Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘Devrek’

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Read Full Post »

105

2013 yılına giriyoruz diye yazdığım yazıyı hatırlamaktayım. Tam 202 gün geçmiş yeni yılda! Sadece 163 gün kalmış geriye. Yıl diye bir şey yok aslında; zaman diye bir şey de yok. Hızlı! Her şey çok hızlı; var ve yok, öylesine hızlı; burada ve şurada, öylesine hızlı! Dün, bugün ve yarın hepsi bir arada, hepsi burada! Kısacık zamana daha çok şey sığdırmanın yolu hızlı olmaktır! Yemeğini çabuk yiyecek, ayakkabını çabuk bağlayacak, alışverişini çabuk yapacaksın, çamaşırını bile çabuk yıkayacaksın! Böylece başka şeyler yapmaya biraz daha fazla zaman kazanacaksın! 21 Temmuz’un künyesine baktıktan sonra bugünkü Bartın İnkumu plajı gezimizle ilgili ayrıntılara geçeceğim.

Milattan önce 356 yılına gidiyoruz şimdi. Efes antik kentinde Herostratus isimli genç bir adam vardır; tarihe geçmeyi, ismini tarihe kazımayı isteyen genç bir adam! Herostratus bu dileğine Selçuk’ta Dünyanın Yedi Harikası’ndan biri olan Artemis Tapınağı’nı yakarak kavuşmuştur. Tanrıça Artemis adına yapılmış bu tapınağı yakmış ve tarihe geçmiştir! Tarih boyunca tarihe geçmek pek çok aptal insanın birinci amacı olmuştur, hâlbuki uzak gelecekte tarih diye bir şey de kalmayacaktır ve uzak gelecek aslında yakın gelecektir!

21 Temmuz aynı zamanda Ernest Miller Hemingway’in doğum günüdür. Şimdi ondan birkaç özlü sözle yazıma resmi olarak başlayacağım. Benim amacım der, üstat, ne gördüğümü ve ne hissetliğimi kâğıda en iyi ve en basit şekliyle yazmaktır. Ve bir de şöyle der: “Düşünen her insan ateisttir.” Bu konularda hep genel bir yanlışa düşülür. Din ve Tanrı ikilisi vardır; burada göz ardı edilmesi, ciddiye alınmaması gereken dindir, o çocuksu, o efsanevi masallardır, öteki kavrama dokunmaya gerek yok. Bırak Tanrı dursun hayatında! Zaten dini yaşamından çekip çıkarınca ortada bilinmeyen bir Tanrı kalır. Var mıdır yok mudur bilinmez. Ne düşünür ne yapar bilinmez; ortada kutsal kitaplar da kalmayınca Tanrı bilgimiz sıfırlanır; kendi hayalimizle şekillendirdiğimiz bir mistik güç, bir mistik dost kalır. Kalsın orada, hiçbir zararı yok ve dahi mistik bir güce ihtiyaç duyduğunda o zihninde olmalıdır. Tanrı’yı hayatında tut!

Şimdi gezimize geri dönelim.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte yer almaktadır:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685?noredirect=1

Bartın’ın bir beldesi olan İnkumu plajı öteden beri gitmeyi düşündüğüm bir yerdi. İnsan yaşamı boyunca planlar yapar, yapmalıdır. Bunları sıraya sokması da gerekmez. Aklının bir yerlerinde o planlar, o heyecanlı düşünceler durur ve fırsat doğdu mu büyük bir şevkle onları gerçekleştirir insan.

Ankara’dan günübirlik İnkumu plajına gitmek için yola biraz erken çıkmak yararlı olur. Yaklaşık 290-300 km civarındadır yolun uzunluğu. Biz 6.20’de Ankara’dan yola çıktık. HGS kartı olmadığından Kızılcahamam üzerinden gittik ki bu yol daha kısa sürdü. Çabucak Gerede’ye vardık; uzaklardan Gerede ormanlarındaki Kütüklü Yol’a selam yolladık. Gerede’nin içine girmeden sola doğru kıvrılan yol sizi Mengen’e götürür. Yer yer yol çalışmaları olsa da genel olarak yolun durumu kabul edilebilir ölçüdedir.

Yol kıvrımlı ve keyifli bir hale gelmiştir artık çünkü Karadeniz bölgesinde ilerlenmektedir. Yeşil işte böyle olmalıdır; bir dağın tamamını kaplamalı, sıklığından dolayı içinde dolaşılamamalıdır! İç Anadolu çölünden böyle yeşil bölgelere gitmek insana hüzün verir; memleketin tamamı neden böyle değildir? Ormana fırsat verirsen orman ülkenin her yerini işgale hazırdır. Eğer ülkende ormansız yerler varsa bil ki onlar senin ahmaklığının, cahilliğinin, yeşil düşmanı oluşunun, çirkin hırslarının, mide bulandırıcı bir sömürü karakterine sahip oluşunun eseridirler!

