim yapmıyordu, üst çıkarıp güneşlenen oldu. Cep telefonları burada gayet iyi çekiyorlardı. Kamp alanında ise insanlar tıpkı yayla inekleri misali sağa sola gidip hat arıyorlardı; tam bulmuşken hat gidiyor bu kez farklı bir noktaya geçiliyordu.

Ve nihayet iniş vakti geldi çattı. 4.5-5 saat kadar sürmüştü tırmanış ve şimdi de 2.5 saat kadarlık bir iniş süreci vardı ki inişleri çıkışlardan bile daha ciddiye almak her zaman faydalıdır. Yorgunluk inişleri zorlaştırır ve elbette inişler dizler için de ek yük getirir. Elbette tecrübeli yürüyüşçüler inişi de yavaş bir tempoda, batonla destekleyerek sorunsuz inerler. Dönüşümüzü de aynı patikalardan yaptık, enfes kır çiçekleri arasında yürüdük. Seyir teraslarında durup molalar verdik, güldük, eğlendik.

Yolda öğrendik ki Esat hoca tansiyon düşüklüğü tarzı bir olumsuzluk yaşıyordu. Gökhan ve Avni hoca 1.5 saat kadar onun 1935 metreden dönüşü için beklediler destek oldular. Dağlarda bazen bir çokokrem emmek ya da varsa bir tuzlu ayran içmek veya ağza birkaç siyah üzüm atmak bir anda bütün dengeleri yerine getirebilir. Her şeyden önemlisi bol sıvı alımı işleri kolaylaştırır. İşin sağlama alınması için Vedat hocanın özel aracıyla Yenişarbademli sağlık ocağına gittik. Bina kötüydü ama doktorlar iyilerdi, kibar ve deneyimlilerdi. Esat hocanın normalleşmesinden sonra ana-kampa geri döndük. Esat hoca Ağrı da dâhil yüksek irtifa dağlarına defalarca çıkmış tecrübeli bir isim. Her şey güzele bağlandı.

Dönüş yolumuzda Yörük Mehmet Çavuş bizleri yakaladı ve çay içmeye davet etti. Gökhan akşam için bir randevu almıştı bile! Zirve sonrası herkes kısa kestirmeler, diz dinlendirmeleri bağlamında çadırlara çekildiler. Ardından yeniden yemek operasyonları başladı. Zirve kutlaması şeklinde geçen bu süreç, komutanların yaktıkları güzel ateş, semaverin fokurdayan su sesleri, uzaktaki çeşmeden gelen su sesleri, bütün sesler dinlendiriciydi burada.

Topluca Mehmet Çavuş’un çadırına gittik, komşu ziyaretiydi bu. Ayakkabılar kapıda bırakıldı. Kıl çadırdı bu, keçi kılı. Çadır serinceydi ve delikçeydi ve siyahtı. Çay ikramı lezzetliydi. Yaz zamanı yayla zamanıydı ve Karakoyunlu Yörük Mehmet Çavuş da yazı burada geçirecekti. Bu Melikler yaylasından başka Çayırbaşı ve Kuzukulağı gibi başka yaylalar da vardı civarda.

Yörükler göçebe yaşarlar ve geçimlerini hayvancılıkla yaparlar. Oğuz Türkleridir Yörükler. Oğuz Türklerinin yerleşik hayata geçenlerine Türkmen adı verildi, göçebe hayatı sürdürenler de Yörük ya da yürük olarak adlandırıldı. Türkmen, Yörük, bunlar temelde aynı şeydir. Mehmet Çavuş çokça hikâyeler anlattı. Sünni Alevi tarzı yapay ve aptalca ayrımlara karşı “Ben önce insana bakarım” şeklinde evrensel ve güzel bir felsefesi vardı. Misafirler gelince çadırda nasıl ve nerede kalırlar bunlarla ilgili kurallardan bahsetti. 70 yaşlarındaydı Mehmet Çavuş ve eşiyle şakalaşmaları da yürüyüşçüleri güldürdü. Yörük de yürümeden gelen bir sözcüktü, onlar da yürüyüşçülerdi! Fakat Yörük sözcüğünün yetenekli ve mücadeleci anlamına geldiği de söylenir.

Konuşurken herkesin dinlemesini istiyordu. Ama dağdan dönmüştük ve biraz uyku hepimizde vardı. Yumulmuş bir göz görünce uyarıyor, sözü kesildiğinde hemen babacan bir şekilde isyan ediyordu! Çobanlık yapmıştı, ticaret yapmıştı ve kendi deyimiyle yaptığı her işte o işin kralını yapmıştı, o işin zirvesine çıkmıştı. Doğayı seven, çevreci biriydi. Bölgenin herkesçe tanınmasını istiyordu. Hikâyelerinin, şarkılarının kayda geçmesini istiyordu ve bu konuda Savaşım cep telefonuyla ona yardımcı oldu. Elbette kayda geçirmek önemlidir; o yöreyi de en iyi o yörede yaşayanlar, orada yıllarını, ömürlerini geçirmiş olanlar bilir ve onların tecrübelerinin kayıt altında olması yararlı olur.

Güneş batarken Mehmet Çavuş’a hoşça kal dedik ve çadırlara geri döndük, Kemal hoca bir süre daha onunla sohbete devam etti; sohbeti hoş biriydi. Üstat Osho’nun sanyasinlerini yani taraftarlarını canlandırmak için aniden fıkra anlatması gibi Mehmet Çavuş da sohbetlerine türkü katıyordu, sesini kayıttan dinleyince duygulanıyordu. Güneşin muhteşem batışı herkesi fotoğraf makinelerine yönlendiriyordu.

Ve ateş yeniden yandı, Esat hocanın iyi olması bizi sevindirdi. Ve ateş söndü, emin bir şekilde söndürüldü, sabah 6’ya kadar uyundu, en azından uyku tulumu kefeniyle uyunmaya çalışıldı. 6’da kalkıp 8’de yola çıktık. Yörük Mehmet Çavuş’un bizimle Kapız kanyonuna gelecek olması konusunda tereddüttüm vardı fakat Vedat ve Kemal hoca bunun çok iyi olacağını söylediler. Ben yürüyüşümüzün yavaşlayacağını düşünüyordum ki Mehmet Çavuşun önde bizden daha hızlı yürüdüğünü görünce yanıldığımı anladım; kanyonda taşların üzerinden zıp zıp atlayıp geçiyordu.

Kanyonu önce kartallar gibi yukarıdan gördük. Doğaya sevgiyi anlatan türküler dinledik Yörük Çavuş’tan. Bu bölgeye göğüs hastalıkları hastanesi açılmasından yanaydı, çünkü havasının çok iyi olduğunu söylüyordu. Kanyonu en iyi gören açılara götürdü bizi, belki de hiç bulamayacağımız patikalara soktu ekibimizi.

Bu bölgede keçilerin dolaştırılmasının yasaklanmasını istiyordu. Sebebi de keçilerin taş düşürdükleri ve kanyondan geçenler için tehlike yarattıklarını söylüyordu. Keçilerin düşürdükleri taşların yürüyüşçülere tehlike arz ettiğini ve yasaklanması gerektiğini kim düşünebilir? Hümanist ve ayrıntıcı bir zihin düşünebilir ancak!

Uzaktan bir domuz gördük, bizi fark etti ki hemen kaçıverdi. Dağ keçisi gibi o sarp uçurum kenarlarında gayet rahattı. Dik patikadan kanyon tabanına, kanyonun ortasına indik ve kanyonun dar olan riskli kesimlerini geride bıraktık. İner inmez bir komando çanta yağmurluğu gördük; yakın zamanlarda bu kanyondan 300 komanda geçmiş. Su tertemizdi, soğuktu.