ODTÜ ormanına 1 yıl önce 15 tane kayısı çekirdeği dikmiştik ve şimdi 15 tane kayısı ağacı toprağın üzerinde göklere doğru yol almaktadır! Bu kadar basittir yani. Yarın 70 milyon insan 1 tane kayısı çekirdeği dikse ve yarı yarıya fire verse bunlar, 1-2 yıl sonra 35 milyon kayısı ağacın var demektir! Bu kadar basittir! Ülkende zekâ egemense her şey basitleşir; akıl egemense bir ülkeye, orada her şey basitleşir, orada sorunlar tıkır tıkır, takır takır çözülürler.

Mengen’i geçince sırada Batı Karadeniz’e geçiş yeri olan Dorukhan Tüneli ve hemen bitişiğindeki köy kahvaltılı tesis vardır. Yeni tünel nihayet bitmiştir. Eskisi tek yönlü olmuştur; oldukça dardır ve insan yine de sanki karşıdan bir araç gelecekmiş gibi hisseder. Yaklaşık 1 kilometrelik tünel bitince kahvaltı mekânına ulaşılır. Yol boyunca pek radar kontrolü yoktur; İzmir’e giderken geçen hafta 20 kadar radar saymıştık, bu yolda ise 1 tane vardı ve o da rutin kontrol ekibiydi.

Kahvaltı mekânı sevimli bir yerdir. Çalışanlar henüz uyanmış gibi uykuluydular; müşteriler gelmeye başladıkları için tatlı bir telaş başlamıştı. Yola yakın masalara oturmamız istenmeyince Ramazan ayına bağlamıştık bu durumu ancak gerçek sebep mekânın aşağı kısımlarındaki arılarmış. Nitekim bizim oturduğumuz iç bölgelere de kısa sürede arılar geldiler. Çözüm olarak Hacı Halis Efendi Türk kahvesi bir kaba konulup tutuşturuldu! Bu yöntem etkili olur mu derken büyük bir başarıyla arılar piyasadan yok oldular! Sağda solda tavuklar, civcivler dolaşıyor ve ne bulurlarsa yiyorlardı.

Devrek’li garson Akif Bey bize İnkumu plajındaki bir tehlikeden bahsetti ve dalgalı zamanlarda yüzülmemesi gerektiğini anlattı. Küçüklük arkadaşı orada boğulmuş. Biz plaja gittiğimizde oldukça kalabalıktı ama denizde fazla açılan hiç yoktu. Burada deniz kumundaki kaymalara, kum çekmelerine dair uyarılar da vardı. Dalgalı ve rüzgârlı zamanlarda denize girilmemesi isteniyordu. Anladığım kadarıyla deniz sakinken burada yüzmek güvenlidir.

Kahvaltı yerinde çok sayıda hayvan da mevcuttu. Kazlar, ördekler, çoban köpekleri, hindiler ve dahi sülünler! Kafeslerin içinde nadir bir tür sülün de gösterdi bize Akif Bey. O sülünün orada olmaması gerekiyor elbette! Hayvanları kafese kapatmak yanlış! Doğru ve ahlaki olan onları ormana, kendi hakiki evlerine bırakmaktır. Köy yumurtalı sağlam bir kahvaltıdan sonra bu huzurlu mekânı, acıktığı için sürekli zincirini zorlayan 1.5 yaşındaki dev çoban köpeğini geride bırakıp başka bir huzurlu mekâna doğru yola çıktık. Devrek’teki Bastoncular çarşısını gezmek yine mümkün olmadı ama akıl defterimizde kayıtlı olarak duruyor o çarşı!

Devrek’ten sonra Çaydeğirmeni, Bakacakkadı, Çaycuma geçilir. Bartın yol ayrımına gelinir. Saltukova’ya saparak Filyos’a gidilir. Biz Bartın yönüne saptık.

Yol boyunca insan bazen turistik yer levhaları görür ve hemen oraya da gitme arzusu duyar. Bu levhalardan biri de Bartın Gökgöl Mağarası levhasıdır; levhada 29 km yazmaktadır, ancak hızlı giderken bu levha geçilir ve bir sonraki sefere gitmek üzere hafızaya alınır. Yazın sıcağında serince mağaraları görmek ve gezmek pek güzeldir. 800 metrenin üzerinde bir gezi alanı mevcuttur Gökgöl mağarasının. Mağaranın içinde göller vardır ve yaz aylarında bunlar yürünerek geçilebilirler. 3200 metre uzunluğundaki bu mağaraya gitmek gerek. Merak ve keşif bizi bu evrende canlı tutan en önemli unsurlardır. Böyle bir levha gördü mü insan hemen peşine düşmeli, oraya gitmeli, orayı keşfetmeli! Yaşam budur! Bilinmeyeni keşfetmek üzere hareket
halinde olmaktır yaşam!

Bartın’a gelince Bartın Limanı levhası vardır; o levhaya İnkumu Plajı yazısı eklemek büyük bir zekâ gerektiğinden düşünülememiştir! Onun yerine göbekte minnacık bir İnkumu yazılı levha vardır. Ayrıntıcı bir zihne sahip olmayan milletler geri kalmaya bin kez mahkûmdurlar! Bu yoldan devam ederek Gürgenpınarı üzerinden İnkumu’na ulaştık. 3 km uzunluğundaki bir plajdır burası. Beton yapılaşmalar vardır. Burada olması gereken nedir? O koyu yerleşime kapatmak ve sadece birkaç basit tesis bırakmaktı. Yani oraya gelindiğinde çevreyle uyumlu 3-5 basit tesis dışında hiçbir yapı olmamalıydı. Sahilin geniş bırakılması en azından bir tesellidir. Memleket budur! Kapasite budur!

Güzel bir hava vardı; açık ve güneşli ve rüzgârsız; öğleden sonra biraz rüzgâr çıktı, biraz bulutlandı ama önemli bir dalga oluşmadı. Yerler temizdi. Tesislerde her şey paralıydı. Güneşlik 20 liraydı. Sanırım 4 şezlongla birlikte 50 lira ödedik.  Açık duş var, 2 lira; tuvalet 1 lira; kapalı soğuk duş 3 lira; kapalı sıcak duş 5 lira! Plajda Ege’de alıştığımız kaynamış mısır satıcıları yerine taze fındık, dağ böğürtleni satanlara rastlıyorduk. En çok da sıcak simitçiler geçiyordu. Arka taraf yani güney kısmı dağlık ve yemyeşil, ön taraf yani kuzey masmavi denizdi. Yürüyüş yapanlar, uçurtma uçuranlar vardı; genel olarak bir huzur havası vardı. Kumu gerçekten güzeldi ve inceydi! Denizi sığdı ve epeyce gittiğinizde bile pek boy vermiyordu. Kumlar özellikle giriş kısmında oldukça yumuşaktılar ve ayaklar batıyordu. Denizanaları vardı; bunlar kollara dokununca bazen hafif bir sızlatma yapıyorlardı.

Uzaklarda demirlemiş gemileri görebiliyorduk. Çok sayıda sürat teknesi ve jet ski saçmalıkları gidip geliyorlardı. Bunlar herhalde kiralıktılar; bunların kaldırılması gerek! O koy tamamen sakin bir yapıya kavuşmalıdır. Suda yer yer kirlilikler vardı. Minik beyaz yengeçler kum üzerinde yürüyüp hemen kumun içine dalıyorlardı. Deyim yerindeyse yengeçlerin üzerine basarak yürüyorduk!

Buraya yakın bir başka koy daha varmış ki bir dahaki sefere görülmesi gereken bir yer olarak kayıtlara geçirdim: Güzelcehisar koyu. İnkumu’na 5 km uzaklıkta bir koymuş; tesislerin de olmadığı düşünülürse benim İnkumu için düşündüğüm doğallık orada olmalıdır. Sığ başlayıp daha çabuk derinleşen yapısıyla da daha ilginç bir deniz sunmaktadır. Doğal sit alanı ilan edilmesi olumludur ama ne kadar daha doğal sit alanı olarak kalacaktır, işte bu meçhuldür çünkü ahlaksız ve fırıldakçı siyasetçi o sömürücü çakallığıyla burayı da talan etmenin yolunu her zaman arayacaktır!

İnkumu’ndan genel olarak memnun ve dinlenmiş, biraz kumlu ve acıkmış olarak ayrıldık. Hedefte yarım saat ötedeki Amasra vardı. Bartın’dan Amasra’ya daha az virajlı doğu yönünden girmek mümkün ki biz oradan girdik. Dönüşü ise batı yönünden yaptık. Amasra temiz bir yer; denizi için aynı şeyi elbette söyleyemeyiz ama sokakları temiz bir ilçedir. Yolda Bartınlı Barış Akarsu’nun fotoğrafları sık sık görülür. Fatih Sultan Mehmet 15. Yüzyılda şehri almak için gelip tepeden Amasra’ya bakar ve şöyle der: “Bu kadar güzel bir yere zarar vererek almak istemem, kalenin anahtarını bana getiriniz. » Tabii bu sözün çok daha ahlaki olanı şu olmalıdır: “Burası, orada yaşayan kimlerse onlara aittir; şehrin anahtarını istemiyorum; mutluca orada yaşayın!”