Turgay beyin açtığı kahvaltı sofrasında Yörük Mehmet Çavuş sohbetlerine devam etti. Aysun Kayacı’nın “Dağdaki çobanla benim oyum eşit olamaz” sözünü bize hatırlatan Yörük Mehmet Çavuş bu söze çok içerlemiş. Çobanların bilgisiz cahil insanlar gibi görülmelerine de isyan etti ve kendisi de bir çobanın oldukça evrensel düşüncelere sahip olabileceğinin canlı bir kanıtıydı. Kemal hoca da Çin’de üniversitelerde ders veren çobanlar olduğundan, onların tecrübelerinden yararlanıldığından bahsetti.

Ayaklar yıkandı, eğrelti otları seyredildi ve iniş başladı. Kanyon nemliydi; içinde yüzülecek kadar büyükçe havuzcuklar vardı. İçinde bir zamanlar yaşam olan gizli mağaraları gösterdi uzaktan Yörük Mehmet, adaşım! Neslihan ve Avni hoca dere taşlarından ziyade dereyi suya doğrudan basarak geçmeyi tercih ediyorlardı! Kapız bir daraldı bir genişledi. Bir zamanlar vahşi arı balı bulunan bir yeri gösterdi Mehmet Çavuş, orada bir çomak vardı, o sarp yerden iple balı almışlar! Her yerde bir anısı vardı ve aslında bu anıların kitaplaşmasını, insanlar tarafından bilinmesini istiyor, “daha ne kadar ömrümüz kaldı ki” diyordu!

Yöre ballarında şeker olmadığı, arılara şeker yedirilmediğini öğrendik. Şimşir kaşıkların yapıldığı ağaçları gördük. Ceviz ağaçları, adaçayları, su bentleri gördük ve nihayet kanyonu saat 12 civarlarında tamamladık.

Kampa ve oradakilere veda vakti geldi. Avni hocanın özel bir şekilde katlanabilen çadırı katlanmadı ve Yörük Mehmet Çavuş’a hediye edildi! Gökhan da kafa lambası hediye etti. Oraya gelen doğacı misafirleri için bunları kullanabileceklerdi.

Toplu anı fotoğrafları çekildi, her şey her zaman olduğu gibi anıya dönüştü ve yaşamın amaçlarından biri de bir anı zenginliği yaratmaktı zaten. Çöpler tamamen temizlendi, bizimle birlikte araca alınıp Yenişarbademli’ye götürüldü. 14.09’da yayladan ayrılıp 20.00’dan önce Ankara’ya vardık. Memleketteki boş siyasi ortamdan uzakta huzurlu 3 gün geçirdik. Doğayla iç içe güzel bir kamp ve dağ-çıkış etkinliği oldu. Eğer arabanıza binip dikey olarak 100 km kadar yani yaklaşık 1 saat yol alırsanız uzaya çıkarsınız ve karanlığa ulaşırsınız; orası soğuktur. Öylesine yakındır bize yaşanamaz yerler. Dünyanın kıymetini bilmek gerek; burası bizim evimiz ve sonsuza dek de öyle kalmasını isteriz!

Bu yazıyı okuyup da oralara henüz gitmemiş değerli okuyucu gidip Melikler Yaylasını görmeli, oraları gezmeli, Yörük Mehmet Çavuş’la tanışmalı, onun hikâyelerini dinlemeli, onun doğa sevgisini bizzat gözlemlemelidir! “Bir çayımı içirmeden kimseyi göndermem,” der Yörük Mehmet Çavuş, gidip bir çayını için…

Seyrettiğim en güzel filmlerden birini hatırladım: Dersu Uzala! Akira Kurosawa’nın meşhur filmi. 20. Yüzyılın başlarıdır. Bir Rus haritacı ekibi Mançurya ormanlarında araştırma yapmaktadırlar ve bir avcıyla tanışırlar. Oraları çok iyi bilen ve doğayla yaşanmışlıklarından kaynaklanan bir bilgeliği olan Dersu Uzala! Yörük Mehmet Çavuş gibi insanlarda bu Dersu Uzala’yı dikkatli bakınca görebiliriz!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Dean Martin, Memories are Made of This! Anılar bunlardır, bunlardan yapılmadır…

https://www.youtube.com/watch?v=mv9PSkNkUfs

 

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

rnrnrnr

 (Çubuk Barajı)

Bugün 18 Haziran 2014 Çarşamba günü. Gökhan’ın organize ettiği Ankara’nın Dereleri isimli bir etkinliğe katıldım. İnşaat ve Çevre Yüksek mühendisi Hasan Akyar sunumu yaptı. Farkındalık yaratmaya yönelik güzel bir sunum oldu. “Ben sudan çok korkarım,” cümlesiyle konuşmaya başladı ve korktuğu için de suyu anlamaya, tanımaya çalıştığını söyledi Hasan bey. Anıtkabir Gençlik Caddesi civarlarında bir dereden babaannesiyle geçerken korkulu anlar yaşamış ve dereler yaşamında farklı bir anlam kazanmış. O derenin ismi Kirazlı-dereydi! Maalesef etkinlikte Vedat hoca gibi not almadığım için hatırladığım bazı bilgileri genel olarak aktaracağım. Umarım değerli okuyucu bu önemli konuya ilgi duyar ve bu başlangıç yazısına daha yeni bilgiler ekler ve kendisi de yeni farkındalık yazıları yazar.

Üstat Osho’nun, üstat Thích Nhất Hạnh gibi zen Budistlerinin bahsettikleri “farkındalık” dünyanın kaderini değiştirecek önemli bir detaydır! Farkında olmalıyız, her şeyin, en küçük şeylerin bile!

elltltl

 (Bentderesi)

Tabii herkesin aklındaki soru Ankara’nın dereleri var mı ki sorusuydu, ki Kemal hoca da salona girer girmez bu soruyu sormuştu! Ankara’nın elbette dereleri vardı. Semt isimleri zaten bu konuda bize en iyi ipuçlarını veriyorlar: Kavaklı-dere; Hoş-dere; Bülbül-deresi; Bent-deresi; Dikmen-deresi, Cevizli-dere, Kirazlı-dere… Bu derelerin doğal yatakları yeraltına itildiler, üzerleri kapatıldı; yaşarken mahkum edildiler; şimdi onların ancak seslerini demir rögar kapaklarının deliklerinden işitebiliriz! Onlar canlı güzel birer varlıktılar ve biz onları karanlıklara ittik, onlara ihanet ettik! Aptallık ihanete her zaman çok yakındır!

ejjjtt

(Hermann Jansen – Ankara Kalesi)

Bazen bu dereler kendilerini göstermekte, metroların tavanlarından akmakta, içerleri su basmaktadır, çünkü metro tam bu derenin altından geçmektedir ve üstelik derenin oradan geçtiğinden haberleri bile olmayan tecrübesiz ve birikimsiz görevli kadrolar meseleyi bir türlü idrak edememektedirler. Kolej metro durağındaki su basma olayı yatakları yeraltına itilmiş dereden dolayı olmuştur, ya da zaman zaman oluşup can kaybı bile yaratan göçükler de bundandır. Genelkurmay civarında bir ölümlü göçük olmuştu ki burada Sokullu ve Dikmen dereleri aşağılardan akar gider.

Hasan bey suyun hafızası var diye bir cümle kullandı; yani su kendisine yapılan kötülükleri hatırlar ve bir gün buna yanıt verir! Yanıtı da adaletli değildir yani dereyi su altına iten, yanlış uygulamalar yapmakta maharetli aptallar değil de orada oturan hiçbir şeyden habersiz masum insanlar da ölürler! Su canlıdır diye de bir söz söylemişti; yani suyun bir yatağı vardır, bazen bu yataktan cılız akar, bazen canı ister daha geniş akar, kendisine ait bir yaşam alanı vardır ve bu alana saygı duymak gerekir! Bu alanı ona bırakmak gerekir, çünkü su böyle nefes alır!

Seminerin başında bir yaprak fotoğrafı vardı, üzerinde kılcal damarlar onu besliyordu; yine insan vücudu da böyle besleniyordu; uzaydan çekilmiş bir fotoğrafta da dereler tıpkı kılcal damarlar gibi her yeri besliyorlardı. Bu beslemeyi de yerçekimi belirliyordu. Yani milyonlarca yıldır dereler aynı kanunlarla yaşıyorlar! Birkaç dağ ismi verdi Hasan Bey; Sivas-Erzincan karayolunun ortasındaki Kızıldağ’dan bahsetti; eğer damla 1 milimetre mesela sola yağsa, Karadeniz’e gidiyor, ya da çok küçük bir sapma, bir nano sapma yapıp zirvenin başka noktasına düşse Hint Okyanusuna gidiyordu! Yine Tahir dağından bahsetti; Erzurum-Ağrı yolu arasındaki bir dağdır bu; doruğun neresine düştüğüne göre su farklı havzalara yolculuk eder, Hazar denizine bile gidebilir! Yerel rüzgâr su damlasının kaderini belirlemektedir. Su, gittiği yerin kültürünü de değiştiriyordu ve o yüzden çok çok önemliydi! Memleket suyun önemini bilir mi? Gerede suyunun Ankara’ya gelmesinin planını çok yıllar önce yapan akıllı adamlar varmış! Dünyanın 4’te 3’ü su diyoruz ama kullanılabilir su miktarı % 2’nin de altındadır; altını falan geçiniz, su, altından kat be kat daha değerlidir! Hasan Akyar’ın da belirttiği üzere virüsler bile suya ihtiyaç duyarlar! Uzay denilen o devasa kumaşın üzerine oturmuş yeni gezegenlerde yaşayacak yeni yerler arıyoruz ve ilk baktığımız şey orada su var mı?

Bu seminerden ve genel mantıktan yola çıkarak şunu anladık ki derelerin üzerlerini örtmek pek çok açıdan yanlış. Birincisi derelerin o harika görünümleri katledilmiş olur; yani eski fotoğraflardan Hasan bey Sıhhiye’yi ve o zaman ortada akan dereyi (İncesu deresini) gösterdi. Bu gerçekten harika bir görünümdü; pek çoğumuzun babası bu harika dereyi hatırlar. Şimdi o derenin aktığı yerde “Alo Belediye” tarzı aptal binalar var, dere yok olmuş, yeraltına inmiş, aptallık ise yüzeyde duruyor! Oysa Avrupa’daki birçok kentte olduğu gibi ya da Eskişehir’de olduğu gibi açıktan akabilirdi.

Ankara’daki bütün dereler birleşip Ankara çayını oluşturuyorlar. 3 temel su kaynağından, 3 akarsudan bahsedildi: Çubuk çayı ki bu Çubuk Barajına gelmektedir. Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır bu ve tamamen Türk mühendislerin çabalarıyla, kazma kürekle inşa edilmiştir  ve Hasan beyin dediği gibi 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı varken, para yokken yapılmıştır. O döneme ait fotoğraflarda barajın alt kısmında sütunlardan oluşmuş güzel bir kapı vardır ve o zamanlar pek çok kişi gelip orada hatıra fotoğrafı çektirirmiş; barajda yüzülürmüş. O dönemim resimlerindeki modern kıyafetler de memleketin o dönemki modern ışıltısını gösteriyordu; evet, bu ülkenin insanlarının o zamanki bir kesimi şimdiki modern dediğimiz bir kesimden bile fersah fersah moderndi! Bugün barajın hali içler acısı. Meşhur gazino yıkılmaya terk edilmiş. Atatürk’ün özel eşyalarının bulunduğu müze tarzı yerin sonu da pek parlak değil!

Diğer bir su kaynağı da Hatip çayıdır. Kalecik taraflarından gelir İdris dağından doğar, bizim zaman zaman yürüyüş yaptığımız Hasanoğlan’dan geçer ve ayrıca Mamak ve Kayaş’tan!

Bir de Elmadağ’dan gelen İmrahor vadisinden geçen İncesu deresi var ki bu kısım halen yeryüzündedir, o yüzden de Hasan beyin dediği gibi dere halen güneş görürken gidip görmek ve hatta fotoğraf çekmek gerekir. İşte bu Çubuk çayı, Hatip çayı ve İncesu deresi Akköprü civarlarında birleşip Ankara çayını oluşturuyorlar. Ankamall’in parkından dereyi zar zor da olsa görebilirsiniz; bu derenin videoları da internette var.

Hatip çayıyla ilgili 1900’lerin başı ve hatta 1890 civarlarına ait pek çok fotoğraf gösterdi Hasan Bey. Ankara kalesiyle Hıdırlık tepe arasında bir vadi var ve işte o vadide şimdi orada olmayan çok güzel bir Roma su bendi yer alıyormuş. Bent-deresi’nin kenarında bir beyaz burç var, halen de oradadır ve işte Roma su bendinin duvarı da bu burca dayanmıştı. Bu bölgede tabakhaneler (deri işleyen atölyeler) vardı ve bu sular bu tabakhanelerde kullanılıyordu. Burada ayrıca ismini şimdi hatırlamadığım bir yabancı araştırma ekibinin fotoğrafı da ilginçti. Ankara kalesini araştırmak için gelmişler, bir Madam ve ona yardımcı olan bir heyet. Şimdi orada çay falan akmıyor, o da yeraltına itilmiş! Bir güzellik daha yok edilmiş! Güneşin parıldadığı dereler teker teker ilkel bir zihniyet nedeniyle ortadan kalkmışlar ve birer hayalet derelere dönüşmüşler!

Bentderesi eskiden bir mesire alanıymış; bağlar bahçeler varmış. Sazlar çalar, kumpanyalar temsil verirlermiş. Bütün bu dereler boyunca harika tahta köprüler varmış ve bunların çoğunun fotoğraflarını Hasan Akyar beyin arşivinden görebildik! 1957 tarihli bir su baskınından sonra derenin üzeri kapatılmıştır ve böylece Ankara çayını besleyen bir dere daha hayalet dere olmuştur.

Fotoğrafları izlerken Ankara’nın kaybolan doğal değerlerini açıkça görebildik. Dereler karanlıklara itilmişler, tarihi köprüler yıkılmışlar ve dere kenarındaki bağlar bahçeler yok edilmişlerdir. Düşünün ki artık dere boyunca çamaşır yıkayan kadın fotoğrafları tarih olmuştur. Dere boyu gezintileri tarih olmuştur, oysa Ankara’nın dereleri akılla korunabilirlerdi ve biz halen dere boylarında gezinti yapıyor olabilirdik! Akıl olmayınca her şey tahrip edilir, yok edilir! Hasan bey en çok ördekleri vurgulamıştır ki hemen bütün dere fotoğrafları ördeklerle doluydu. Ankara’nın simgesi olarak da Atakule yerine bu harika köprüler vardı! Kent hafızası olmayınca Atakule denilen beton işe yaramaz ucube kent simgesi olur!