Amasra’daki en temel amacımız mezgit balıklarını ve ev yapımı baklavaları mideye indirmekti! Zaman içinde vejetaryenliğe geçiş başarılı olursa balıkları da rahat bırakacağız artık! Mustafa Amca’nın Canlı Balık restoranına gidip ölü balık yedik! Ama maalesef ev baklavası yoktu. Burada çalışan ve Anadolu Kulübü emeklisi şef Hıdır beyi de bulamadık, herhalde ayrılmıştı oradan.

Balıklar tazeydi, lezzetliydi; Amasra salata güzeldi ve künefe de iyi sayılırdı. Güneş denizde müthiş pırıltılar yaratmıştı ve yemeği yerken bu ışıltılara bakıp yaşamın, yaşamanın sonsuz önemini bir kez daha kavradık. Ve sonra bulutun gölgesi denizi ikiye ayırdı; halk efsanelerindeki Musa’nın Kızıldeniz’i yarması gibi sanki deniz iki parçalı bir görüntüye kavuştu. Martılar da insanlarla birlikte yüzüyorlardı. Teknede insanlar gülüyor, plajlardan neşeli kahkahalar bize kadar ulaşıyordu; köpekler bahçelerinde uyuyorlardı. Bu dinginlik elbette kaotik evrenden çalınmış bir andı! Korkutucu evrende sığındığımız bir limandı burası, bir huzur limanı!

Kara bulutlar ufukta göründü, yağmur yaklaşıyordu sanki. Her şeyin sonra erdiği evrende bu seyahatimiz de sona erdi. Akşamın alacakaranlığında, dolunayın aydınlattığı yollarda yeniden Ankara’ya süzüldük! Dönüşümüz hızlı oldu, 3 saat 20 dakikada vardık buralara, bozkıra…  

Yazımı bir müzikle sonlandırıyorum:

http://www.youtube.com/watch?v=Y5-dtqt3FFk

 

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »

147

Bugün 2013 yılının 24 Şubat Pazar günü. Hafta-içinin zihinsel yorgunluğunu atmak için bu haftaki yolculuk Bolu Mengen taraflarınaydı. Hafta sonu doğa etkinliğimi Ergün hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım. 25 kilometrelik yürüyüş ve 750 metrelik bir çıkışla sağlam bir etkinlik oldu. Bolu bölgesinin pek bilinmeyen rotalarına, değişik parkurlarına günübirlik en sık giden gruptur Yeni Rota.

Bu Pazar için Bolu Mengen hava durumu 14 derece ve parçalı bulutlu görünüyordu. Bu sene Batı’da pek kış olmadı. Bahçelerdeki kayısı ağaçları neredeyse çiçeklerini açacaklar; güller tomurcuklanmış. Bitkiler mekanik canlılar oldukları için hava bir süre sıcakça olunca bahar geldi sanıp açıyorlar, açılıyorlar ve sonra da bazen donup kalabiliyorlar! Memleketteki doğal gaz fiyatları düşünülürse havanın fazla soğuk olmaması mali açıdan isabetli olmaktadır! Tarihte bugüne bir göz attıktan sonra etkinlikle ilgili daha ayrıntılı bir bilgi vereceğim.

24 Şubat 1955 yılı Steven Paul Jobs’ın doğum günüdür, Apple Bilgisayar’ın kurucusu. Bilgisayar endüstrisinin önemli isimlerindendir Jobs; maalesef 2 yıl önce hayatını kaybetti. Şimdi ondan bir sözle yazıma resmi olarak başlangıç yapacağım: “Eninde sonunda öleceğimi düşünmek, yaşamda büyük seçimler yapmama yardımcı olan en önemli etkendir. Çünkü yaşadığımız dünyaya ait tüm beklentilerimiz, gurur, kibir, başarı, başarısızlık gibi bu dünyanın sözüm ona önemli işleri, ölüm söz konusu olduğunda bir anda tüm önemini yitiriyor, tam anlamıyla kocaman bir ‘hiç’ oluveriyor.” Jobs akıllı bir adamdı, çünkü az önce aktardığım sözleri ancak akıllı bir adam söyleyebilir; ahmakların varoluş meselelerine dair ciddi bir düşünceleri yoktur! Varoluş bizim için en önemli meseledir, öteki bütün her şey onun yanında kocaman bir hiç olarak kalır! Başarı, ün, şu bu bunların hepsi varoluşun yanında birer palavradır, koskocaman birer palavra! İnsanoğlu tıp bilimine ve uzay endüstrisinin gelişimine odaklanmalıdır.