Ayrıca eski paralarda harika köprü ve dere resimlerinin fotoğraflarını da gördük. Mesela gençlik parkındaki o güzel köprünün fotoğrafı Stat otelin reklamında gururla kullanılmış. Ya da Çakırlar köprüsü parada resim olarak kullanılmış. Yok edilen köprüler Vandalizm’dir! Barbarlar tarihi yok ederler, uygar insanlar tarihi korurlar, ırmakları, dereleri korurlar! Küçük bir tahta köprü bile korunmalıdır! Uygarlık, ucube beton binalar yapmakla olmaz, geçmişi korumakla, bağlı bahçeli, dereli, doğal bir yaşam alanı yaratmakla olur!

Bu konuları araştırmak isteyenler için bu kısa yazıyı yazdım. Hasan beyin dediği gibi dereler konusunda bir farkındalık yaratılmalıdır! Bentderesi dereyken caddeye dönüştü! Bunu bilmeliyiz. Ankara’da akşamları dere boyu yürüyüşleri yapamıyorsak bu cehaletin sonucudur, doğaya ilkel bir yaklaşımın sonucudur! Dere açıktan akmalıdır ve akarken de etrafına canlılık katar, güzellik getirir! Dereleri görünmez bir şekilde yer altlarından akan bir şehir cahil bir şehirdir!

Harbiye köprüsü vardı dereler üstünde, nerede? Kolej köprüsü nerede? Onlarca harika köprü neredeler? Üstat August Strindberg’in bir tiyatro eserinde (Düş Oyunu) söylediği meşhur “Yazık Olmuş İnsanlara” sözünü Ankara için söyleyeceğim: Ankara’ya yazık etmişler! Yazık olmuş Ankara’ya! Hasan bey Jansen’den bahsetti; Ankara imar planını hazırlayan Alman şehircidir Jansen. Ankara kalesi eteklerinde bir plaj planlamış Jansen. Keşke o planlara sadık kalınsaydı! Yukarıdaki kale resmi de Hermann Jansen’e aittir! Berlin’i de planlayan odur; Jansen planı önemli bir plandı. Ankara kalesi yakınlarında bir plaj planlamış Jansen!

Eski fotoğraflarda sağda solda bilgi toplayan yabancı arkeologlar, mühendisler, araştırmacılar gördük! Türk toplumu bugün neden geride kalmıştır? Bilgi açlığı dediğimiz şey bir toplumu ileri götürür; merak ve onunla birlikte gelen araştırma bir toplumu ileri götürür! Biz ise meraksız, uyurgezer bir toplum yarattık! Yolda karşıdan karşıya geçerken bile yoldan geçtiğinden bihaber bir insanlar topluluğundan harika şeyler çıkarmasını ve yapmasını bekleyemeyiz… Değişmek zorundayız! Eğitim sistemimiz baştan sona değişmelidir, başka da bir kurtuluş reçetesi yoktur ama zaman da dardır, hızlı olmalıyız!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=praJSAyoXn0

Mehmet Murat ildan

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

201

Bugün 2014 yılının Ocak ayının 19. günü; yine bir Pazar günü, yine doğadayız, yine yeşil ağaçların, yine yeşil dostların arasındayız; sarayların en güzelinde, şehirden uzaklarda, sessiz sakin bilge ormandayız!

Hafta içi çabucak geçti ve doğada saatlerce yürümeye alışkın bizler için yeni bir yürüyüşün heyecanıyla güzel bir tırmanış yaptık. Bu hafta sonu etkinliğimi Çamlıdere bölgesinde değerlendirdim. Geçmişte bugün ne olmuşa kısaca bir baktıktan sonra etkinliğe dair ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

Bundan tam 205 yıl önce 19 Ocak günü Edgar Allan Poe doğdu. Amerikan gotik edebiyatının önemli bir ismidir üstat Poe. Daha 1 yaşındayken babası evi terk etmiş; 2 yaşındayken annesini kaybetmiş. Kendisi de 40 yaşında yaşama veda etmiştir. Önemli isimlerin biyografilerini okumak insana çok mühim şeyler kazandırır. Hayat dediğimiz bu kısa zaman diliminde her şeyin tecrübe edilmesi imkânsız olduğu için başka tecrübelerden yararlanmak insana önemli avantajlar sağlayabilir ve ileri doğru kritik sıçramalar yaptırabilir; tecrübeyle belki 5 yılda ancak öğrenebileceğiniz bir şeyi bir başkasının yaşamından 1 dakikada öğrenebilirsiniz, en azından o konuda önemli bir fikir edinirsiniz. Şimdi üstattan güzel bir söz aktararak yazıma resmi olarak başlayacağım: “Dünya’nın gördüğü her büyük başarı, önce bir hayaldi. En büyük çınar bir tohumdu, en büyük kuş bir yumurtada gizliydi.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Ankara’ya 108 km uzaklıktaki Çamlıdere’nin ünlü yanlarından biri fosil ormanıdır. Çam, meşe ve ardıç ağaçları taşlaşmışlardır. Pelitçik köyü sınırlarındaki bu taşlamış ormandan dünyada çok fazla yok, sadece 4 tane olduğu söylenir. ODTÜ Jeoloji mezunu Dr. Latif Tufan Erdoğan bu bölgede 40 metrelik bir volkanik kül tabakası olduğunu söylüyor ki bu küllerin arasında çok önemli kalıntılar korunmuş bir şekilde bulunabilir. Kısacası, Çamlıdere bölgesi değerli bir bölgedir; incelenmeyi, gezilmeyi, görülmeyi ve hatta yaşanmayı hak eden bir bölgedir.

Geçmişteki yazılarımda Cibilli Dede’den de bahsetmiştim. İlçe girişinde heykeli olan bu dede, yanında sürekli tuz ve su taşır, ormandaki geyikleri gönüllü olarak beslermiş. Bu doğacı dede için dünyanın ilk çevrecisi gibi sıfatlar kullanılır ki bu biraz abartılıdır. Tarihte bu tarz şeyler yapmış pek çok insan vardır, elbette bunların belki de çok küçük bir kısmı kayıtlara girmiştir.

Hava durumu, Çamlıdere için parçalı bulutlu en yüksek 10 derece görünüyordu ki Ocak ayı için yüksek bir sıcaklıktır bu! Son derece uygun bir havada yürüyüş gerçekleştirdik. Aliş dağına (Ya da Aluç-Alıç dağına) senenin değişik mevsimlerinde çıktık; yazın da keyif aldık, kışın da! Ama bu kış arzuladığımız kar derinliği yoktu ve hatta pek çok yerde kar yoktu! Kar ne kadar derin olursa, yürüyüşümüz ne denli zorlu hale gelirse biz o kadar keyif alıyoruz, çünkü insanın çıtaları zorluklarla ve mücadelelerle birlikte yükselir. Kolay, insanı aşağı çeker; zor, insanı yükseltir! Kolayla hiç kimse yükselememiş ve kendisini geliştirememiştir! Eğer bu karsız ve yağışsız durum bahara kadar devam ederse bahar da cansız olacaktır. Eğer hava tahminleri değişmezse haftaya Pazar günü yörede kar yağışı bekleniyor ve biz de bekliyoruz derin karlarda terlemeyi, yorulmayı, debelenmeyi, batmayı çıkmayı ve dahi çıkamamayı, toptan batmayı bekliyoruz!

Yürüyüşümüzün başlangıç yeri Çamlıdere yaylasıydı. Kızılcahamam, Kızılcaören ve Yanık geçildikten sonra Çamlıdere yoluna sola sapılır. Bu yolda Avdan’dan sonra bir sol daha yapmak gerekir; Şeyh Ali Semerkandi’nin türbesinin bulunduğu Çamlıdere ilçesine varmadan bir sol daha yapılıp yaylaya ulaşılır! Çamlıdere yaylasına yaklaştığınızı Bernaz Dağ evlerini görerek anlarsınız. Çatıları dimdik olan bu evlerin bulunduğu site pek canlı değildir. Yaylanın hemen girişinde bir gölet vardır. Buralar yayladan ziyade yazlıkların bulunduğu tatil mekânlarına benzer. Yayla 1400 rakımlardadır ve buralarda ev alınıp hafta sonları yaşanabilecek bir yerdir, en azından teoride böyle görünmektedir. Yaylanın merkezinde 200 metrekare arsalar 25 bin civarındadır. Dubleks taş evler 130 bin civarındadır. Pek çok site vardır yaylada ve 400 bine kadar çıkan villa fiyatları da mevcuttur. Fakat elbette, tek katlı ve küçük bir villa burada fazlasıyla iş görür. Ankara’ya sadece 1 saat uzaklıkta tertemiz havası olan bu sakin yer, kirli şehirden birkaç gün kaçmak isteyenler için idealdir. İnsan burada yenilenir, tazelenir!

Bizim bugünkü ilk hedefimiz Dikmen tepesiydi. Çamlıdere yaylasının hemen güneyinde güzel bir tepe vardır, yemyeşil ormandan bir çeşit Çin Seddi gibi görünür aşağıdan. Oraya çıkınca bir açıklığa gelinir (devamında, güney batıda yine bir açıklık daha vardır) ve oralardan Dikmen tepesi görünür; 1650 rakımlardadır. Dikmen tepesinin hemen doğusunda ise Aliş dağı yer alır ve bu dağın üzerinde güzel bir Orman Gözetleme Kulesi vardır. Bizim ana hedef yerimiz de işte bu kuleydi.

Sabah 10 gibi vardık Çamlıdere yaylasına. Yayla her zamanki gibi çok sessizdi; buranın canlı ve gürültülü olduğu bir zamanı hiç hatırlamıyorum. Her zaman tam bir meditasyon alanı gibi öylesine sessizdi, öylesine durgundu. Ne bir köpek havlaması ne bir davul, ne bir gıcırtı, sadece ip gibi akan çeşmenin suyunun sessiz sesi ve batonlarımızın tıkırtıları ve gülüşlerimizin yankıları!

Hava güneşliydi; yer yer buzlanmış asfalt yoldan toprak yola geçtik, uygarlık kalıntılarını, modern villaları, geleneksel evleri geride bırakıp yeşil medeniyete geçtik. Tempo iyiydi; kuru dalların yerleri kapladığı çatır-çuturlu yerlerden geçtik. Batonsuzlar, sarı çamların diplerinden ağaç batonlar buldular. Şehirdeki kuruluk burada yoktu; hava nemliceydi ve ciltler de doğal bakım görüyorlardı. Kışın yeknesaklığı vardı; baharın o çiçekli, böcekli rengârenk çeşitliliği yoktu. Bir solgunluk hâkimdi; zaman zaman sağda solda uçuşan sivrisinekler, yukarıda “korkk” benzeri bir ses çıkaran hayalet kuzgunlar, dışkılarına rastladığımız geyiklerin sanki havada öylece asılı duran kokularından başka bir canlı yaşam görünmüyordu.

Jak’ın dağıttığı Toblerone çikolatalar ve Almanya’dan gelmiş kahveli çikolataların dağıtımıyla “çikolatalı” bir yürüyüş oldu. Ağaçların etrafını sarmış yosunların tazeliği insanı acıktırıyordu! Güneş, karda yatan ağaç kabuklarının üzerine düşünce kabuklar lamba gibi parlıyorlardı. Öğlene kadar bir çıkış rotasıydı bu. Kuşburunlarının olmamasından yakınıyorduk ki, tombul kuşburunlarına rastladık aniden; gerçekten lezzetlilerdi. İbrahim hoca bir plastik kutuya epeyce topladı ve gayet güzel bir fikirdi bu! Karda güneşleniyormuş gibi yatan sonbahar yaprakları, kayalara sarılmış sarmaşıklar yukarıda bahsettiğim “kış solukluğu”na renk katıyorlardı.

Timuçin hoca fotoğraf çekimlerini ağaçlara çıkarak yapıyordu ve değişik bir açı yakalıyordu! Güneşin adaleti pek yamandı; ışığını her yere, herkese hiçbir ayrım yapmadan gönderiyordu. Dikmen tepesine çıktık ve oradan aşağıdaki açıklığa indik. Uzaklarda Yangın kulesini gördük. Molalarda cevizli sucuk, kare şeklinde kesilmiş incirler ve havuç dahi ikram ediliyordu! Gerçek Gaziantep fıstık ezmesi de olsaydı pek mükemmel olacaktı ya da henüz yemediğim Beyran çorbası!

Süsengillerden bir çiğdem gördük, daha doğrusu Sait hoca gördü; havanın sıcaklığına bakarak Mart geldi sanmıştı herhalde. Montunu düşürenlerin montu geriden gelenlerce bulundu ve sahiplerine teslim edildi!

Orman gözetleme kulesine varmıştık. Eskimiş de olsa o halen o dağdaki kraldı! Bütün bölgeyi görüyor, sanki bütün ağaçları ve kuşları gözlüyordu. Sisli havaların gizemi değil, berrak havaların müthiş netliği vardı. Ufuklar sonsuza dek görünüyordu âdeta. Kule fotoğrafları çekilip yemekler yendi; kıymalı gözleme, kıymalı sigara böreği, yaprak sarma, kek, elma ve çaydan oluşan sağlam bir yemekle midemiz rahatladı! Enerjiler geri geldi; artık organik benzinimiz dolmuştu, depo fullenmişti! Güneş neredeyse yakıyordu; ama önünden hafif bir bulut geçse insan serinlikten hafifçe ürperiyordu. Kuleyi geride bırakıp inişe ve geri dönüşe geçtik. Geyik izlerine rastladık ve mutlu olduk; orman canlı olsun, hayvanlarla dolsun, her yerde onların ayak izlerine rastlayalım, ormanda mutluca yaşasınlar!

Rotada “action-ekşın” bölümüne geldik; farklı kasları çalıştırma imkânı bulduk. Biraz zorluk yaşayınca buna sevinmek gerek, zorluk iyi bir öğretmendir! Zorluktan kaçma; dikkatini topla ve zorluğun üzerine git! Ekşın iyidir!

Yeniden orman yoluna çıktık ve Çamlıdere yaylasına doğru ilerledik. Muhtemelen avcıların taştan ocaklarını gördük; pet şişeleriyle kirletilmiş yerleri, dikenleri, renkli kozalakları, terk edilmiş araba tekerleklerini gördük ve nihayetinde yaylaya vardık.

İsa’nın bir sözü vardır ve şöyledir: “Ne mutlu merhametli olanlara! Onlar merhamet bulacaklar. Ne mutlu yüreği temiz olanlara! Onlar Tanrı’yı görecekler.” Bu retorikten yola çıkarak bunu orman için de söyleyebiliriz: “Ne mutlu ormanlarda dolaşanlara! Onlar sessizliği, sakinliği, bilgeliği bileceklerdir!”

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Dünyamızdan değişik doğa görüntülerinin yer aldığı enstrümantal güzel bir parça:

http://www.youtube.com/watch?v=Wt0KCv2p1gc

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

konakl 002

2013 yılının son ayına girmiş bulunmaktayız; bir yıl daha bize veda edecek; aslında bütün yıllar birer limandırlar; biz gemimizle gelir o yıla demir atarız daha sonra da bir sonraki limana doğru yola çıkarız. Ne kadar çok limana uğramışsak o kadar şanslıyız demektir! Bu işlemi sonsuza dek yapabilirsek eğer, o zaman da ölümsüz bir kaptanız demektir!