Sabahki ilk molamız Kazan’daki ekmek fırınıydı, namı diğer Ekmekciyan! Buradan simit ve taş ekmek alındı. Daha sonra Yanık köyü girişindeki Huzur lokantasına gittik, Sarı’nın yerine. Kahvaltı yapıldı. Tereyağı biraz ağır geldi; aslında köyün hemen bitişiğindeki bu lokantada bembeyaz hakiki köy tereyağı ve petekli bal olsaydı pek güzel olurdu! Sabah 9.20 gibi lezzetin durağından ayrıldık.

Google Earth’te Mengen yazarsanız hemen çıkar ve sonra da Mengen yakınında Hohentengen ya da Herbertingen gibi isimler görünce şaşırırsınız, çünkü Almanya’da da Mengen vardır! Biz şimdi kendi Mengen’imize dönelim, aşçıları efsane olmuş Mengen’e! Otobandan Yeniçağa’ya dönüp oradan 615 rakımlı Mengen’e ulaşılabilir. Daha kısa olan yol ise Kızılcahamam üzerinden eski yoldan gidip Yeniçağa’ya gitmeden Zonguldak yönüne dönmektir ki bizim seçtiğimiz yol buydu; Ergün hocanın dediği gibi burası daha kısaydı Mengen için. Ankara’dan en az 200 rakım aşağıda bir yerdir Mengen. Revani tatlısını güzel yaparlar ve buradan yolu geçenlerin bir pastanede biraz revani yemeleri güzel olur; vaktimiz olsaydı bunu yapabilirdik.

Yedigöllere Bolu yakınlarından müthiş kıvrımlı bir yol gider, ancak kışın bu yol kardan dolayı kapalıdır. Çok kar aldığı için yol çok da bozuktur. Biz güzergâh olarak Mengen-Yazıcık yolunu kullanacaktık, Ankara’dan gelenler için bu yol daha iyidir, pek çukur yoktur. Mengen’den sonra Ankara-Zonguldak yolunda ilerledik ve Yedigöller yol ayrımı levhasından sola döndük. Bu yol üzerinde 3. Kilometrede Hindiba pansiyonu vardır, organik gıda kullanan hoş bir yerdir, ama kendim orada kalıp deneyimlemediğim için kesin bir bilgi veremem. Buddha’nın dediği gibi bizzat kendimiz deneyimleyip kendi yargımızı oluşturmalıyız; sağdan soldan duyduklarımız, başkalarının söyledikleri pek de bir şey ifade etmez.

Hindiba’dan sonra yol doğruca Yellicedemirciler köyüne gider. Buralara gelince yukarıdan Köprübaşı barajı görünür. Olayı pek incelemedim ama sanırım bölgede epeyce bir ağaç kesilmiştir bu baraj yapımı için. Yol üzerinde sağda solda küçücük köylere rastlanır ve bunların levhalarını görüp isimlerini öğrenmek pek kolay olmaz. Yol çok kıvrımlıdır ve mideleri rahatsız edebilir; o yüzden araca binmeden önce çok az sıvı almak, daha çok ekmek tarzı katı şeyler yemek ve hatta aracın ön-orta kısmında oturmak yararlı olabilir.

Bir sonraki hedefimiz Yazıcık ve Akçabey köyleriydi. Akçabey’in içine gitmeden Yedigöller yolunda devam ettik. Artık sağımızda güzel de bir ırmak akmaktaydı; güneşin altında sonsuz ışıltılar yaymaktaydı. Irmaklar insana sevinç verirler. Bu yol bir yerde ikiye ayrılır. Sağ taraf Yeşilöz köyüne gider; bu yol ayrımı yeri 260 rakımdır. Zonguldak’ın Devrek ilçesine bağlı bir köydür burası. Sola doğru giden yol ise Yedigöller yoludur. Yedi göllerin bulunduğu 800 rakımlara kadar çıkar yol, enfes bir yoldur ve bizim de yürüdüğümüz yoldur bu. Cep telefonlarının pek çekmediği bölgelerdir buralar, o yüzden cep telefonlarına güvenmemek gerekir Yedigöller’de, ama tabii GPS’ler çalışmaktadır, en azından Harun’unki çalışmaktadır!

Biz bu yolda ilerleyerek Yeşilöz köyünün mahallelerinden birinde durduk ve Bartın’dan gelip Yeni Rota’yla buluşan bir arkadaşın özel aracını oraya bıraktık. Daha sonra biraz daha devam ederek yürüyüşe başlamak üzere araçtan indik. Yığılca yol ayrımına gitmeden önceki bir yerdi burası. Saat 11.45 civarında yürüyüşe başladık. Herkes araçta bulunmaktan artık yorulmuştu ve bir an önce yürümek, toprağa ayak basmak istiyordu. Şehrin kirinden sonra doğanın tertemiz toprağına ayak basmak Ay’a ayak basmaktan daha değerlidir!