Bugün 1 Aralık Pazar günü. 2 aylık bir aradan sonra yeniden tapınaktayım, ormandayım, bizim için tek gerçek kutsal mekânda, doğanın içindeyim, sessizlikle bütünleşmiş yeşil evdeyim! Bu hafta sonu etkinliğimi Çamkoru Tabiat Parkı taraflarında bulunan Üyücek-Konaklı yaylaları bölgesinde geçirdim. Etkinliğe dair ayrıntılardan önce mazinin ayrıntılarına bir bakacağım şimdi ya da iki bakacağım!

1 Aralık 1935 yılı Woody Allen’in doğum günüdür. İyi bir yönetmen olan Allen’in oldukça güzel özlü sözleri de vardır. “Hayatımız, onu nasıl bozmayı seçtiğimizden ibarettir,” der Woody Allen. Çok sayıda komik sözlerinden de bir tane buraya aktarayım: Ölümden sonra yaşam varsa ve hepimiz aynı yerde buluşacaksak, beni aramayın, ben sizi ararım!”

Şu anda kullanmakta olduğum harfler 1 Aralık 1928 yılında yürürlüğe girmişlerdi. Günlerin geçmişlerini incelemek eğlenceli ve faydalı bir şeydir ve insan fırsat buldukça mazide neler olmuş buna bakmalıdır çünkü bugün gördüğümüz her şey dünden kalmadır, geçmişten gelmedir; bugün var olan ne varsa kökü mazidedir. Şimdi yeniden etkinliğimize dönelim:

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam, Kızılcaören, Yanık ve Bulak isimli klasik duraklarımızı geçtikten sonra sağda Dereneci göletini görürüz. Biraz ileride solda Çamkoru Tabiat Parkı’na giden bir yol vardır. Bu yol üzerinde 1 km sonra Üyücek Yayla yolu ayrımına gelinir; biz bu rotada genellikle buradan, bu yol ayrımından yürüyüşe başlarız ama bu kez biraz daha geriden başladık. Kışın zaman zaman Üyücek yolu karla kaplı ve kapalıdır. Yol ayrımındaki rakım 1387’dir. Yayla ise batıda 1530 rakımlardadır. Üyücek köyü yolun karşı tarafındadır Dereneci göletine yakındır. Köylüler 1160 rakımlı köylerinden 1530 rakımlı yaylalarına gelirler.

Artık apartman tarzı ucube-beton binaların bulunduğu yerlere yayla demek de pek doğru olmaz, başka bir isim bulmak gerek! O eski yaylalara “Organik Yayla” diyebiliriz; şimdikilere de belki “Bitik Yayla” diyebiliriz, yani bitmiş, tükenmiş, şahsiyetini yitirmiş, yayla gibi olmayan yayla, sahte yayla!

Daha önceki bir yazımda Üyücek’in anlamını yazmıştım, yığma toprak tepe anlamına geliyor; höyük anlamına gelir yani bu sözcük. Biz bölgede genellikle Üyücek Yaylası – Çamkoru Tabiat Parkı geçişi yapardık; bu kez Üyücek yaylasından güney doğuda bulunan Çamkoru’ya değil hemen batıda bulunan Konaklı Yaylası’na geçiş yapacağız, yani başlangıç planımız buydu. Yürüyüşlerin doğaçlama yanı bulunduğu için başlangıç planları duruma göre değişebilir. Konaklı yaylası Meşeler yaylasına da çok yakındır. Konaklı’da siyasetçi, şair ve yazar İzzet Ulvi Aykurt beyin konağı vardır, soyadını Atatürk vermiştir ona. Alakoç yaylası da hemen oradadır! Biz bu iki yaylayı da uzaktan görüp doğrudan Meşeler yaylasına geçtik o yüzden konağı fotoğraflama işini bir sonraki gelişimize erteledik.

Üyücek ve Konaklı yaylaları arasında Gökkaya tepesine de uğradık bugün. Bu bölgede ayrıca 1815’lik Sivriceören tepesi vardır. Bunun hemen batısında da (Konaklı yaylasının tam güneyinde) Yangın kuleli 1850’lik Pınar tepe vardır, yani iyi bir antrenman bölgesidir burası; özellikle karda buralara tırmanmak insana iyi bir disiplin verir; insan yaşamını disipline etmelidir çünkü disiplin insanı diri tutar.

Artık kış geldi. Çantalara ekstra malzeme koymakta yarar bulunmakta. Hava erken karardığından bir kafa lambası güzel olur. Bir çakı iyi olur; Gerber’in karbon çelik çakıları oldukça hafiftir. Küçük bir kibrit ya da bir çakmak faydalı olur. Küçük bir pusula, 3-5 yara bandı, bir hakem düdüğü gerektiğinde müthiş yararlı olabilirler. Kar maskelerini ve su geçirmez eldivenleri de kışın çantadan eksik etmemek gerekir. Bu bahsettiğim şeyler pek bir ağırlık yapmazlar. Kışın termos kaçınılmazdır. Bir çift ayakkabı bağcığını da çantanın ceplerinden birine atabilirsiniz; mesela kemeriniz koptu, bu bağcıklar bu sorunu hemen çözerler. Kemer diyip geçmeyin, kopunca ya elle tutacaksınız pantolonu ya da elle tutacaksınız, bağcık yoksa!

Sabah 8.30 olduğunda artık Ankara’dan ayrılmıştık. Doğaya her çıkış bir heyecandır ve bu heyecanı yaşam boyu korumak gerek. Hava durumu sisli dese de güneşi gördüğümüz bir havada yürüyüşe başladık ve keçi patikalarından batıya doğru tırmanıp bizi yaylaya götürecek sırt açıklığına çıktık. Yer yer bozkır yer yer orman alanıydı. Kuşların yine sadece seslerini duyuyorduk. Böcekler sırra kadem basmışlardı, böceksiz günler başlamıştı! Kırağıların üzerine her bastıkça tıkır tıkır sesler geliyordu. Sarıçamların sarı gövdeleri güneş her vurduğunda altınımsı bir renkle bize eşlik ediyorlardı. Çok genç yaşta ölmüş kaplumbağaların kabuklarından başka bir de geyik boynuzuna rastladık bugün, kemiksi yapıları vardı bunların.

Ardıçlar, dikenler, likenli kayalar, ağaçlardaki sakal likenleri derken Üyücek yaylasına vardık ve güney batı istikametinde ilerledik ve Pınar Tepe eteklerine kadar geldik. Buradan kuzey yönüne dönüp yemek molası vermek üzere Gökkaya tepesine doğru tırmandık. Yol güzergâhı üzerinde tombul tombul kuşburunlarını marmelat gibi yemek pek keyifliydi. C vitamini açısından çok güçlü olan bu Rosa Canina’ları kış boyunca yemek gerek! Sait hoca dikkatli bir şekilde güz çiğdemleri arıyordu. Yapraklar damlalıydı, yollar hafif karlıydı, gökler bulutlu, ağaç gövdeleri mantarlıydı, sarmaşıklar sırnaşıktı, karınca yuvaları karıncasızdı, sular da donmuştu! İnişler, çıkışlar, molalar şeklinde ilerliyorduk.