Hava tam bahara oldukça yakındı. En az 15 derece vardı; rüzgâr yoktu ve daha iner inmez kuş cıvıltıları yol boyu sürecek en güzel melodilerimiz oldular. Bu tür yürüyüşlerde kesinlikle kulaklıkla müzik dinlememek gerekir. Doğanın müziği varken akan sular durur; yapay müziklere yer yoktur! Doğanın sesini dinle ve zihnini sonsuz dinlenmelere bırak!

Yol boyunca her yerde çiçekler görmüştük ve artık şimdi onlara yakından bakma zamanıydı! En çok da siklamen (cyclamen)  vardı. Kayalıkların diplerine ve her yere yayılmışlardı. Bunlar Şubatta çiçek açmaya başlarlar. Tavşankulağı da denen siklamenlerin pembe çiçekleri bütün Yedigöller bölgesine hâkim olmuşlardı. Kışın en güzel yanı bazı güzellikleri unutmamız ve sonra baharda onları yeniden sanki ilk kez görüyormuşçasına heyecanlanmamızdır.

Yaklaşık 9 km kadar bir yolu yürüyerek Yedigöllere ulaşacaktık, orada dolaşıp yeniden aynı yere dönecektik. Toplamda 25 kilometrelik ve 750 metre çıkışlı güzel bir yürüyüş oldu. Stabilize yolda çok ender araç geçiyordu. Sağdaki derenin meditatif sesi bütün yürüyüş boyunca yanımızda oldu. Ergün hoca serbest-yürüyüş tarzında yoldan ayrılmadan ilerleyin dedi ve herkes kendi temposunda, kendi sitilinde özgürce yürüdü; Reha hoca her zamanki gibi önden hızla gidip kayıplara karıştı; Yedigöller biletçi kulübesine kadar bir daha onu göremedik! Bazen Reha hoca şimdi dönüşe geçmiştir diye espri yaptık

1965 yılında açılmış olan Yedigöller Milli Parkı, ulaşımı biraz uzunca ama ulaşınca da iyi ki geldik dedirten bir rüya bölgesidir; orman her zaman bir rüya bölgesidir. Daha çok kayın ağaçları vardır bu bölgede. Ama meşe, sarıçam, karaçam, ıhlamur, köknar, bunların hepsi de mevcuttur, karışık bir ormandır ve elbette adı üstünde 7 tane de göl vardır: Sazlıgöl, İncegöl, Küçükgöl, Deringöl, Büyükgöl, Kurugöl ve Seringöl.

Bugünkü etkinliğe dair fotoğraflar aşağıdaki linkten görülebilir.

https://picasaweb.google.com/ildanmmi

Yürüyüşümüz boyunca gördüğümüz kayın ağaçları giderek çoğaldılar ve heybetleri de arttı. Ters laleler, sarıçiçekler, güneşte parlayan yosunlu kayalar ve eğrelti otları arasında ilerlerken zaman zaman ağaçlarda tahta kuş evleri görebiliyorduk. Çamurlu çukurlardan sahte güneşler yansıyordu. Sarmaşıklar ağaçların gövdelerini sarmışlardı; görsel olarak müthiş bir uyumun arkasında doğada korkunç bir yaşam mücadelesi vardı. Sağımızdaki dere bazen düz bir zeminde ilerleyip iyice sessizleşebiliyordu. Suyunun rengi de bazı bazı yeşil kimi vakit turkuaz oluyordu; sanki bir mağazada değişik elbiseleri deneyen biri gibiydi.

Beton köprülere rastlıyorduk; eski tahta köprülerin üzerlerine mi yapılmışlardı yoksa beton desteklenmek için mi altlarında bir başka tahta köprü duruyordu belli değildi. Bu bölgenin her yeri bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Yığılca 40 km levhasını geçtik ki yıllar önce başka bir grupla otobüsümüz bu kör yola sapıp çamura saplanarak dağda mahsur kalmıştık. Yedigöller 5 km yazısı karşımıza çıktı, ama 5 km sonra bu yazıyı yine gördük! Yol bomboştu. Bizim dışımızda başka bir grup yoktu. Tur otobüsleri de kış olduğundan bu Pazar 7 göllere uğramamıştılar. Sakinlik, dinginlik maksimum noktadaydı ve bizim de aradığımız şey buydu; istiridyenin içindeki inci neyse doğadaki dinginlik de oydu bizim için!