Yemek molasını ormanlık bir alanda verdik; saat 13.30’u geçmişti. Kekikli-naneli börek, yaprak sarma, çay ve kekten oluşan bir mönüyle açlık maziye karıştı! Hava 8-9 derece civarındaydı. Ağaç kesim alanına geldik; çok seyrelmiş ve bozulmuş bir orman alanıydı burası. Gökhan geçmişte buraların çok daha yoğun orman bölgeleri olduğunu birkaç kez söylemişti. Alakoç ve Konaklı yaylalarını gördük uzaktan; artık hedefimiz Meşeler yaylasıydı. Güneş açmış, hava güzelleşmişti. Levent yine arkadan çaktırmadan fotoğraflarını çekiyordu. Özgür de görmediğimiz şeyleri görüp duruyor, fotoğraflıyordu!

Güneş batışa geçmişti ve yemyeşil yosunlar da sanki bunu çok iyi biliyorlarmış gibi her bir ışık tanesini adeta içiyorlardı. Güneş demek her şey demekti ve doğada yaşayan her canlı bunu çok iyi biliyordu. Doğanın huzuru bizlere de geçiyordu; şüphesiz doğa elinde sihirli bir değnek bulunan yaşlı bir büyücüydü. Yürüyüşümüz Meşeler yaylasında sona erdi; Özgür’ün
verdiği bilgilerde 15.84 km yürüdüğümüz yazmaktaydı.

http://www.mapmyhike.com/workout/439743937  (Özgür Salcan)

Vücudumuz dinlendi; biz yorulmuşuz derken aslında biz dinledik! Doğa yürüyüşleri dinlendirir; bütün bir haftanın yükünü alır yok eder! Şehirden her fırsatta
kaçmak gerek, çünkü şehir insanı yorar, onu çürütür, onu karartır; doğa ise
insanı dinlendirir, onu gençleştirir, onu parlatır!

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:  Bir Hint-Arap Chillout müziği, değişik şarkılardan oluşan uzunca bir potpuri.

https://www.youtube.com/watch?v=BUdjqbMVJMs

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

070

2013 yılının 22 Eylül Pazar günündeyiz. Hava sıcaklıkları artık mevsim normallerinde, kışa doğru yavaşça ilerlemekteyiz. Aslında yavaşça değil de hızlıca ilerlemekteyiz çünkü bu evrende her şey hızlıca ilerler, ama sadece yavaşça ilerlermiş gibi görünür! Unutma, bu evrende yavaş olan hiçbir şey yoktur, her şey aslında çok hızlı ilerliyor, çok çabuk oluyor!

Daha önceki yıllarda fotoğraf makinemi şarj edemediğim için fotoları elimde olmayan bir rotaya yeniden gitme fırsatı yakaladım. Bu hafta sonu etkinliğimi Kırköy-Çanlı deresi yürüyüşünde geçirdim. Aklımızda kısa ama iyi bir rota olarak kalmıştı burası. 10 kilometrelik bir rotadır; ilk 5 km’si “zahmetsizdir,” sonraki 5 km biraz maceralıdır. Şimdi geçmişte bugüne ne olmuşa kısaca baktıktan sonra bu etkinliğin ayrıntılarına döneceğim.

22 Eylül 1792 yılında, yani tam 221 yıl önce Fransa’da Cumhuriyet ilan edilmişti, bizim Cumhuriyetimizden 131 yıl önce! 22 Eylül 1999 yılında da, yani 14 yıl önce bugün değerli bir oyuncu yaşamını yitirmişti: George C. Scott! Başarılı bir sanatçıdır. Ben onu Patton filminden tanıyorum. 7 Oscar almış çok güzel, çok başarılı bir filmdi ve mutlaka izlenmesi gereken bir filmdir. Bu filmden bir sözle yazıma resmi olarak başlayacağım: “Tanrı düşmanlarıma acısın, çünkü ben acımayacağım.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Kızılcahamam’ın köylerinden biridir Kırköy; 12 km uzaklıktadır ilçeye. Eskiden Karaköy derlermiş oraya; “kara”dan “kır”a transfer olmuş bu isim! Ancak bir başka bilgiye göre ise eski isim “Kırka”dır. 1840 yılında köy 16 haneliymiş. Yabanabad bölgesinin bu köyü 1960’larda 335 nüfusluyken 2007’de 98’e düşmüş bu sayı. Muhtemelen şimdi çok daha azdır. Köy ortamı için lüks sayılabilecek zengince evler vardı Kırköy’de.

1230 rakımlı bu köyün yakınlarında bir gölet var, sulama amaçlı Yüzüncüyıl göletidir bu. Bu göletten kuzeydoğuya doğru vadi tabanındaki asfalt yoldan yürüyüp aşağı inerek biraz sola ilerleyip U çekerseniz doğruca Kızılcahamam’a gidersiniz. Köyden aşağıya inildiğinde Buğdaylı Dere vadisine gelinir. Bu vadinin tabanında Koçaklar mahallesi bulunur ki bizim uğrayacağımız mekanlardan biriydi orası. Geçen sefer, 2011 yılında, o mahallede 85 yaşındaki Cafer Koçak’la buluşmuştuk. Jonglörlük denilen bir çeşit gösteri sanatlarından bize sergilemişti Cafer Bey. Bu mahallenin bulunduğu vadi biraz aşağıda Çanlı deresi vadisiyle birleşir. Çanlı deresine Devret ya da Kozlu da denmektedir veyahut Kırköy Kanyonu deresi diye adlandıranlar da var; fakat Kozlu isminden pek de emin değiliz. Kırköy’ün doğusundaki dağların sırtlarından Hodulağaç (Hodulca) tepesine kadar gidilebilir ki bu tepe 1950 rakımlıdır.

Google Earth’ten bakınca bu tarz değişik rotalar bulunabilmektedir; bunlardan bir tanesi de Ayaş-Çanıllı tarafında bulunan Çukurören-İlhanköy arasındaki vadidir. Buraya bir keşif düzenlemek kanaatimce iyi olur; merakımızı gidermiş, realiteyi yerinde görmüş oluruz. Haritadan gördüğüm kadarıyla Çukurören köyü camisinden güneybatıya yürünerek vadiye girilmektedir. Vadinin Ören köyü hizasındaki kısmında değişik mağaralar bulunmaktadır, buralar biraz daha yeşil görünmektedir. Dere akıyorsa eğer şelaleler yaratabilecek yüksekliklerin de olduğu Google Earth’ten görülebilmektedir. Ama tabii Google Earth’ten bakıp sonra hayal kırıklığına da uğrayabilmektedir insan!Bu vadinin sonundan sola doğru U çektiniz mi Asartepe barajına kadar gitmektedir bu yol ve bu rotada akan güzel bir dere de vardır, barajdan gelir bu su. Buradan U çekmeden aşağıya devam edildiğinde ise 700 rakımlı İlhanköy’e ulaşılabilmektedir. Haftaya keşif için zaman ayrılabilir. Vadi içinden Yağmurdede- Çukurören geçişi de mümkündür!

Sabahki Mevlana molasından sonra binlerce minik ışığın parıldadıkları Kırköy göletine geldik; yürüyüşümüz başlangıçta bir tırmanış şeklinde oldu; keçi patikaları takip edilerek köyün hemen doğusundaki 1400’lük tepeye doğru yol aldık. Bugün Kızılcahamam için hava durumu en yüksek 17 derece görünüyordu, trekking için ideal sayılabilecek bir hava vardı. Bu rota tam bir kuşburnu rotasıydı; kuşburnunun olmadığı hemen hiçbir yer yoktu; lokum kıvamındaki bu Rosa Canina’ları bir torbaya toplayıp şehre götürmek gerekirdi. C vitamini en çok bu meyvede bulunur! Bir zamanların volkanik akıntıları üzerinde yol aldık; köyün köpekleri ellerdeki batonlara şiddetle havladılar! Sonbahar başlamıştı; yolumuz üzerinde sonbahar çiğdemleri gördük. Bu kocaman güz çiçekleri bozkıra tezat bir şekilde aniden dikenlerin arasında karşımıza çıkıyorlardı.

Alıçlar başladı ve alıç yemeler! Bazıları ekşiydi bazılar pek tatlı; sarılar da vardı kıpkırmızı olanlar da! Esat Yarar hocanın elinde atmosfer basıncını ölçen bir barometre vardı ve basınç irtifasını bu aletten okuyabiliyorduk. Zirveye çıkıp, uzaklardan görünen Hodulca Tepesi’ni seyredip Koçaklar mahallesine doğru inişe geçtik. Üzerinde “Ey âdemoğlu hoş geldiniz” yazan köy mezarlığını da geride bırakarak Canlı Alabalık tesislerinden geçip Cafer Koçak’ın evine geldik. 87 yaşındaki Cafer dayı 2011 yılında yaptığı gibi bizimle tokalaşırken elimizi sıkıca tuttu ve hafifçe de kendisine doğru çekti; o yaş için fazlasıyla güçlüydü. Evde başka misafirleri vardı. Sağda solda egzersiz yaptığı aletleri mesela en az 50 kiloluk demir halterini görebiliyorduk!

Cafer dayı bizler için bir elma sepeti hazırlamıştı; içi kurtlu Amasya elmaları gerçekten leziz ve pek değerliydiler. Bunlar elmanın en iyisidirler ve kış boyunca sıkça Amasya elması yemek gerek. Dayı, tahta bacakları çıkardı ve bir sandalyenin üzerinden onlara binerek yürümeye başladı. Bir anda bir Çubukadam ya da Çubukbacak oldu. Çardaklarda oturuldu; siyah üzümlerin salkımları seyredildi ve ardından yola çıkıldı yeniden. Hemen yakınlarda ölü bir yılan gördük; bu bir su yılanıydı, damalı su yılanı. Gökhan zehirli olmadığını söyledi. Korkmayanlar yılanı ellerine aldılar, ben sadece parmakla bir dokundum, aşırı yumuşak ve aşırı nemliydi; ölü olduğu söylendi ama bu yılanların savunma mekanizmalarından biri iyi ölü taklidi yapmalarıdır, o yüzden ben pek de emin olamadım ölü olduğundan!

Yürüyüşün ikinci etabına, dere boyu yürüyüşüne geçmiştik. Nem hemen arttı; yol boyunca yengeçler gördük. Güneş, derenin sularından yansıyıp serince havada yüzümüzü ısıtıyordu. Ortam rüzgârsızlaşmış, etraf derenin şırıltılı sesleriyle kaplanmıştı. Deredeki gölcüklere batıp boğulmuş güz yaprakları, güneşin ışıklarını su altından bile bize yansıtabiliyorlardı. Dikenler boldu; kısa kollu giyinenlerin kolları çizildi; Müslüm Baba konserleri misali jiletimsi izler oluştu kollarda! Sağda solda otlayan ineklere, boğalara rastlıyorduk; önce bize kafa tutacakmış gibi bakıyorlar ve hatta üzerimize hamle yapıyorlar ama hemen ardından paniklemiş bir şekilde kaçıyorlardı; bu tipik blöf davranışını
yurdum insanında da sıkça görmekteyim! Güzel bir ortamları vardı ineklerin; huzurlu ve sakindi. Titrek kavakların altında mola verdik; bütün çiçekleri dolaşmaya çalışan kelebekleri fotoğrafladık. Ölü kaplumbağa kabuklarını alanlar oldu; herhalde cilalayacaklar ve evlerine süs olarak koyacaklardı!

Vedat hoca molalarda biraz uzama olunca geleneğini yerine getirip “Hadi, hadi, yola devam,” diyordu. Derenin suyu pek temizdi; içleri çürümüş onlarca ağaç gördük. Yıllardır yürürüz ama ilk kez bugün bir sincap da gördük ve hızlı bir zoom’lama yapamayınca güzel bir poz yakalamayı kaçırdım. Ben bir yüzünü bir de kuyruğunu çekebildim ancak! Kuyruk tüyleri pek parlaktı. Sciuridae’ler hemen her zaman ağaçta yaşadıklarından, bizi görünce korkan bu kızıl sincap da birkaç saniyeliğine yere indi sonra başka bir ağaca tırmandı. Sincapların en güzel yanı, bunların bazı tohumları toprağa saklamalarıdır, sonra da bu tohumları bulamayabilmekteler ve böylece ağaç dikmiş gibi olmaktadırlar!

IUCN Kırmızı Liste diye bir liste var; nesli tükenmekte olan hayvanların listesidir bu. Türkiye’deki sincaplar NT (Near Threatened) kategorisindedir, yani Neredeyse Tehdit altında kategorisi! Yani kısa zamanda sincaplar EN kategorisine yükselebilirler ki bu da vahşi yaşamda soyu tükenme tehlikesi çok büyük demektir. Son aşama EX’tir, yani soyu tükenmiş demektir ki ülkemizde yaşayan her canlı için çok önemli tedbirler almak lazım, ciddi olmak lazım, bu ülke ne çekiyorsa laubalilikten çekiyor!

Yol boyunca pek çok böğürtlen de yedik. Yakılmış ateşlerin etraflarına çember şeklinde dizilmiş kara taşları ve külleri gördük. Nihayet Aşağı Çanlı köyünün eteklerine vardık. Ana yemek molası yerimiz buraya çok yakındı; kocaman bir ceviz ağacının altında dolmalar, kekler ve bir elma yendi, çay içildi! Çanlı köyünden bir teyzenin “Gek, gek, gek,” şeklinde hayvanlara seslenişini sıkça duyabiliyorduk. Teyze ara sıra hayvanlara küfür de ediyordu! Bir sonbahar görüntüsü içinde yemekler bitirilip daha zorlu olan etaba başlandı. Ama 2011 yılında burası bana biraz daha zorluca görünmüştü; bu kez daha kolay göründü. Derede yansıyan bulutların eşliğinde yürüyüş devam etti.

Yüzülecek kadarlık bir derinliğin olduğu hiçbir yer yoktu. Rotadaki dikenler akupunktura devam ettiler. Tozluk gerektiren bir rotaydı, aksi takdirde evde yarım saat diken ayıklanma zorunda kalınabilirdi çoraplardan! Sularda minik girdaplar görüyorduk, minik yengeçler ve aniden havalanan devasa balıkçıl kuşlar. Doğada sanki herkes sessizdi; sessizlik seviliyordu; av yakalamak için de sessiz olmak gerekiyordu!

Rotanın zorlukları giderek azaldı ve sona gelindi. Küçük bir kum birikintisi gördük ve oraya espri bağlamında “Çanlı Plajı” ismini koyduk. 15.30’da yürüyüş tamamlanmıştı. Kısa bir rotaydı ama dinlendirici bir rotaydı. Yürüyüşte zaman zaman “Şu taraf daha kolay, oradan geçelim,” sesleri duyuldu, fakat çıtaları yükseltmek isteyen her kim varsa her zaman daha zor olanı seçsin! Çünkü çıtaları ancak daha zor olan şeyleri yaptıkça yükseltebilirsiniz. Zorluk yaşamak ‘geliştiricidir,’ ve ‘öğreticidir!’

Bu güzel etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Vicente Fernandez!

http://www.youtube.com/watch?v=r3pd5bOCPXU&feature=related

Mehmet Murat ildan                               

http://mehmetmuratildan.hpage.com/