Kırmızı yapraklara güneş vuruyor ve yaprakların kılcal damarları röntgen filmleri çekilmiş gibi duruyorlardı. Avlanmak yasaktır diyordu her yerde. Terk edilmiş kulübelerin yosunlu çatıları bu harabe evleri pek güzel bir hale getirmişti. Yıkık döküktüler ama güzeldirler!

Nihayet Milli Park sınırları içine girdik. Herkes fotoğraf makineleriyle bir yerleri görüntüleme heyecanı içindeydi.  Gülsen hoca da yoğun bir şekilde fotoğraflıyordu. Yasak levhaları boldu ama toplumu eğitirseniz bu levhalara gerek kalmaz; toplumu eğitmemişseniz de bu levhaların bir hükmü olmaz! Türkiye’nin ve dünyanın da açmazı budur. Yasaklamaktansa toplumu eğit, çünkü yasak kesin çözüm getirmez, toplumu iyi eğitmek ise kesin çözüm getirir! Akıllı insanlar, akıllı toplumlar kesin çözümlere odaklanırlar!

Milli parkın Mengen üzerinden ana giriş kapısına geldiğimizde bekçi kulübesinde kimse yoktu. Şahıs 3 lira diyordu. Fotoğraf çekimi ücreti ise 89 lira! Herhalde buraya profesyonel amaçlı çekim için gelirseniz ve de kapıdaki adam da bunu anlarsa bu parayı sizden tahsil etmek isteyecektir! Yedigöller’de dizi çekimi ise yaklaşık 1 milyar, eski parayla! Günlük film çekimimidir bu belli değildi. Bir ay boyunca dizi çekilirse herhalde 30 bin lira ediyordu! Aşağılarda alabalık üretme istasyonlarının kulübelerini görebiliyorduk; esrarengiz evler gibi öylece duruyorlardı ağaçların aralarında.

İlk gördüğümüz göl Seringöl’dü, heyelanla oluşmuş göllerden biriydi. Rainbow denen Gökkuşağı balıkları vardı burada. Göl, rüzgârsızlıktan iyice aynalaşmıştı. Seringöl’den Büyükgöl’e geçtik ki aslında bunların hepsi küçücük sevimli göllerdi. Partisinin ya da takımının vs. ismini ağaca kazıyacak kadar ahmak tipler yine yapacaklarını yapmış, ağaç gövdelerini çiviyle yazılan taş kitabeler olarak kullanmışlardı!

Büyük Göl’ün tahta köprüsü en mütevazı haliyle pek güzeldi. Sonbahar’da buraların güzelliklerine çığ gibi ekstra güzellikler düşüyordu. Bu göller derelerle besleniyorlardı; burada mutlu bir doğa vardı. Tahta köprüler doğayla çok iyi örtüşüyorlardı. Bu bölgenin üzerinden uçak da geçmiyordu, her yere tabii sesler hâkim oluyordu. Yansımalar o denli gerçek görünüyorlardı ki bazen gerçek olan şey yansımanın yanında sönük kalıyordu! Yansıma da bir sanatçıydı; görüntüyü sadece almıyor, onu işliyordu; ona, onda olmayan renkler bile katıyordu, kendi rengini katıyordu, kendi bilgisini, kendi kültürünü katıyordu! Bir şeye kendinden bir şey katıp güzelleştiren, farklı bir yorum getiren her şey ve herkes bir sanatçıdır!

Gölün bazı yerlerine seyir terasları yapılmıştı. Saat ikiyi geçmişti sanırım; yemek vaktiydi. Herkes boş bulduğu en yakınındaki banklara yerleşti; çok acıkmıştık, çok acıkmıştım. Yemek menüsü çok zengindi. Baharatlı lezzetli köfteler, pazı dolması, fırında pişmiş kıymalı sigara börekleri, zeytinyağlı tatlı kurabiye, zeytinli semizotu, Kars’tan gelmiş özel kaşar peyniri, Belçika’dan gelmiş bal mumlu kaşar peyniri, patlıcanlı ev yapımı pizzalar, çikolatalı gofretler, tahin helvası! Bunları yedikten sonra Kapankaya seyir terasına tırmanmak biraz zor görünüyordu! Ve yemek vakti bitti. Yemek molaları gerçekten çok faydalı oluyordu ve yürüyüşçülere toparlanma, dirilme fırsatı veriyordu.

Kütüklerin içinden çıkan musluklardan her yerde vardı. Su boldu Yedigöller’de ve lezzetliydi! Artık sıra diğer göllere gelmişti. Göllerin etrafında tatlı patikalar vardı ve bunlar sonbahardan kalma yapraklarla döşeliydiler. Bu göllerin etrafında dolaşan herkesin bir “yansıma-ikizi” oluştu. Deringöl, Sazlıgöl, Kurugöl şeklinde dolaşıyorduk. Güneş, fotoğraflar için hoş bir ışık sağlıyordu. Coşkun hoca isminin yazılı olduğu kafa bandıyla bankta otururken sanırım “Burada böylece oturmak gayet iyi, yürümeyelim!” diyordu içinden! Bu civardaki köylerin ürünlerinin sağlam bir şekilde organik olduklarını anlatıyordu.

Zaman hızla ilerledi. Güneş batmaya başladı. Kurugöl tarafında kiralık orman kulübelerini gördük; sevimli ama bakımsızdılar. Bir ara rotadan sapmış 4 kişiyi Ergün hoca arayıp buldu. Sazlıgöl’den sonra bir süre dere yatağında yürüdük. Asıl amacımız Kapankaya Seyir terasına çıkmaktı. Kapankaya tepesi 5 km olarak görünüyordu. Eğer oraya çıksaydık yürüdüğümüz toplam yol 35 km civarında olacaktı ki günübirlik için biraz fazla olacaktı. Kapankaya’dan vazgeçip Dilek Çeşmesi’ne ve Şelaleler’e yöneldik. 7 borulu Dilek Çeşmesi herhalde yazın dileklerle dolup taşıyordu! Buradan itibaren dönüş yürüyüşü başladı, yine serbest sitilde, sonsuz hürriyetler içinde yürünecekti. Minibüse kadar inecektik ve epeyce bir yolumuz vardı.

Hava karardı; bulutlar iyice pembeleşti. Kuş cıvıltıları azaldı. Gelirken atraksiyon bağlamında yolu kısaltmak için 65-70 derecelik bir diklikten tırmanmıştık ve ayakkabılar ve eller tamamen çamur olmuştu ve küçük heyelancıklar yaratmıştık ayaklarımızla. Aynı yerden inmek bu kez yine cazip geldi ama batonları açıp topuklamaya üşendik.

Bazen ormanın içinde yosunlu taş basamaklar görüyorduk ki bunlar bizi antik çağların atmosferine, o çağlarda yaşamış filozofları hayale sürüklüyordu. Nereye baksak zihnimiz bizi alıp bir yerlere götürüyordu; kafamızda milyonlarca kurgu ışık hızında dönüp duruyorlardı. Karanlık çökmeden son fotoğraflar son ışıklarla çekildi. Sonra gökte bir lamba belirdi: Ay Işığı. Dolunay göklerin abajuruydu. Tepenin ardından muhteşem bir çıkış yapıp bizi şaşırttı, sonra yine tepelerin ardında kayboldu. Yarasalar etrafımızda dolanıyorlardı ama onlar süper usta pilotlardı, bize çarparlar mı diye düşünmek gerekmiyordu. Muhtemelen orman baykuşları da uçmaya, gece avına başlamışlardı ama onlar bir mezar kadar sessizdiler.

Minibüse vardığımızda kaptan Abdullah bey çay hazırlamıştı. Yıldızlar, gökteki parlak
Dolunay’a inat biz de varız diye epeyce belirgin bir şekilde görülebiliyorlardı; gerçek olan doğa gerçeküstü görünüyordu. Hareket ederken saat 18.55’ti. Ankara’ya 23.10 gibi vardık; dönerken yine Sarı’nın yeri Huzur lokantasına uğradık.  Ben arabayı bir AVM’ye bırakmıştım. İçerdeki kapılar kilitlenmiş. Park yerinde 5 dakika dolaştıktan sonra McDonalds’da geç saatlerde çalışan bir kıza rastladık, o da güvenliğe telefon açtı ve 23.20 gibi çıkabildik. Artık AVM’lere park etmemeye karar verdim. Kapalı ve güvenli de olsalar geç dönünce çıkmak sorun olabiliyor.

Çok güzel bir etkinlik oldu. Baharın ilk günlerini yaşadık, oksijenin alasını aldık. 7 Göller bölgesine sabah erken çıkıldığında günübirlik rahatlıkla gezilebiliyor ve böyle rüyamsı yerlerde daha fazla zaman harcamak gerek. Ergün hocayla rotalar üzerine epeyce konuştuk. Mardin’den Adana’ya kadar pek çok güzergâh konuşuldu ve dahi Meksika bile! Zeytinyağıyla uzun saç bakımı da konuşmalar arasındaki yerini aldı. Doğanın muhteşemliği önünde yine şapkamızı saygıyla ve sevgiyle çıkarttık.

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, güzel bir İrlanda şarkısı ve de doğa, harika doğa!

http://www.youtube.com/watch?v=hi9Ju_qz1Hk

Mehmet Murat ildan 

http://mehmetmuratildan.hpage.com/

Read Full Post »